“Tersaneler cehennem işçiler köle kalmayacak!”

Gemi söküm direnişinde önemli bir inisiyatif gösteren ve direnişin gelişiminde kritik rol oynayan EİB bileşenleri ile süreç hakkında konuştuk…

  • Haber
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 01 Mart 2022
  • 16:00

Türkiye işçi sınıfı 2022’ye art arda patlayan ve birbirini tetikleyen eylemlerle merhaba dedi. Onlarca kentte direnişler ve iş durdurma eylemleri yaşandı. İşçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya bırakıldığı ekonomik-sosyal yıkıma karşı duyduğu tepki ve öfkenin dışa vurumları olan bu eylemlerin bir kısmı halen devam ediyor. Ağırlaşan kriz koşulları ve bunun işçi sınıfına yansımaları düşünüldüğünde, sınıf hareketine ivme kazandıracak yeni direniş ve mücadelelerin kapıda olduğunu söylemek de bir kehanet olmayacaktır. Direnişlerin taleplerinin büyük oranda ortak olduğu düşünüldüğünde, farklı işkollarında direnişe geçen işçileri bir araya getirmenin olanakları da giderek çoğaltmaktadır. Bu açıdan her bir direnişin ders ve deneyimleri, işçi sınıfının mücadelesi için öğrettikleri hayati bir önem taşımaktadır.

Bu direnişler arasında, yaklaşık 1500 işçinin katıldığı ve bir havza direnişi niteliği arz eden Gemi Söküm işçilerinin fiili grevi belli açılardan özgün bir yerde durmaktadır. Hiçbir ön hazırlığa ve buna dayalı bir örgütlülüğe dayanmadığı halde, 22 ayrı firmanın işçilerini bir araya getiren, daha önce bu tür bir eylem deneyimi olmadığı halde 11 gün boyunca süren ve havzadaki uzun yılları bulan suskunluğa son veren eylemlik süreci birçok açıdan değerlendirmeyi hak ediyor.

Bu önemli eylemi, eylemin nedenlerini ve gelişim seyrini, taşıdığı zayıf ve güçlü yönlerini, kazanım ve sonuçlarını direnişin başından itibaren gemi söküm işçileriyle omuz omuza olan EİB bileşenlerinden, emek kamuoyunun Kastaş direnişinden hatırlayacağı Sonay Tezcan ve yine emek kamuoyunun Kocaer ve Gürmak direnişlerinden tanıdığı Yücel Memiş ile konuştuk.

***

-11 günlük direnişin en büyük kazanımlarından biri gemi sökümdeki çalışma koşullarını ve işçilerin temel taleplerini tekrar kamuoyunun gündemine taşıması oldu. Artık gemi sökümlerdeki çalışma koşulları ve işçilerin talepleri az çok bilinir durumda. Bu yüzden doğrudan eylemli süreçten başlamak istiyoruz. Gemi sökümlerde ne oldu da uzun yılları bulan suskunluk cenderesinden çıkıldı? Eylem nasıl başladı? İşçilerin talepleri neydi? Eylem nasıl bir gelişme seyri içinde ilerledi?

Sonay Tezcan: Gemi söküm her türlü kuralsızlığın kural haline geldiği bir yer. Çalışma koşulları oldukça ağır. Daha önce Tuzla merkezli olarak genelde tersaneler ve özelde gemi söküm, kamuoyunun gündemine yaşanan iş kazaları ve işçilerin eylemleri üzerinden taşınmıştı. Sonra birtakım düzenlemeler yapıldı. Bunların bir çözüm olmadığını zaten biliyorduk.

İlk eylem 10 Şubat günü Kalkavan firmasında gerçekleşti. Bir günlük iş durdurma eyleminin ardından işçiler istediklerine yakın bir oranda zam almayı başardılar. Ancak diğer firmaların patronlarının baskı kurmasının ardından Kalkavan verdiği zammı geri çekti. 11 Şubat’ta ise yine zam talebiyle AGS, Işıksan, Kursan işçileri de iş bıraktı. Aynı gün AGS’de iş bırakma sırasında Erdoğan Çam isimli yönetici işçilere yemek vermiyor ve ekmek dolabını kilitliyor. Kalkavan’daki zammın geri çekilmesi ve özelikle AGS'de yaşanan dolap kilitleme ve yemek dökme olayları firmadan firmaya yayıldı ve işçilerin öfkesine sebep oldu. Eylemlerin arkasındaki temel dinamik tersanelerde süre giden insanlık dışı çalışma koşullarıdır. Bu yanı ile eylemlerin aslında yılların birikimine dayanan bir tepkinin ekonomik krizin yıkıcı sonuçları içinde kendini dışa vurmasının ürünüdür diyebiliriz.

-Siz eylemlerle nasıl ilişkilendiniz?

Sonay Tezcan: 11 Şubat günü iş bırakma haberini alarak AGS firmasının önüne gidip işçilere seslendik. Aynı sorunların bütün firmaları kestiğini, ancak eylemlerin tek tek firmalara sıkışarak yapıldığını, taleplerin ortaklaştırılarak patronların karşısına ortak biçimde çıkılması gerektiğini, yemekhanelerde bekleme halinden çıkılarak ana kapıda toplanılması gerektiğini, bunun hem ortaklığı sağlayacağını hem de eylemi daha görünür kılacağını anlattık. Bir sonraki gün destek için ana kapıda olacağımızı belirttik.

Konuştuğumuz işçiler somut bir şey söylemediler. Nihayetinde önden bir bağımız yoktu. Bizi tanımıyorlardı. Hatta sosyal medya üzerinden akşam yazıştığımız bir işçi kimsenin sabah ana kapıya gelmeyeceğini bize söyledi. (Sonradan öğrendik ki 150 kadar işçi bir arada bu öneriyi tartışmış ama çok sıcak yaklaşılmamış.)

Yazıştığımız işçinin olumsuz dönüşüne rağmen sabah tersane ana kapıya gitme kararımızı değiştirmedik. İşçilerin bizi fark edebilmesi için alel acele bir ozalit hazırladık. Alan ulaşım olmayan bir alan. Taksilerle Aliağa’dan geçtik. Pankartı ana kapıda açarak beklemeye başladık. Önce birkaç servis bize aldırmadan geçti. Arkasından birkaç tanesi önümüzde beklemeye başladı. Sonradan öğrendiğimize göre inip inmemeyi servislerin içinde tartışmışlar. Sonra inenler oldu. Arkasından onları görenlerin etrafımızda toplanması gerçekleşti.

