10 Mart akşamı Çin, Suudi Arabistan ve İran Pekin’de ortak bir açıklama yayınladılar ve bu açıklama dünya çapında büyük etki yarattı. Yapılan açıklamada Pekin’de birkaç gün boyunca sessizce süren ve kamuoyunda gürültü koparılmadan varılan anlaşmayla, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi duyuruldu. Anlaşmada, büyükelçiliklerle temsilciliklerin iki ay içinde yeniden açılmasını öngörüyor. Üç ülke, bölgede barış ve güvenliği güçlendirmek için her türlü çabayı göstermeye istekli olduklarını ifade etti. Bu gelişme, "Suudi-İran ilişkilerinde yeni bir sayfa", "Orta Doğu diplomasisi için ileriye doğru büyük bir adım" ve "Çığır açan bir dönüm noktası" biçiminde yorumlandı. Ne de olsa Çin, uzun süreden beridir Suriye krizi, Lübnan’daki durum, Yemen’deki iç savaş ve diğer konularda anlaşmazlığa düşmüş Şii ve Sunni dünyayı temsil eden Orta Doğu’daki iki "baş düşmanlar"ı uzlaştırmayı "başarmış", İran ve Suudi Arabistan ölümcül düşmanlıklarını gömmek istediklerini açıklamışlardı.
Pekin’den gelen haberler gerçek bir sansasyon oldu. Orta Doğu’nun ezeli rakipleri Suudi Arabistan ve İran, yıllardır bozulan ilişkileri uzlaştırmak ve normalleştirmek istiyor. Ancak atılan bu adıma aracılık eden ülke, bölgenin klasik hegemon gücü olan ABD değildi. Tahran ile Riyad arasında müzakerelerin yürütücüsü ve "sonuca bağlayıcısı" Çin’di. ABD’nin, Suudiler ve İranlılar arasında arabuluculuk yapma şansı yok gibiydi. Düşmanlıkları görünenin ötesinde daha derinlere uzanan iki bölgesel güçlerden biri Şii İran, Washington’un baş düşmanı olarak görülüyor ve Suriye, Irak ve Yemen’deki Şii grupları destekliyor. İkili arasında on yıllardan beridir herhangi bir ilişki yok. Sünni Suudi Arabistan ise ABD’nin en yakın müttefiklerinden biri. Petrol rezervleri nedeniyle onlarca yıldır Amerika’nın "benzin istasyonu"ydu ve Washington’un koruması altındaydı. Şimdi ise Suudiler Çin pazarına ve diğer Asyalı müşterilere petrol sağlıyor. Öte yandan Çin, son zamanlarda İran ile ilişkileri daha da geliştirdi. Mart 2021’de İran’la siyasi, diplomatik ve kültürel ilişkilerin ötesinde enerji, finans, ulaşım, konut gibi sektörlerde projeler içeren 25 yıllık devasa bir anlaşma imzalamıştı.
"ABD’nin suratına bir tokat ve Çin’in yükselen güç olduğuna kanıt"
Bölgenin iki önemli ülkesi arasında varılan anlaşma, Brookings Enstitüsü’nden Jeffrey Feltman tarafından "Bu, muhtemelen haklı olarak, Biden yönetiminin suratına bir tokat ve Çin’in yükselen güç olduğuna kanıt" olarak yorumlanmaktadır. Çin’in üst düzey diplomatı Wang Yi ise müzekereyi, "Bu, dünyada büyük bir kargaşanın olduğu bir dönemde diyalog için bir zafer, barış için bir zafer ve önemli bir iyi haber" olarak değerlendirdi. Daha önce bölgedeki ticaret, enerji ve diğer ekonomik politika atılımlarına da güvenen Pekin, anlaşmayı siyasi bir başarı olarak görüyor.
New York Times, Pekin’in başardığı bir "darbeden" bahsediyor. Financial Times, İran-Suudi anlaşmasının "Çin diplomasisi için bir zafer" olduğunu iddia ediyor ve "Pekin’in Orta Doğu’da artan etkisinin" altını çiziyor. Bu, "Riyad ile geleneksel olarak güçlü bağları son zamanlarda soğumuş olan ABD için de bir meydan okuma" diyor. The Guardian, Çin’in bugüne kadar ABD çıkarlarına çok sıkı sıkıya bağlı olan Suudi Arabistan üzerinde neden bir anda bu kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu merak ediyor.
Suudi Arabistan ile İran arasında uzunca bir süre Orta Doğu’da “Soğuk Savaş” olarak değerlendirilen husumet, "bölge güvenliğini" etkileyen bir faktördü. Birçok ülkenin “arabuluculuk” çabaları sonuçsuz kalmıştı. Bölgenin iki önemli ülkesi, Suudi Arabistan ile İran arasındaki çelişki, gerilim ve çatışma birçok karmaşık faktörleri iç içe barındırıyordu. Dolayısıyla iki ülke arasındaki çatışmayı hafifletmek yakın zaman içinde "imkansız" gibi görülüyordu. Pekin görüşmelerinin "sonuç vermesi", "imkansız"ın aşıldığının göstergesi kabul edildi. ABD hükümetinin bu sonucu memnuniyetle karşılamak bir yana, Çin’in bir "barış arabulucusu" olarak kendinden habersiz rol oynamasından "derinden rahatsız" oldu. Zira Suudi Arabistan-İran diyaloğu ABD’nin Orta Doğu politikasına, krizler ve çatışmalar yaratma ve bir ülkeyi kendi çıkarları ekseninde diğerine karşı konumlandırma yaklaşımı darbe almış oldu.
