Dünya tarihi birçok farklı küresel gücün yayılmacılığına olduğu gibi çöküşüne de sahne olmuştur.
Yüzyılları bulan egemenlikleriyle Osmanlı, İngiliz, İspanyol, Hollanda, Fransız imparatorlukları yakın tarihimizin en bilinenleri. Asırlık zaman dilimleri ile ifade edilebilen bu sömürgeci hanedanlıklar ya ezilenlerin başkaldırısı sonucunda ya da başka bir gücün onu yıkıma uğratmasıyla son bulmuşlardır.
ABD, bu imparatorlukların yıkılışından sonra hakimiyeti ele geçirerek “dünya jandarması” rolünü üstlenmişti. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan “yeni dünya düzeni”nin kurucularından olduğu gibi, “koruyucusu” rolünü de ele geçirmişti.
‘90’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona eren iki kutuplu “dünya düzeni”, küresel ilişkilerin yeniden dizayn edilmesine vesile olmuştu. Bu ‘yeni’ durum, ABD’ye karşı yeni aktörlerin palazlanmasına yol açtı.
Bu sürecin “sessiz yürüyüşçüsü” olan Çin, gelinen aşamada ABD’ye karşı başa güreşerek ilerleyişini sürdürüyor.
Pekin, siyasi öngörü ve diplomatik hamlelerle ekonomik alandaki ‘başarılarını’ nüfuz alanlarını genişletmeye dönüştürme becerisiyle, başta ABD olmak üzere diğer küresel emperyalist güçlerin endişelenmesine yol açmaktadır.
Çin, günümüz dünyasında en dikkat çekici ülkelerinden biri olarak, nüfuz alanlarına her geçen gün yenilerini ekleyerek, ABD’ye karşı artık “bende varım” demektedir.
Çin’in ilerleyişi, ABD’nin endişesi…
İran, Orta Doğu’da Çin’in desteğiyle ilişkilerinin bozuk olduğu Körfez ülkeleriyle “normalleşme” adımları atıyor. Bölgede beklenmedik denge değişiklikleri yaşanıyor. Pekin’in bölgede “husumetli” olan ülkeleri masada buluşturması, Orta Doğu’da ABD’ye nüfuz kaybettiriyor.
Çin’in arabuluculuğu ile İran, 2023’ün başından itibaren Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Kuveyt gibi Körfez ülkeleri ile ilişkilerini “normalleştirmeye” başladı.
Pekin’in bu süreçte ‘ara bulucu’ rolüyle öne çıkması, ABD’de şaşkınlıkla beraber endişelere yol açtı.
2016 yılında Suudi asıllı İran yanlısı Şii “din adamı” Nimr El Nimr idam edilmesinden sonra Tahran’daki Suudi Arabistan Büyükelçiliği ateşe verilmişti.
Bu gelişmeler sonrası Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn İran’la ilişkilerini askıya almışlardı.
Çin’in garantörlüğünde atılan yeni adımlar, ABD’yi endişelendirse de Arap dünyasında ilgiyle izleniyor.
Arap basınında, “Pekin enerji sağlayıcılarıyla iyi ilişkiler kurarak, enerji ihtiyacını güvence altına almada başarılı bir ara bulucu olduğunu kanıtlayarak küresel ölçekte saygınlık kazandığını” belirterek, Çin’e övgüler dizilmekte.
ABD Başkanı Joe Biden, bu gelişmelerden çok önce, “Açıkça söylemeliyim ki, ABD Orta Doğu’da aktif bir partner olmaya devam edecektir. Bölgede Çin, Rusya veya İran tarafından doldurulacak bir boşluk bırakmayacağız” ifadelerini kullanarak hem tehdidini ve hem de niyetini açıklamıştı.
Ne var ki “bu işler” niyet beyan etmek ve tehdit etmekle yürümüyor. Nitekim ABD’nin tehdit ve niyetleri “boşlukları doldurmaya” yetmedi.