Sonra etrafımıza epey kalabalık toplandı. Başta her kafadan bir ses çıkıyordu. Tüm arkadaşlar işçiler arasına dağılarak ne yapılması gerektiği üzerine fikirlerimizi anlatmaya çalıştılar. Yer yer “siz kimsiniz, ne için buraya geldiniz” diyerek bize tepki gösteren işçiler de oldu. Bunlardan bazılarının sonradan en fazla birlikte davrandığımız arkadaşlar olduğunu da ekleyeyim. Bu arada Devrimci İşçi Partisi'nden arkadaşlar da yanlarında bir ÇHD avukatı ile birlikte alana geldiler. Kart basıp basmama ile ilgili tartışmalar vardı. “Kart basıp geri gelelim” diyenlerden “firmalara geri dönelim” diyenlere kadar bir dizi tartışma yaşandı. Avukat arkadaşın bir konuşma yapmasının iyi olacağını düşündük. Bu arada tek tek tartışmalardan çıkıp bir arkadaşımız üzerinden megafonla işçilerin toplamına seslenmeye başladık. Sonra yeterince işçi toplanınca avukat arkadaş bir konuşma yaptı. Arkasından arkadaşımız tekrar konuşmaya devam etti.

-Komite orada oluşturuldu galiba.

Yücel Memiş: Komite fikri ilk andan itibaren işlendi. Ortada bir eylem vardı. Artık tek tek işletmelerden çıkılmış, değişik firmalardan önemli sayıda işçi bir araya toplanmıştı. Eylemin ortak bir temsiliyetinin oluşturulması ve taleplerinin belirlenmesi gerekiyordu. Aslında belki bundan önce yapılması gereken firma komitelerinin oluşturulması olabilirdi. Ama mevcut kargaşada bu çok mümkün olmayacaktı. Bu da belirsizlik halini güçlendirecekti. Komiteyi hemen oluşturmanın sonra firma komitelerini örgütlemenin o şartlarda daha gerçekçi olacağını düşündük. Megafondan her firmadan bir işçinin seçilmesi ve bunların hızla bir araya gelmesi çağrısı yaptık. Sonuçta komite oluştu. Biz başta tam fark edemedik ama işçiler kendi firmalarını temsilen patronla ilişkilerini düzenleyen, zaten temsilci diye adlandırılan insanları göndermişlerdi. Bunu fark ettiğimizde yeni bir tartışma ve dağınıklığa yol açmasın diye müdahalede bulunmadık. Bunu zamana bıraktık. Aynı sırada konuşmalara devam ettik ve burada bir dizi karar alındı. Bunlardan bir tanesi Aliağa merkezinde bir eylem yapmaktı. Ertesi gün pazardı ve böyle bir eylemin hem toplumsal muhalefetin dikkatini direnişe çevirmesine yol açacağını hem de işçinin özgüvenini geliştireceğini düşündük. Aliağa’da bir miting yapılması önerisi kabul edildi. Sesimizi duyurmak için farklı yerlerde açıklamalar yapılabileceği önerildi. İşçilerden birinin firmaların önüne yürünüp diğer işçileri de eyleme katma fikri megafonla duyurulduğunda coşkulu alkışlarla onaylanarak yürüyüşe dönüştü. Tek tek firmalar önüne gidildi. Oradaki sorunlara değinen konuşmalarla işçiler eyleme katılmaya çağrıldı. Böylece 6 firmada başlayan eylem yürüyüşle birlikte 22 firmanın tamamına yayılarak tüm Gemi Söküm’de üretim durdurulmuş oldu. Esas olarak komite 22 firmadan temsilcilerin katılımıyla bu yürüyüşten sonra oluşturuldu.

-Gerçekten bu arada oluşan hava ve ortaya çıkan görüntüler görülmeye değerdi. Alana ve sorunlarına çok hâkim değildiniz galiba buna rağmen tek tek firmaların sorunları nasıl işlendi?

Yücel Memiş: Dikkatli izlerseniz yandan işçiler “bunu söyle abi” diye sufle veriyor. Şaka bir yana sonuçta genel plandaki sorunları, hayat pahalılığını, bilinen çalışma koşullarını anlatıyorduk. Tabi arada işçiler gerçekten “şunu söyle bunu söyle” diye yönlendiriyordu. Her işletmenin öne çıkan sorunlarına hâkim olan işçiler vardı. Bunlar bize yol gösterdi. Yürüyüş anı işçilerle bizim canlı, dinamik bir bağ kurduğumuz bir andı. İşletmeler önünde yapılan konuşmalar gerçekten etkili oldu. Ama bu her bir tersanenin sorunlarına hâkim olan işçiler sayesinde gerçekleşti. Yürüyüşün kendisi ve coşkusu, bu sırada yapılan çağrılar eylemin bütün tersanelere yayılmasını sağladı. İlk gün eylem 16.00 gibi ertesi gün tekrar ana kapıda buluşma kararıyla bitirildi. Bu arada CHP ilçe yönetimi üzerinden işçilere üç kişilik bir heyet ile görüşme talebi geldi. İşçiler işverenler buraya gelerek komitenin hepsiyle görüşecekler diyerek bu talebi reddettiler. Bu bile ilk gün oluşan coşkunun nasıl bir kararlılık yarattığının göstergesiyle.

-Dışardan bakıldığında ilk günkü coşkulu havanın ikinci gün yerini dağınıklık, belirsizlik ve suskunluğa bıraktığı gözlemlendi. Bunun nedeni neydi?

Sonay Tezcan: Aslında ilk günün sonuna doğru bazı sorunlar oluştu. Alana birçok yapı geldi. Bunlardan Evrensel muhabirinin müdahalaesi sonucu Aliağa eyleminin geri çekilmesine yol açan, toplamda işçilerin geri yanlarına oynayarak kargaşaya yol açan tutumlarını şimdilik bir kenara koyuyoruz. Bunu Liman-İş'in alana gelmesiyle başlayan sendika tartışması izledi. Polis ilk günden itibaren kendi tabirleriyle “dışardan gelenlerle” işçiler arasında bir duvar örmek, bu noktada işçilerin aklını karıştırmak için her şeyi yaptı.