Bunun gerçekten Pekin lehine ve Washington aleyhine bir "güç kayması" olup olmadığını başka faktörlerle birlikte zaman gösterecek olsa da Çin’in önemli bir inisiyatif gösterdiği tartışmasızdır. Ancak gene de gelişmeler belirsizliğini korumaktadır. Zira hammadde zenginliğiyle geçinen komşu devletler, ister Yemen’de ister Lübnan’da isterse de Bahreyn’de olsun, yıllardır açık veya gizli vekalet savaşları kullanarak birbirleriyle savaşıyorlar. Suudi Arabistan ile İran arasındaki normalleşmenin Yemen savaşının sonunu getirip getirmeyeceği de ucu açık bir sorudur. Bunca yıldır Suudiler, modern silahlı kuvvetlerine rağmen İran donanımlı Husi isyancıları, BAE ile birlikte başlattıkları savaşı kendi şartlarında bitirmeyi başaramadılar. Savaş, tüm "barış çabalarına" rağmen alevlenerek 8 yıldır devam ediyor. Yemen’i güney arka bahçesi olarak gören Riyad’ın, İran destekli Husi milislerin hakimiyetine müsammaha gösterip göstermeyeceği sorusu da ortadadır.
"Barışın şafağı için bir umut" mu?
Son yıllarda dünyada önemli sonuçlara yol açan yerel-bölgesel savaşlar, gerilim ve çatışmaların yaşanmasından hareketle, Suudi Arabistan-İran müzakerelerinin Pekin‘deki ‘‘başarısı‘‘ özellikle de Çin tarafından övgülere konu ediliyor. ‘‘Uluslararası toplumda uzun süredir görülmemiş bir heyecan yaratıldığı" iddası ileri sürülerek yapılan anlaşma, "dünya insanlarının mevcut ortak özlemlerini yansıtıyor" biçiminde sunuluyor. Sanki Ortadoğu’da barış sağlanmış havalarında… Barışın insanlığın ortak özlemi olduğu doğru ama atılan adımın, varılan anlaşmanın Orta Doğu’ya barış getirmediği gibi akibeti de belirsizdir.
"Savaştan ne kadar çok acı çekilirse barış arzusunun o kadar güçleneceği" inancından hareketle Çin, bölgesel barış ve güvenlik için sürekli çaba sarf ettiği inancında. Pekin’deki Suudi Arabistan-İran görüşmeleri bunun kanıtı, Çin’in Küresel Güvenlik Girişimi’nin de başarılı bir uygulaması olarak kabul edilmektedir. "Hangi açıdan bakılırsa bakılsın" Suudi Arabistan ile İran’ın Pekin’de el sıkışması ve uzlaşması bir "milattır" diyen Çinli liderler, anlaşmayı da karmaşık ihtilafların çözümü için bir örnek olarak sunmaktadırlar. Yemen, Suriye, Ukrayna ve dünyanın diğer bölgeleri gibi savaştan zarar görmüş bölge ve bölgelerdeki insanlar, bu uzlaşıyı "diyalog ve barışın şafağı için umut" olarak görebilirler inancındadırlar.
Çin, Orta Doğu’da etkisini artırıyor
Sessizce bir dünya gücüne dönüşen ve dünya egemenliğine oynayan Çin, Orta Doğu’da da etkisini artırıyor. Ortadoğu’daki varlığını yıllardır istikrarlı bir şekilde genişletiyor. İran, Suudi anlaşması gibi büyük bir adımla buna yenisini eklemiş bulunuyor. Çin’in dün bölgedeki çıkarlarının yalnızca ekonomik olduğunu ve önemli bir siyasi oyuncu olmak istemediği varsayılıyor, Çin de sorunu böyle ortaya koyuyordu. Refik Hariri Merkezi’nin kıdemli direktörü Will Wechsler, "Çin bugün de bölgesel bir askeri varlık değil, yalnızca diplomatik nüfuz istediğini vaat edecek" diyor ve ekliyor: "Dünya, bırakın bugünün vaatlerini, dünün vaatlerine de asla inanmamalıydı."
Scowcroft Orta Doğu Güvenlik Girişimi Direktörü Jonathan Panikoff, Katar’ın Doha kentinde düzenlenen bir konferansta "Çin’in bölgede yalnızca pasif bir ekonomik çıkarı olduğu" şeklindeki yaygın görüşle karşılaştığını aktarıyor. Ancak "ekonomik ve ticari bağlar genellikle yerini siyasi angajmana bırakır ve bu da sonunda istihbarat ve güvenlik işbirliklerine yol açabilir" olgusuna dikkat çekiyor. Pekin’in bölgedeki yeni güçlü rolü de bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Çin’in bölgedeki gelişen ve giderek güçlenen etkisi, Amerikalılar ve diğer Batılı koalisyon ortakları için "felaket" anlamına gelebilir inancı uzmanların ortak fikri olarak paylaşılıyor. "Çin’in giderek daha fazla sürücü koltuğuna oturduğu bir dünyada anlaşılması gereken yeni koordinatlar var" görüşü yaygınlık kazanıyor.
Orta Doğu Güvenlik Girişimi Direktörü Jonathan Panikoff, bu konuda şunları ifade ediyor: "…hiç şüpheniz olmasın, Çin’in egemen olduğu bir Orta Doğu, ABD ticaretini, enerjisini ve ulusal güvenliğini temelden baltalayacaktır."