Washington’un Trump döneminde bölgeye “yeteri önemi” vermemesi, bölge ülkelerine tepeden bakması, Trump sonrası ABD’nin bölgede eskisi kadar “aktif” olamamasına neden oldu. Bu da Çin’in şimdilerde doldurarak yol aldığı “boşlukların” oluşmasını yol açtı.
Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” projesiyle Orta Doğu’da ilişkileri perçinleyerek, Suudi Arabistan ve İran’ı da Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) katarak bölgedeki ilişkilere yeni bir boyut kazandırıyor.
Çin’in arabuluculuğunda İran ve Suudi Arabistan, 10 Mart’ta Pekin’de bir araya gelerek, her iki ülkede olumlu karşılanan bir “normalleşme anlaşması” imzaladılar.
“Suudi düğümünün” çözülmesi, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Kuveyt gibi ülkelerle İran ilişkilerinin daha da sıkılaşmasına yol açtı.
Çin, Körfez’in en zengin enerji kaynaklarına sahip ülkeleri İran’la birlikte etrafında toplaması, enerjiye olan ihtiyacı “güvenceye” almakla beraber, önemli bir jeo-stratejik hamle yaparak ABD ve İsrail’de ‘rahatsızlığa’ neden oluyor.
ABD ve İsrail’de rahatsızlığı
ABD Trump döneminde ABD’nin ara buluculuğunda İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında “normalleşme” süreci başlatmıştı.
Sudan, Bahreyn, BAE ve Fas gibi ülkeler İsrail ile “normalleşme” yoluna giderek, ekonomik alanda iş birliğini güçlendirme adımları atmışlardı.
ABD, bu adımların bölgede yara alan nüfuzuna merhem olacağını ümit etmenin yanı sıra, hem İran’ı çevreleyerek kıskaca almak hem de bölge halklarının Filistin davasına sempati ve desteğine engel olmak, İsrail üzerinden Kızıldeniz, Doğu Akdeniz ve Basra Körfezi’nde hakimiyet kurmayı amaçlıyordu.
ABD tarafından dikta, şantaj, rüşvet gibi yöntemlerle söz konusu ülkelere dayatılan “normalleşme” adımlarının bu ülkelerin kukla rejimlerinde bir karşılığı olsa da halkları nezdinde zaten yoktu.
Bu nedenle Çin’in garantörlüğünde İran ile Körfez ülkeleri arasında yaşanan “normalleşme” süreci, ABD ve İsrail’in endişelenmesine, adeta uykularının kaçmasına yol açıyor.
Pekin’in Arap Yarımadası’nda attığı yeni adımlar, ABD’nin bölgedeki siyasi ve askeri nüfuzunun azaldığına işaret ediyor.
Gelişmeler önümüzdeki süreçte Pekin’in bu bölgede girişimlerini daha da artıracağı yönünde ilerliyor.
İran ile Körfez ülkeleri arasında başlayan “normalleşme” bölgede ticaret hacmini artıracağı gibi, Çin’in “sessiz” yükselişinin de sessiz olmayacağını gösteriyor.
ABD bölgede nüfuz alanlarını ne ölçekte genişlettiyse o ölçekte eşitsizlik yarattı. Bu “eşitsiz gelişme” yeni kapılar aralayacağı gibi, eskilerin kapanmasına da yol açabilir.
ABD Çin’e karşı kapıları aralıklı tutmak için, diğer emperyalist güçleri yanında tutmak istiyor. Çin’de aynı şeyi yapmak, olmadı tarafsızlaştırmak istiyor.
Diğer emperyalist güçlerin tutumunu ise elbette ki çıkarları belirleyecektir.
Burada kapılar kimin için aralanır, kimin için kapanır, diğer emperyalist güçlerin ABD’nin mi yoksa Çin’in mi yörüngesinde kümelenmelerine bağlı.