Polisin kimin tarafında olduğuna dair bir bilinci, deneyimi olmayan özellikle genç işçiler, eylem kırıcılığına soyunmuş polisin yönlendirmeleriyle kafa karışıklığı yaşamaya başladı. İlerleyen saatlerde ara buluculuk yapma iddiasıyla gelen polis amirinin ilk sözleri “çok haklısınız, zam talebiyle tabi eylem yapabilirsiniz” iken son sözü “ama aranıza dışarıdan gelenleri almayın” oldu. Akşam komite üyeleri aranarak alandan çıkarılmamız istendi. İşçiler (aslında komitedeki işçiler) “alandan çıkaramayız onlar olmazsa bu eylem olmazdı” deseler de bizi işlerine çok karıştırmamak gibi bir tutumun içine girdiler. Devlet patronlara arka çıkarken işçinin doğrudan karşısına dikilmeyip niyetini gizlerken, bizi dolaysıyla fiili meşru mücadele anlayış ve yöntemlerini saf dışı bırakmayı amaçlayan bir yol tuttu. Bu müdahalenin işçiler üzerindeki etkisini bizler direnişin 2. ve 3. günündeki sessizlik, korku, EİB’e uzak durma, ne yapacağını da bilememe olarak gözlemledik. Burada üstten bir müdahalenin direnişi bölebileceğini düşündük. Zira daha mücadeleci birçok işçi mevcut tablo ile ilk günkü tabloyu karşılaştırıp “ilk gün konuşan arkadaşlar nerede, konuşsunlar da alan toparlansın” demeye başlamıştı. Sabırla yapılmak istenenin esasta EİB’i alandan çıkarmak değil, eylemi zayıflatma çabası olduğunu anlatmaya giriştik. Polis önce “dışardan” diyerek yalıtmak istediği EİB güçlerinden birini 3. gün gözaltına alarak esas niyetini gözler önüne sermiş oldu. Bu da istediği şey olan tedirginliği büyüttü.

Bizim müdahalemizin gene bizim müdahalemizle seçilen komite tarafından sınırlandığı 2. ve 3. gün alanda kopmalar başladı. Belki işe dönüşler çok sınırlı idi ama işçiler mevcut belirsizlik ve dağınıklık içinde alana gelmiyorlardı. Bizler işçilerin birliğini sağlamaya, gericilikle mücadele etmeye çalışırken Liman-İş Sendikası en büyük işletmelerden ikisini örgütlemeye çalışarak yeni bir bölünme daha başlattı. Ufukları çok genişti! “Şimdi bir sendikaya girin atılırsanız tazminat alırsınız. Olmadı sonra gene istifa edersiniz”. Sendika meselesi geçmiş kötü deneyimleri olan işçiler tarafından gerilimle karşılandı, sonuç olarak sendika tartışması bütünleşmeyi sağlamak yerine işçileri bölen bir rol oynamaya başladı.

- Nasıl aşıldı bu boğucu tablo?

Yücel Memiş: Yani biz oldukça ilkeli, açık ve samimi davrandığımızı düşünüyoruz. Gerçekleri eğmeden bükmeden olduğu gibi anlattık. Bu tür müdahalelerin bir kısmı kamuoyuna yansıdı bir kısmı ise işçilerle bizim aramızda kaldı. Nihayetinde işçi bizi tanımıyordu. Dış yönlendirmelerle birlikte tedirginliği ve kaygıları normaldi. Ama bu direnişe zarar veriyor, onu güçten düşürüyordu. İlk andan itibaren yanlarında olmamızın, baştan itibaren bir yandan doğru bildiğimizi açıkça söyleyip yol göstermeye çalışırken, öte yandan da sürekli işçinin inisiyatifini öne çıkaran bir tutum içinde olduğumuz işçi tarafından anlaşılıyordu. Bu kaygıların aşılmasında kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Yeni tanışıyor olmamızın yol açtığı doğal mesafe sayılmazsa işçinin bize karşı tedirginliği daha çok polisin yönlendirmesinden ve EMEP gibi çevrelerin “dışardan gelenlere karşı dikkatli olun” söylemine sarılması ile olmuştu. Bizim davranışlarımızla oluşan güven, tüm işçiler için olmasa da kitlenin önemli bir kesimi için bir süre sonra bu söylemleri etkisizleştirdi.

İşverenlerle yapılan görüşmede işveren derneği başkanının işçiyi ezmeye çalışması, emniyet müdürünün aba altından sopa göstermesi de işçi açısından hem kırıcı ama hem de aydınlatıcı oldu. Ertesi gün dağılmakla yüz yüze kalan eylemi ayakta tutmak için yoğun çaba gösterdik, işçileri tek tek arayarak alanda kalmaya ikna ettik. Polis ve patronların iş birliği artık gün yüzüne çıkmış, bizlerin uyarıları, tutumları işçilerin aklında bir yere oturmaya başlamıştı. Ertesi güne direniş iradesinin tekrar konulması alandakiler için moral oluşturdu. İşçilerden gelen öneriyle bu sessiz geçen günlerde iş başı yapan henüz sınırlı sayıda olan arkadaşlarını yanına çekmek için çıkış saatinde alkışlı eylem fikri hayata geçirildi. Biz yine bu aşamada birliği tekrar toparlamak için ikinci kez firmalara yürüyüş önerdik ve kabul edildi. İkinci yürüyüş de coşkulu şekilde gerçekleşti. Aslında ilk günkü öfke patlamasından farklı olarak bu yürüyüşte işçiler ne yaptığını bilerek davranıyordu. Sınırlı öğretilerle dahi patronlar karşısında ilk gün kurulan birliği ve bütünlüğü geri istiyordu. Ve bunu sağlamak için bizimle davranması gerektiğini görüyordu. Tabi ki bütün işçiler için değil ama direnmek isteyenlerin önemli bir kısmı için bu geçerliydi.

