Asya Pasifik’te dev bir finans merkezi ve dünya deniz ticaretinin en işlek liman kentinden biri olan Hong Kong’daki gelişmeler, 7,5 milyonluk bu mega kenti bir kez daha uluslararası gündemin önemli konularından biri haline getirdi.
Carrie Lam önderliğindeki Hong Kong yerel hükümetinin çıkardığı, Hong Kong’da suç işleyenlerin Çin’e iadesini öngören bir yasa tasarısı, zaman zaman iki milyona ulaştığı iddia edilen dev kitle protestolarına yol açtı. Yasanın geri çekilmesine rağmen gösteriler devam ediyor. Zira protestocular yasanın geri çekilmesini değil, iptal edilmesini talep ediyorlar. Bu amaçla göstericiler Hong Kong hava alanını işgal etti, uçuşları engellediler. Hükümeti istifaya çağırarak parlamento binasını ablukaya aldılar.
Öte taraftan da eş zamanlı olarak “USS Green Bay” ve “USS Lake Erie” adında iki ABD savaş gemisi Hong Kong limanına doğru yola çıktı. Çin, gemilerin Hong Kong limanına yanaşmasına izin vermedi. ABD başkanı Trump, Çin Devlet Başkanı’na göstericilerle görüşme çağrısı yaptı.
ABD ve batılı emperyalistlere göre, demokrasi için sokağa çıkan gruplara karşı güvenlik güçleri orantısız güç kullanıyor. Çin’e göre ise sokağa çıkanları ABD sadece kışkırtmakla kalmıyor, aynı zamanda örgütlüyor. Çin ayrıca göstericileri terörist olmakla itham ediyor.
“İsyancılar”la görüşen ve geçmişte ABD’nin Musul, Bağdat ve Riyad elçiliklerinde çeşitli “görevlerde” de bulunmuş olan bir ABD diplomatının kişisel bilgi ve fotoğraflarının basına sızması/sızdırılması sonucu ABD Çin’i diplomatlarının hayatını tehlikeye atmakla suçladı. Çin ise ABD’yi komploculuk yapmak ve kriminal düşünmekle itham etti. Bu karşılıklı atışma ve suçlamalar eşliğinde Hong Kong’da bir taraftan ellerinde ABD ve İngiltere bayraklarıyla Çin’e karşı, diğer taraftan Çin’i destekleyen gösteriler, hız kesmiş olsa da devam ediyor.
Fakat öte tarafta Hong Kong, aynı zamanda zaman zaman büyük işçi grevleriyle ve kitle eylemleriyle de yankılandı. Zira bu dev finans merkezi, kendi içinde derin sınıf bölünmelerine ve sınıfsal eşitsizliklere de sahiptir. Büyük zenginliğine rağmen nüfusun yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Dolaysıyla bu eksen üzerinde gündeme gelen talep ve özlemler de emekçileri harekete geçirebilmektedir.
Hong Kong’da gerçekte neler oluyor?
Bu sorunun yanıtı, konunun tarihsel arka planını özetlemeyi ihtiyaç haline getiriyor.
Britanya İmparatorluğu’nun Asya pazarlarında İngiliz sermayesinin çıkarlarını korumak amacıyla seferber olduğu 19. yüzyılın başlarında stratejik bir bölge olan Çin, İngiliz çıkarları önünde aşılması gereken bir engeldi.
Çin’de üretilen ve İngiliz pazarlarının büyük rağbet gördüğü mallardan biri olan çay, Çin’de üretiliyor ve Çin, İngiltere’ye büyük miktarlarda çay satıyordu. İngiliz şirketleri ise Çin pazarına istedikleri düzeyde giremiyordu. Bu durum, Britanya İmparatorluğu’nu rahatsız ediyor ve onu harekete geçmeye zorluyordu. Çin pazarlarına afyon sürmek atılan başlıca adımlardan biriydi. Bir başka İngiliz sömürgesi olan Hindistan’da ucuz emek gücüyle üretilen afyon, İngiltere tarafından ucuz olarak Çin pazarlarına sürülüyordu. Bağımlılık yaratan bir madde olan afyon, kısa sürede kendi pazarını büyütüyor ve Çin’de afyon bağımlılığı aşırı boyutlara ulaşmış bulunuyordu.
İngiltere ile ticarette ekonomik üstünlüğü kaybetmesinin yanı sıra afyon bağımlılığının ciddi bir toplumsal sorun haline gelmesiyle birlikte Çin, İngiliz afyon ticaretini kısıtlamak amacıyla önlemler almaya başlamıştı. Dahası afyon ticaretini yasakladı ve ülkeye giren afyona el koyarak yakmaya başladı. Bunun sonucu olarak 1833’te, Britanya’nın Asya kıtasındaki sömürgeci yayılmacılık sürecinde temel önemde bir rol oynayan afyon ticaretinden elde edilen kâr, belirgin biçimde düşmeye başladı.
Çin ve İngiltere arasında gerilen ticari ilişkiler, 1839 yılında Birinci Afyon Savaşı’nın patlak vermesiyle sonuçlandı. Savaştan yenilgiyle çıkan Çin, 1842’den itibaren kendi ticari çıkarları aleyhine hükümler içeren bir dizi anlaşmaya imza attı ve kendi pazarlarını hiçbir kısıtlama olmaksızın İngiliz şirketlerine açmaya zorlandı. 1842 Nanking Anlaşması’yla Çin’in vermek zorunda kaldığı ödünlerden biri de Hong Kong’un yönetimini İngiltere’ye devretmek oldu.
