Sabahattin Ali, 41 yıllık kısa ömrüne Türkiye’nin ilk toplumcu gerçekçi yazarlarından biri olmanın ve öncülüğünü yapmanın onurunu sığdırarak yaşama gözlerini yumdu. Eserlerinde belirgin bir işçi sınıfı vurgusuna rastlayamayız ama kadınları, tutsakları, köylüleri, kısacası ötekileri, toplumun ezilen kesimlerini anlatmaktaydı o. Toplumu ve sorunlarını anlattığı gibi bu sorunların arkasındaki toplumsal meselelere de değinirdi. O döneminin ilklerindendi ve silah gibi kullandığı kalemiyle; romanlarıyla, öyküleriyle ve şiirleri ile devleti fazlasıyla rahatsız etmişti. Çok sevdiği memleketinden ayrılmak zorunda kaldığı için Kırklareli’de, sınır taraflarında tek seçenek olarak gördüğü yurtdışına gitmeye çalışırken katledildi. Katledildi ama dizeleriyle mücadelemizde yaşamaya devam etti.
“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli; hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
25 Şubat 1907 yılında Edirne-Eğridere’de doğdu Sabahattin Ali. Henüz öğrenciyken edebiyat öğretmeninin desteği ile döneminin “Akbaba” ve “Çağlayan” gibi siyasi dergilerine yazılar yollamaya başladı. Eğitim hayatının ardından öğretmen oldu. Dil öğrenmek için gittiği Almanya’dan döndükten hemen sonra ilk tutukluluk yılları da başladı. 1931 ve 1932 ik farklı tutsaklık yaşadığı yıllardır. 1933 yılında da memurluktan kaydı silinmiştir. Ardından tekrardan başka görevler ile memurluğa dönse de bu durum da çok uzun sürmemiştir ve tekrardan memurluktan kaydı silinmiştir.
Sabahattin Ali’nin geniş yankı uyandıran ve daha sert eleştiriler içeren yazıları, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile birlikte 1946 yılında çıkardığı Markopaşa adlı mizah dergisi döneminde yazılmıştır. Dergi daha ilk yayın günlerinde büyük etki yaratmış ve yıllardır çıkan dergilere göre tiraj sayısı bir hayli fazladır. Ancak dergi sürekli yasaklanmakta ve toplatılmaktadır. Her kapatıldığında farklı isimlerle yayınlarına devam eden yazarlar, dergileri için şöyle başlıklar eklemeye başlarlar: “Toplatılmadığı zamanlarda çıkar”, “Yazarları hapishanede olmadığı zamanlarda çıkar”, “Bu gazete cuma günleri saat sekizde çıkar, sekizle dokuz arasında fırsat bulursa satılır, dokuzda toplatılır” vb…
Sabahattin Ali’nin romanları ve hikayeleri yalnızca Türkiye sınırları içinde değil, Sovyetler’de de ilgiyle takip edilmekteydi. SSCB’de en çok okunan ve tanınan yazardı. Henüz daha hayattayken Sabahattin Ali hakkında tez yazılmış, yapıtları üzerine araştırmalar yapılmıştı. Nitekim farklı ülkelerde geniş yankılar uyandıran romanları kendi ülkesi için bir “tehdit” oluşturmaktaydı. 1937 yılında çıkan ilk romanı “Kuyucaklı Yusuf” çok geçmeden yasaklandı ve toplatıldı. Bu durumun tekrarı “Sırça Köşk” romanında da yaşanacaktı.
Buraya Sabahattin Ali’nin açık bir şekilde “Söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek ifade ettiği ve düşlediği dünyayı anlattığı ifadelerini eklemek gerek: “Bundan başka dünyanın dev adımlarla sosyalist bir iktisadi nizama doğru gittiği inkâr edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Kanaatimce bizde bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.”
Takvim yaprakları 2 Nisan 1948 yılını gösterdiğinde üzerindeki baskı koşulları karşısında memleketinden uzaklaşmaktan başka bir çare bulamayan Sabahattin Ali, Fransa’ya gidebilmek için bir kaçakçı ile anlaşır ve Kırklareli’ye gider. Ancak anlaştığı kaçakçı sözde “milli duygular” ile onu katleder. Fakat biliyoruz ki cinayeti işleyen ne salt duyguları ile hareket etmiştir ne de o cinayeti tek başına işlemiştir. Cinayete giden yolda baş tetikleyici sermaye devletinden başkası değildir. Kaleminden korktukları Sabahattin Ali’nin varlığını Avrupa’da dahi sürdürmesi istenmemektedir. Çünkü onun varlığı ve satırları düzen için bir tehdittir.
Burjuvazinin tarih boyunca sermaye düzeninin bekası konusunda tehlikeli saydığı şeyler -ki bu şimdiye kadarki egemen sınıfların ortak tutumudur- yalnızca silahlar, bombalar, ayaklanmalar değildir. Toplum için kalemlerini, enstrümanlarını kullanan şairler, yazarlar, sanatçılar da bu vahşi düzenden paylarına düşeni fazlası ile almışlardır: Ahmed Arif, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Yılmaz Güney… Her birinin yaşamına baktığımızda hapis, işkence ve sürgünlerle kesişen o kadar ortak nokta görebiliriz ki... İşte Sabahattin Ali de bu onurlu isimlerden birisidir.
Nedir ki egemenlerin çabası nafiledir. Yüreği işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş davasından yana atan aydın ve sanatçıların satırları, dizeleri ve ezgileri on yıllardır dilden dile yaşam bulmaktadır kavgamızda. Onlar kalemlerini sarayın soytarısı olmak, kendilerine konforlu dar sınırlar yaratmak için değil, nice bedeller ödeyerek, milyonların sesi-soluğu olmak için kullanmışlardır. Ve milyonlar da onları asla unutmayacak, utturmayacaktır. Ölümünün ardından 73 yıl geçmesine rağmen güncelliğini koruyan kalemi ile Sabahattin Ali’yi saygı ve özlemle anıyor, tüm gerçek edebiyatçılara, sanatçılara, aydınlara ışık tutan şu satırlarını bir kez daha paylaşmak istiyoruz:
“Biz, fikirlerimize düşman olanlarla her şekilde mücadeleye hazırız: Yazı ile, sözle, gazete çıkararak, kitap neşrederek, mahkeme karşısına çıkarak… Hatta hapse girerek… Memleketin ve milletin hayrına olduğuna inandığımız fikirleri her zaman ortaya dökeceğiz, hiçbir şeyden yılmayacağız. Çünkü halkın bizimle beraber olduğunu biliyoruz. Şimdiye kadar bu uğurda nasıl savaştığımızı herkes gördü, anladı. Yalnız bir noktada aczimizi itiraf mecburuz: Biz hiçbir zaman, düşmanlarımızın bize karşı kullandıkları silahları kullanamayacağız. Çünkü bu silahlar, bizim elimizi süremeyeceğimiz kadar kirli ve korkakçadır.”
M. Nevra