-Bu toparlanmanın ardından işçiler Aliağa’da kelimenin gerçek anlamıyla bir miting gerçekleştirdiler. Herkesin hem fikir olduğu konu eylemin bu bölgede son yıllarda gerçekleşen en kitlesel ve coşkulu işçi eylemi olduğu idi. Gerçekten de alana büyük bir coşku hâkimdi. Bu eylem ve etkileri üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Sonay Tezcan: Aliağa eylemi bizim açımızdan gemi söküm işçilerinin sorunlarını kamuoyuna en geniş şekliyle açıklamanın, taleplerinin karşılanmasında ısrarcı bir tutumun, emekçileri hayat pahalılığına ve kölece çalışma koşullarına karşı genel bir mücadele fikrine kazanabilmenin ve sınıfın diğer bölükleriyle eylemin ortaklaştırılmasının önemli bir ayağı idi. İşçilerle yapılan birebir görüşmelerle eylem yeniden gündemleştirildi. Sonra da bizim de katıldığımız komite toplantısında ayrıntıları ile planlandı. Eylem organizasyonu ve eylem anı komitenin en özneleştiği süreçlerden biri oldu. İşçiler alana çocukları ve eşleriyle geldiler. Böylece bizim direnişin başından itibaren altını çizdiğimiz direnişçi ailelerinin sürece katılması gerekliliği konusunda sınırlı da olsa bir yol alınmış oldu.

Her sektörden işçi eyleme katılarak destek oldu, mücadeleyi büyütme gayretine girdi. Bu fazlasıyla önemliydi. Çok sayıda siyasi parti, devrimci-ilerici örgütler gemi söküm işçisinin yanında, sermaye sınıfının karşısında olduğunu bir kez daha gösterdi. Öncesinde işçilerden bir heyet seçilerek Aliağa’daki tüm kurumlar tek tek dolaşıldı ve eylem çağrısı yapıldı. İşçilerin üyesi olduğu yöre dernekleri de çağrı yaptı. Bir gün içerisinde eylemin katılımı tüm kesimlerce hızlıca örgütlendi. Halaylarla, coşkulu sloganlarla işçi kenti Aliağa’da mücadele rüzgârı esti. Öyle ki bugün direniş sonlanmasına rağmen, eylemden edinilen moral motivasyonun kırmadığını da görüyoruz. Gemi söküm işçileri eylemiyle, tüm kamuoyuna “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedi, mücadelenin farklı yöntem ve araçlarla sürdüreceği iddiasına güven duydu. Ama eyleme katılan işçi sayısındaki belirgin sınırlılık, direnişin yaşadığı zayıflamayı da gösteriyordu. Herkes mitingin coşkusunu yaşarken biz bu tabloyu nasıl geri döndüreceğimizi tartışıyorduk.

- Bu eylemin ardından direnişin güçlenerek süreceğine dair bir beklenti oluşmuştu. Direniş neden ve nasıl sona erdi?

Yücel Memiş: Direnişin 2. ve 3. gününde yaşanılanları ve bunların yol açtığı bölünmeleri aktarmıştık. İşveren temsilcileriyle yapılan ve işçi temsilcilerinin ezilip, tehdit edildiği görüşmenin arkasından her firmanın yöneticileri ve çavuşları tek tek kendi firmalarındaki işçilerle bağ kurmaya çalıştılar. “İşe başlayın, talepleriniz ne ise görüşürüz, karşılarız” dediler. Aslında başlangıçta komite ve işçiler bu açıdan iyi bir sınav verdi. Tek tek görüşmelerin önü kesilmeye çalışılarak eylemi hep birlikte sürdürme kararlılığı gösterdiler. Biz de bu tutumu güçlendirmeye çalıştık. Ama bu kararlılık patronların baskı ve vaatleri karşısında direnişi bütünlüklü tarzda sürdürecek kadar güçlü değildi. Kalkavan gibi en büyük işletmenin kendi içine dönmesi, ama en çok da eylemin başlangıcında özel bir rolü olan AGS firmasında yaşanılan çözülme, hem moral bozukluğuna yol açtı hem de direnişi sürdürmek isteyen işçiler arasında onlara karşı bir öfkeye neden oldu. Bu aşamadan sonra diğer bazı firma işçilerinin kendi yöneticileriyle tek tek görüşmesinin önüne geçilemedi. Son ana kadar direniş alanında duranlar da çözülmeler direnişi iyice zayıflatmadan eylemi bitirmeye karar verdiler. Biz de bu kararı destekledik.

- Burada iki şey daha sormak istiyoruz, işçilerinin önemli bir kısmının birbiriyle akraba olduğunu biliyoruz. Bu ilişkiler direnişin zayıflama sürecinde rol oynadı mı? İkinci olarak da özelikle Yücel'in konuşmalarında direnişi bırakıp gidenlere karşı hep “düşmanlaştırıcı” olmayalım diye bir vurgu göze çarpıyor. Bu konuşulmuş bir şey miydi yoksa oradaki atmosfere göre mi yapılan vurgulardı?

Yücel Memiş: Başlarken akrabalık ilişkileri pozitif rol oynadı. Gemi söküm değerlendirilirken gözden kaçırılan noktalardan biri birçok işletmenin daha baştan neredeyse istediği tutarda bir ücret artışını aldığı halde eyleme katılmış olmasıydı. Buna rağmen bazı işçilerin eyleme katılmasında bu akrabalık ilişkilerin olumlu rolü göz ardı edilemez. Aynı şekilde aynı ilişkiler çavuşların baskı kurmasında bazı işçilerin direnişi bırakmasında da rol oynadı.

Direnişi bırakanlara karşı tutuma gelince, tabi ki bir yanda direniş devam ederken birilerinin direnişi bırakması, arkadaşlarını ve mücadeleyi yarı yolda bırakması manasına gelir. Ve bunu yapanlar eleştirilmelidir. Ama siz mücadeleye uzun vadeli bakıyorsanız, gerçek manada bir zaferin bütün işçilerin birleşmesi üzerinden kazanılacağına inanıyorsanız, işçilerin birbirlerine karşı düşmanlaşmamasına özen göstermek zorundasınız. İşçiler tabi ki bırakanlara tepkili, devam etmek isteyenler tabi ki öbürlerini suçluyor ama sınıf bilinçli bir yerden bakarsak onları buna sürükleyen nedenlere yüklenmek, tabi ki eleştirmek, ama her şeyden önce yeniden kazanmaya çalışmak daha önemli. “Birbirimizin yüzüne bakabilecek durumda olmalıyız” söylemi böyle bir bakış açısının ürünü. Alanda bunu yapan işçiler ve bazı kurumlar olduğu için bunu tartışarak belirledik.