İkinci Afyon Savaşı’ndan da yenilgiyle çıkan Çin, yenilenmiş “Nanjing Sözleşmesi” ile Kowloon yarımadasını, Stonecutters geçidini ve Island adalarını kaybetmesinin yanı sıra afyonun yeniden dolaşıma girmesini kabul etmek durumunda kaldı.
İngiltere tarafından sömürgeleştirilmesinin ardından Hong Kong’un kaderini belirleyen bir başka gelişme ise 1959’daki büyük Çin Devrimi oldu. Hong Kong üzerindeki etkileri karmaşık olan Çin Devrimi’ni 1960’da Kültür Devrimi izledi. Kültür Devrimi’nin Hong Kong üzerindeki etkisi sarsıcı oldu ve bu kendisini sömürgeciliğe karşı büyük kitle eylemleri biçiminde dışa vurdu. Bu hareketler en katı yöntemlerle bastırıldı.
İngiltere’nin 99 yıllığına kolonyal bir düzen içerisinde yönettiği Hong Kong 1997 yılında Çin’e devredildi. 1997’den bu yana 22 yıldır Hong Kong “bir devlet iki sistem” adı altında özerk bir statüyle yönetiliyor.
Aynı zamanda emperyalist kışkırtma
1997’den beri Çin Halk Cumhuriyeti’ne özerk statüsüyle bağlı olan Hong Kong’da bugün yaşananlar, Hong Kong ve Çin arasında cereyan etmekle birlikte emperyalist hegemonya kavgasını da kapsıyor. Nitekim Hong Kong’daki gelişmeler, özellikle de Çin’i ABD ve İngiltere ile bir kez daha karşı karşıya getirmiş durumda.
İngiltere Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, Çin’i 1984’te yayımlanan Çin-İngiliz Ortak Bildirgesi’ne uymamakla suçluyor ve Çin’in bunun sonuçlarına katlanacağı tehdidinde bulunarak “Hong Kong halkının arkasındayız ve uluslararası yükümlülüklerin yerine getirilmesini bekliyoruz” açıklaması yapıyor. Çin’in Londra Büyükelçisi Liu Xiaoming ise bu açıklama üzerine, “Bazıları Hong Kong’u hâlâ İngiliz yönetimi altında sanıyor” diyerek tepkisini göstermiş ve “Bay Hunt’a sormak istiyorum: İngiliz sömürge dönemindeki Hong Kong’da herhangi bir demokrasi var mıydı? Hong Kongluların protesto etme hakkı bile yoktu” demişti.
ABD ve diğer emperyalistler, Hong Kong’un geçmişte ve gelecekteki stratejik konumunu ve önemini gördükleri ve bildikleri gibi, Çin de bunu görüyor, biliyor ve adımlarını ona göre atıyor. Çin’den gelip Hong Kong’a yerleşen Çinli kapitalistler, yeni zenginler şu ana kadar Hong Kong’daki taşınmazların yüzde 60’ını satın almış bulunuyorlar. ABD’nin en büyük karın ağrısı da buradan kaynaklanıyor.
Hong Kong’daki gelişmelerin Çin’in ABD ile devam eden ticaret savaşları ve hegemonya kavgasına yeni bir ivme kazandıracağı muhakkaktır. ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin bölgede Çin’i kuşatmayı ve mümkünse diz çöktürmeyi hedeflediği biliniyor. Hong Kong’da olan biteni de bu amaca vesile edeceği muhtemeldir. Zira Hong Kong da tıpkı Kuzey Kore, Güney Çin Denizi ve ticaret savaşları gibi uluslararası emperyalist güçlerin bir kavga alanı haline gelmiş durumdadır. Batılı emperyalistler de adayı kıta Çini’ne karşı bir mevzi ve bir sıçrama tahtası olarak kullanma peşindedirler.
Kendisi de emperyalist bir güç olan Çin, Hong Kong’da “bir devlet iki sistem” adı altında kurduğu ve kontrol ettiği baskı ve sömürü düzeni ile Hong Konglu işçi ve emekçilerin, en azından bir kısmını, ABD ve diğer emperyalist odakların kendi emellerine alet edebilmelerine açık hale getirmektedir. Buna rağmen, ABD ve İngiltere gibi emperyalist haydut devletlerin bayrakları ile yola çıkarak, işçi ve emekçiler lehine bir çözüm olamayacağını da belirtmek gerekiyor.
Daha yakın zamanda Libya, Irak ve benzeri yerlerde ABD bayrakları ile “demokrasi” arayanlar kendi ülkelerinde mülteci durumuna düşmekle kalmadılar, “daha iyi bir gelecek için” gemilerle çıktıkları ölüm yolculuklarında boğularak ölüyor ve ancak gazetelerde bir iki satırlık habere layık görülüyorlar. Hong Kong’da da emperyalist bayrakların gölgesinde elde edilecek “çözüm”, yıkımla beraber çözümsüzlüğün ötesine geçemeyecektir.
Çünkü emperyalizmin, dolasıyla “Günümüz kapitalizminin asalaklaşması ve çürümesinin aldığı bu korkunç ve yıkıcı boyutlar, ‘Ya barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm’ ikilemini her zamankinden daha yakıcı bir biçimde insanlığın önüne koymaktadır. Uluslararası proletarya önderliğinde zafere ulaştırılabilecek olan dünya devriminden başka hiçbir çözüm, insanlığı kapitalizmin barbarlığından, emperyalizmin baskı, sömürü ve köleliğinden, savaşların yıkım ve felaketlerinden kurtaramaz.” (TKİP Programı)