-Direnişin her şeye rağmen bir dizi maddi kazanım sağladığını biliyoruz. Bazı firmalarda ücret artışı oldu. Çalışma koşullarında bazı düzenlemeler yapıldı. Son ana kadar bütünlüklü bir biçimde alanda kalan firmalardan Öge'de işten atma saldırısı püskürtüldü. Kılıçlar'da yalnız ücret artışı sağlanmadı. Direniş günlerinin ücretinin de bir kısmı işçilerin kararlı duruşu sayesinde alındı. Tüm bu kazanımlar üzerinden bakıldığı zaman EİB'in direniş sonunda yaptığı açıklamanın bu kazanımları yeterince öne çıkartmadığına dair eleştiriler var. Buna katılır mısınız?

Sonay Tezcan: Mevcut kazanımları tabi ki önemsiyoruz. Hem açıklamada hem de sonrasında işledik, işlemeye de devam ediyoruz. Kendi yolunu çizmeye çalışan Kalkavan için bir şey diyemiyoruz. Ama Öge ve Kılıçlar işçisinin talepleri kabul edilmeseydi biz gene onlarla mücadelelerinde ortak davranacaktık. Son ana kadar da onlarla birlikteydik zaten. Ama bunlardan ve diğer firmalardaki belli kazanımlardan yola çıkarak eylemin başarıyla sonuçlandığını söylemek hem mümkün değil hem de doğru değil. Bu eylemi somutta tam anlamayan biraz dışardan bakan bir bakış açısıdır.

Birincisi, eylemler bazı firmalardaki ücret talebi üzerinden başladı. Sonra diğer firmalardan işçiler de katıldı. Bu firmaların bir kısmı zaten istediklerine yakın bir ücret artışı almıştı. Belki Kalkavan'ın aldığı ilk zam kadar değil ama almıştı. O zaman eylemin başarıya ulaştırması gereken temel halka neydi? Bu aslında bütün eylem boyunca altı çizilen şeydi. 22 firmanın ortaklığı ve bunu sağlayan taleplerin kabulü. Buradaki birliğin kalıcı bir örgütlenmeye dönmesi buna dayalı ortak mücadelenin sürdürülmesi. Bazı kesimlere bu çok idealize edilmiş bir amaç gibi görünebilir. “Canım, bu ücret eylemi işçilerin ne aldığına bakalım” denilebilir. Ama bizim açımızdan eylemin asgari başarısının ölçütü bunu aşan bir yerde duruyor.

Eylem yenilmedi bunu en çok şu anda işçilerin havasından anlıyoruz. Ama kazanmadı da. Zira ortaya attığı talepleri ama daha da önemlisi kendi iç birliğini ve buna dayalı örgütlülüğünü koruyamadı. Bu temel gerçeği görmezden gelen, konuya sadece maddi kazanımlar üzerinden bakan bir bakış açısını doğru bulmuyoruz. Bu böyle olmakla birlikte, maddi kazanımların yanında çok önemsenmesi gereken başka bir kazanım alanı daha var. Bu da belli işçiler şahsında eylemin eğitici gücünün belirgin etkisidir. 11 günlük direniş son değil ancak başlangıç olabilir söylemini buradan ifade ediyoruz. En büyük kazanım işçinin daha güçlüsünü yapmak için neyin eksik olduğunu görüp görmediğidir. İşçinin direnişten ne öğrendiğidir. Ne tür farkındalıklar yaşadığıdır. Biz de açıklamada bunu söyledik. Ancak alınması gereken daha çok yol var. Ne yazık ki onyılları aşan suskunluk dönemi işçi sınıfı içerisinde önemli tahribatlara yol açtığı bir dönemin içinden geçtik. Bu tablodan yeni yeni çıkıyoruz. Sorunların kolayca ve hızla çözüleceğini düşünmemek gerekir.  

- Bütün bu tablodan EİB'in müdahalesinin direnişte özel bir yer tuttuğu gözüküyor. Siz kendiniz bu müdahaleyi değerlendirdiğinizde ne tür eksiklik alanları görüyorsunuz? Neyi yapıp neyi yapamadığınızı düşünüyorsunuz?

Sonay Tezcan: Sonuçta süreci anlattık. Direnişin zayıf ve güçlü yönlerini kendi müdahalemizden bağımsız görmüyoruz.

Yani öncelikle değişik zamanlarda iş kazaları ve ölümler üzerinden gündeme gelse de, biz de sayfamız üzerinden işliyor olsak bile gemi söküme bugüne kadar gerekli ilgiyi göstermemiş olmamızı başa yazmalıyız herhalde. Bizim Aliağa çalışmamız daha çok Petrokimya, metal, demir çelik gibi alanlara dayanıyor. Bölgeyi önceden daha iyi bilse idik bu çok faydalı olurdu.

Bunun dışında “şunu böyle değil de şöyle yapsaydık” diye söylenebilecek bir dizi şey var ama bazı konularda farklı tercihlerde bulunsaydık da bunların sonuçlarını kestirmek güç. Örneğin başlangıçta genel komite kurmadan önce belki de firma komiteleri oluşturmalıydık. Böyle bir dizi örnek verebiliriz. Ancak bu tür eylemlerde sizin ne yapmak istediğiniz ya da nasıl yaptığınız kendi başına belirleyici değil. İçerde yeterince örgütlü değilseniz durumu, sonucu sizin dışınızda etkileyen birçok faktör oluyor.

Yine de en büyük başarısızlığı firmalara dayalı alt komiteleri inşa etmede yaşadık diyebiliriz. Bizce bu direnişin de en temel eksikliği bu oldu. Bu konuyu hep gündeme getirdik, neredeyse baştan beri işledik ama demek ki önemini işlevini yeterince anlatamamışız. Yukardaki süreçler ve bunların yol açtığı sorunlar da bunda etkili oldu. Biz nihayet bu noktada bir mesafe kat etmeye başladığımızda direniş zayıflamaya bazı firmalar kendi içine dönmeye başlamıştı.

İkincisi, içsel zayıflığından kaynaklı 22 firmanın ortak komitesi hiçbir zaman tam bir direniş komitesi işlevini göremedi. Kendi arasında tam olarak bütünleşip, direnişin toplamı üzerinde tam bir hâkimiyet ve disiplin kuramadı. Bizim çabalarımız da bunu sağlamaya yetmedi. Bunda işçilerin deneyimsizliği, ne yapacağını tam bilememesi ve bir süre için olsa bile direnişi bize kapatmaya çalışması temel faktörler oldu.

Yücel Memiş: 22 ayrı firmadan işçilerin alanda oluşunun getirdiği bir dağınıklık söz konusuydu. Temsilciler ilk gün dışında bir araya gelmekten imtina etti günlerce. EİB olarak ilk günden temsilcilerin arasına giremedik. Sürekli biçimde temsilcileri yan yana getirmeye çalıştık. Dağınıklığa, kopmalara müdahale etmek önemliydi ancak 2. ve 3. gün geriye itilmemiz bunu sınırladı. Bu günlerde dayatma olarak anlaşılacak tutumlara girmek istemedik. Direnişteki tüm eksikliklerin taban komiteleriyle aşılabileceğini biliyorduk, bu yönlü ısrarlı çabalarımız atıl kalınan günlerde alanda ete kemiğe bürünemedi. Direniş sözcülüğü yapma noktasına geldiğimiz aşamada ise eylem zayıflıyor, birlikteliği bozuluyordu. Direniş daha bütünlüklü ve daha uzun sürseydi eğer, taban komiteleri de kurulmuş sağlam bir örgütlülükle bir dizi kazanım daha elde edilebilirdi. Önümüzdeki döneme daha örgütlü bir işçi bölüğü olarak hazırlanılabilirdi.

Gemi söküm işçileriyle somut ilişkilerimizin olmaması genel müdahalede bir zayıflık alanı olarak önümüze kaçınılmaz olarak çıktı. Ancak Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinden ve kendi deneyimlerimizden süzdüğümüz ve alanın özgünlüklerini gözeten bir hatta en başından beri sahiptik. İşçilerle bütünleşmemiz, yol, yöntem ve bakış sunabilmemiz EİB’i de direnişin bir parçası haline getirmiş oldu. Ayrıca yalnız kendimiz açısından değil direnişçi işçilerin toplumsal muhalefete karşı olan yargılarını kırmak için çok çaba harcadık. Çünkü birliyorduk ki kendi içine kapanan bir direniş yalnız yalnızlaşarak güçten düşmez ötesinde böyle bir direnişin işçiyi eğitme süreci de zayıf kalır. İşçi ancak toplumun değişik kesimleriyle yana yana gelerek onların fikir ve düşüncelerini görerek onları tanıyarak kendi mevcut yargı ve düşüncelerini sorgulamaya başlar.

- Gemi söküm direnişine sol hareketin ilgisi neydi? Sol hareketle direnişin ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sonay Tezcan: Tabi bu soruya yanıt toptancı bir değerlendirme yapma riski taşıyor. Oraya sol adına birçok yapı ve grup geldi. Hepsinin davranış biçimini, direnişi algılayışlarını, katkı ve yol açtıkları sorunları aynı kefeye koymak mümkün değil. Örneğin DİP’li arkadaşlar direnişin başından beri ordaydı. Eleştirebileceğimiz noktalar olmakla birlikte genel olarak direnişin güçlenmesi için çok çaba harcadılar. ESP, Ekmek ve Onur, Umut-Sen ve TKH, BDSP'nin çağrısıyla oluşturulan dayanışma komitesinin bir parçası oldular. İçerde TKH ile davranan ve direnişin gelişip büyümesi için çok çaba harcayan bir işçi vardı. Yayınlarından direnişin sesi, hatta bazen karar organı gibi bir hava yansıyor olsa da içerde TKP’li işçiler vardı. Ama örneğin çok etkin davranmıyorlardı. Direnişin genel sorunlarıyla ilgilenmiyorlardı. Genel bir şey söyleyeceksek şunu söylemekte bir sakınca yoktur herhalde. Herkesin direnişle ilişkisi kendi ufku, algılayışı ve bunun sınırları içinde gerçekleşti.

Yücel Memiş: Sol yapılar kendi sınırları çerçevesinde bilinç taşımada bir rol oynamaya çalıştı, işçilere mücadeleyi sürdürme canlılığı taşıdılar. Yer yer müdahalemizi güçlendirmede katkıları oldu. Fakat direnişin temel sorun alanlarını zamanında görüp bunlara müdahale etmede, devrimci sınıf çizgisini dışarda bırakırsak çok da başarılı olamadılar. Belki pratik olarak değil ama ruhsal ve politik olarak direnişe dayanışmacı, dışardan bir bakış açısını çok aşamadılar. Burada kendi misyonu üzerinden ÇHD ayrı bir yere konulabilir. Gemi söküm işçisinin mücadelesinin büyüyüp gelişmesinde özel bir rol oynadılar. Zaten iç değerlendirme süreçleri ve yeni bir yol haritası çıkarma sürecimiz sona erdiğinde, işçilerle kendilerine bir teşekkür ziyareti yapmayı planlıyoruz.

Ayrı bir yere konulması gereken EMEP şahsında Evrensel muhabirlerinin tutum ve tavırlarına gelince. Aslında toplam tutumlarına karşı bir deneyimimiz var. Mesela ben benzer şeyleri Kocaer direnişinden de hatırlıyorum. Fakat onun sınırları vardı, müdahale edince boşa düşmüştü. Fakat gemi sökümde sürecin başından sonuna aldıkları tutum insanı hayretler içinde bırakacak şekildeydi. Kendini sol olarak nitelendiren bir partiyi temsil edenler kendilerini daha ne kadar düşürebilir, bunun daha alt bir sınırı var mıdır bilemiyoruz. Daha alana gelindiği gibi süreci anlamak ve olanı güçlendirecek kanalları aramak varken ilk yapılan şey bir inisiyatif düşürme kaygısıydı. Elimizde megafon olmasını diline dolamak, “fareli köyün kavalcısı” lafını ortaya atmak, sonra da alanı bağıra çağıra provoke etme rolünü alenen üstlenmek… Dertleri nedir, ne yapmak istiyorlar çok anlayamadık baştan, fakat her yaptıkları ilk olarak alandaki işçiler tarafından tepki gördü. İşçilerin tepkilerine maruz kalmak bile hızlarını düşürmedi. Sürecin başında alınan her kararın bir fiil karşısında olmak kaygısı eylemin güçlendirilmesi kaygısı değil, kendilerine bir yer açma kaygısıydı. İnsan merak ediyor, neden Aliağa’da eylem yapma kararı ertelendiğinde sevinilir? Bundan ne tip bir kazancı olabilir bu kişilerin? Ya da desteğe gelen sol-sosyalist gruplar için işçilere “dikkat edin” diye sürekli uyarı yapmak nasıl bir bakışın ürünüdür? Normal surette bu polis ya da patron tarafından tutulan birinin işidir. Bu misyonu açık bir şekilde üstlenmek nasıl bir bakışın ürünüdür, çok bir yere oturtamadık. Aynı rolü alana getirdikleri Liman-İş üzerinden de sürdürdüler. Hem de Nemport’ta 4 yıllık sözleşme imzaladı diye aynı Liman-İş’i daha önce yazılarında yerden yere vurdukları halde. İnsan haliyle merak ediyor, buradaki Evrensel ve Liman-İş ilişkisinin ortak noktasını. Fakat yer yer bu tutumlarına karşı empati dahi yapan arkadaşlarımız oldu başlangıçta. Acaba şöyle mi hesap ediyorlar, buradaki direniş bir şekilde sönümlenecek o yüzden bir şekilde sendika üyelikleriyle işçilere bir çatı bırakılır mı düşüncesindeler mi diye. Oysa ne Liman-İş’in böyle bir derdi var ne de sol hareketi kötüleme yarışına giren Evrensel’in. Toplama bakıldığında dert burada ne pahasına olursa olsun Liman-İş’e alan açarak yer edinebilmek, diğer sol hareketlerin etkisini düşürmek, 47 yıldır ilk defa bu kadar kitlesel davranan işçiyi yalnızlaştırıp devlet ve patron saldırısına açık bırakmak. Son olarak şunu eklemek gerekir ki yer yer işçilerin hakaretlerine maruz kalmayı umursamadılar, durumu gören işçilerin “alanı terk edin” söylemlerine aldırmadılar, Liman-İş üzerinden işçiyi bölen rollerine takılmadılar. Aslında bunu yapmak da kolay bir iş değil. Fakat bu konularda bu kadar hünerli olduklarını hem biz görmüş olduk hem gemi söküm işçisi hem de sol kamuoyu.

Şunu da eklemek gerekli, Aliağa eylemi ilk gün yaratılan bütünlüklü haliyle 2. günde gerçekleştirilseydi, işçi katılımı çok daha kuvvetli olacak, işçiler arasındaki bölünmelerin önüne geçilebilecek, bütünlük daha uzun süre korunabilinecek, patronları taleplerin kabul edilmesi noktasında zorlayıcı olacak ve maddi kazanımlar çoğaltılabilecekti. Oluşan tüm bu zayıf tablonun sorumluluğu ilk gün işçileri korkutarak eylem kararını tartışmalı hale getiren EMEP’e aittir. Biz bunun benzerini Bursa’da Metal Fırtına zamanında yaşadığımız için bunu tesadüf saymıyoruz. Mücadele yükseldikçe işçinin geri bilincinden, kaygı ve korkularından beslenen yapılar daha da gericileşiyor. Ama burada karşılaştığımız tablo bunun bir tık ötesiydi.

Sonay Tezcan: Tabi EMEP'in bu söz konusu etkisi ve bunda en azından başlarda bir başarı kaydetmesi onun işçi üzerindeki pozitif manada etkisinden gelmiyor. Direnişi zayıflatma pahasına sürekli işçinin kaygı ve korkularına seslenmesinden geliyordu. Yoksa EMEP’li kadınlar üzerlerinde önlüklerle ziyarete geldiklerinde, bazı işçilerin tepki göstermesi üzerine bütün bu sorunlu davranışların baş aktörü Turan Kara, kadınlara doğru “önlüklerini çıkarsınlar” diye koşarken, biz tepki gösteren işçilerle bu tutumlarının yanlışlığı üzerine tartışıyorduk. Yani onların önlüklerini de savunmak bize düşüyordu.

- Bir de az önce de değinilen sendikal örgütlenme tartışması var. Sendikal örgütlenmeye dair olan süreç nasıl gelişti? İşçiler nasıl yaklaştı, sizin bu konudaki tutumunuz neydi?

Yücel Memiş: Böyle bir eylemlilik sürecinde sendika tartışması elbette önemli bir gündem olur. Zira sendikalar işçi sınıfının hak arama mücadelesinin en önemli örgütleridir. Mevcut sendikal düzenin işçi hareketi içindeki bozucu etkisine ve işçilerin önemli bir kısmının sendikalara karşı beslediği büyük güvensizliğe rağmen bu böyledir. Bizim açımızdan bu konuda bir tartışma yok. Fakat bunun böyle olması başka bir şey, alanın özgünlüklerine, ortaya çıkan mücadele dinamiğine, süregiden mücadelenin zayıf ve güçlü yanlarına bakmadan hareket halindeki işçiye hemen bir sendikal çatıda toplama arayışına girmek başka.

Alanda yapılması gereken öncelikli şey işçiye bir sendikal çatı aramak değil, 22 işletmeyi birleştiren talepler etrafında güçlü bir mücadele örgütlemek ve bunu sağlayacak bir iç örgütlülük yaratmaktı. Bu konuda solun genelinin oldukça ezberci yaklaştığını düşünüyoruz.

Biz öncelikle işçilerin önemli bir kısmının daha çok da mücadeleci kesimlerinin sendika tartışmasına mesafeli yaklaştığını gördük. Üstelik daha deneyimli işçiler bunu doğru ya da yanlış 97 yılındaki süreçlerle ilişkilendiriyorlardı. Bu güvensizlik sendika tartışmasını bütünleyici değil ayrıştırıcı bir faktör haline getiriyordu.

Bunun dışında somutta klasik bir sendika çalışması önce büyük işletmelere yönelecekti. Nitekim Liman-İş bunu yaptı. Ve ilk günlerde kendi iddialarına göre iki büyük işletmede önemli sayıda işçiyi üye yaptılar. Oysa ki direniş ve ona dayalı birlik, büyük küçük işletme ayrımı yapmadan talepler etrafında ve onları kazanmak bakış açısıyla sağlanmıştı. Yüklenilmesi gereken esas halka buydu. Herhangi bir sendikanın işçinin bütünlüğünü sağlayarak örgütlemesinin yolu da buradan geçiyordu. Yoksa klasik manada bir sendikal örgütlenme çabası alanda birleşmiş işçinin yeniden firmalar ve firmaların kendi içindeki çözümleri üzerinden yeniden ayrışması demekti. Zaten sendika tartışmalarının şu ana kadar ki tek pratik sonucu da bu oldu.

Buradan Liman-İş örneğine bakabiliriz. Alana geldiğinde eylemi anlamak, talepleri sahiplenmek ve onu güçlendirmek yerine direk olarak sayısı en fazla işçinin çalıştığı firma olan Kalkavan’a yönelip, burada örgütlenmeye çalıştılar. İddialarına göre yüzde 80 üyelik yapıldı. Liman-İş yöneticileri sendikal örgütlenmeyi alanda şu sözlerle propaganda ettiler: “Siz şimdi sendikaya üye olun patrona bir baskı olsun bu, sonra isterseniz istifa edersiniz.” Yani onlarca ölüm yaşanmış, iş kazası ve hukuksuz onlarca sorun yaşanmış gemi sökümde işçiler birlik olmuş, talepler belirlenmiş fakat sendikanın işçilere sunduğu şu, “üye olun”. Peki bu yöntem aidat simsarlığı değildir de nedir, işçilerin öz bilincini bürokrasiye hapsetmek değildir de nedir, nasıl bir sendikal anlayış olmalı sorusunun üstünü kapatmak değildir de nedir, mücadeleden öğrenmenin kanallarını kapatmak değildir de nedir? Bu tarz simsarlığın, eylemde bölücü bir etkiye yol açtığını demin söyledik. Sonuç, Kalkavan firması üyelik sürecinden sonra, çoğu iç tartışmasını toplamdan bağımsız ele almaya başladı ve uzaklaştı. Bu uzaklaşma hali, Leyal firmasında direnişin bitirilmesi kararına vardı. Yine belli firmalarda belli tartışmaları alevlendirdi, farklı tartışmaların da önünü açtı.

Burada Liman-İş’in tavrı aslında kendi bakışlarına uygun bir yerde durmaktadır. Alana Liman-İş’ten sonra gelen Limter-İş mücadelecilik açısından tabi ki Liman-İş ile aynı değil ama onların da burada izlenmesi gereken hattın ne olduğu sorusuna net bir yanıtları yoktu gibi geldi bana. İşçi talepler etrafında birleşmişti, taleplerin kazanılmasına yüklenmek, ortaya çıkmış örgütlülüğü güçlendirmek ve alta doğru yayarak geliştirmeye çalışmak esas hat olmalıydı. Sendikal çatı ancak bu alanda gösterilen bir başarıdan sonra işçi tarafından benimsenebilirdi.

- Bundan sonra yola nasıl devam edilecek?

Sonay Tezcan: Buna tek başına biz karar veremeyiz. Bu konuda işçilerle birlikte karar alacağız. Ayrıca direnişle ilişkilenmeye çalışan başka güçler de oldu. Sınıfın birliğini ve mücadelesini güçlendirmeyi esas alan herkesle, doğru bir çizgide ortak davranmaya hazırız. Ama eğer yola nasıl devam edilmeli üzerinden fikrimiz soruluyorsa, hareketin içinde çıkmış bir örgütlenme modeli var. Bunun eksik, gedik ve zayıflıklarını gidererek yola devam etmeliyiz diye düşünüyoruz. Bunun çabasını göstereceğiz, halen de gösteriyoruz.

- Son sözlerinizi sormadan önce Yücel'e ek bir şey sormak istiyorum. Genel olarak sendika gibi kurumsal bir örgütlenmeye dayanmıyorsa “dışardan gelip” bir direnişin fiilen sözcülüğünü üstlenmek, üstelik bunu alanı yeterince tanımadan yapabilmek çok rastlanılan bir durum değil. Mesela işten çıkarıldığın gün senin alana geldiğin anı hatırlıyorum. İşçiler seni alkışlarla karşıladılar. Alana gelen milletvekilini seni görsün diye bir süre beklettiler. İşten atıldığın için para toplayıp sana vermeye çalıştılar. Bu etkinin kolektif bir çabanın ürünü olduğu yukardaki anlatımlardan anlaşılıyor, yine de bu konuda sen ne söylersin?

Yücel Memiş: Tabi ki birliğin ama daha esasta bağımsız devrimci sınıf çizgisinin, toplam deneyim ve birikiminden ne kapabildiysek bilicimiz, yeteneğimiz oranında bunu uygulamaya çalıştık. Mesela bir gün önce DEV TEKSTİL'in Greif etkinliğini izlemiştik. Biliyorduk ama yeniden hatırlamak, ertesi gün eylem alanına müdahalemize az şey katmadı.

Onun dışında ben 14 yaşından beri fabrikalarda çalışıyorum. İşçilerin kaygılarını, tepkilerini, özlem ve isteklerini gözlemlemek açısından bir dizi kişisel deneyimim de oldu. Gürmak ve Kocaer gibi direnişlere katıldım. Star Rafineri inşaatında sürecin parçasıydım. Metal Fırtına sırasında yine metal sektöründe çalışıyordum. Tüm bunların sağladığı avantajlar da var. Bu deneyimler size empatiyi doğru yapma şansı da veriyor. Belki şunu söyleyebilirim, işçiye güven vermek istiyorsanız ona güvenmeyi, açık olmayı, dürüst davranmayı, ondan öğrenmeyi bilmeniz gerekir. Ben bir işçi olarak ilk mücadele deneyimi yaşadığımda bana bir şey söylenmişti. İki şeyden öğrenmeyi bilmek gerekir. Bir tarihsel deneyimlerden bir de sınıfın kendisinden. Bunu yapmaya çalışıyorum. İşçilerin tutumları ve kaygıları için teşekkür ediyorum. CMS'ye yeni girmiştim. MİB çalışması kapsamında bir hedeftim. İşten atılmam durumu değiştirmez. Oradaki işi de yarım bırakmayacağız. Zaten sayfaya yansıyanlara bakılırsa epey bir ses getirmiş işten çıkarılmam. 2000 kişiyle gelip eylem yapacağımı söylüyormuş TM'ciler. İşin bu yanından endişelenmelerine gerek yok. Öyle yapmıyoruz. İçerden çözüyoruz.

Sonay Tezcan: Ama çok da rahat olmasınlar, belli de olmaz “bir sabah ansızın gelebiliriz” diyelim yine de.

- Son olarak ne söylemek istersiniz?

Başta işçiler sonra siz ve direnişe destek veren herkese teşekkür ederiz. Tersaneler cehennem işçiler köle kalmayacak diyerek sözlerimizi bitirmiş olalım.