Kadının tarihsel ezilmişliğinin ve köleliğinin en zorlu halkası: Din

Köleliğinin ve ikinci cins konumunun kaynağı din değil, üretim ilişkilerinde tuttuğu yerdir. Din yalnızca değişen sistem ve koşullara uyum sağladı. Zira dinsel dogmalardan arınmış toplumlarda kadın cinsinin açık veya örtülü bir biçimde ezilmeye ve aşağılanmaya devam etmesi, kadının ezilmişliğinin kaynağının daha derinlerde olduğunu göstermektedir. Buna rağmen din, kadının özgürlük mücadelesinde kırılması gereken en zorlu halkalardan biri olmaya devam etmektedir.

  • Haber
  • |
  • Kadın
  • |
  • 09 Kasım 2015
  • 08:36

Tanrı bir erkek ve kadın yarattı. Kadından erkeğe boyun eğmesini istedi. Kadın boyun eğmeyi reddedince lanetlendi ve cennetten kovuldu. Lilith’ti adı, şeytan ilan edildi ve onun yeni doğan bebekleri boğazlayarak öldürdüğü rivayet edildi. Bu yüzden loğusa kadınlar kırmızılara bürünerek Lilith’in gazabından sakındılar bebeklerini. Bir de Havva vardı. Lilith, Adem’e boyun eğmeyi reddedince Adem’in kaburgasından yaratılan uysal kadın figürü. Uysal ama yine de her an başkaldırmaya ve suça meyilli Havva. Nitekim ilk günahı işleyen de o oldu. Adem’i baştan çıkararak yasak elmayı yiyen Havva yeryüzüne atıldı ve yazgısı Adem’e emanet edilerek cezalandırıldı. Böylece tanrı erkek cinsiyle, şeytan ise kadın cinsiyle bütünleşti. Zira üç büyük tek tanrılı dinden biri olan İslamiyet’in farz olarak buyurduğu ibadetlerden biri olan Hac’cın bir ritüelinin şeytan taşlama olması da boşuna değildi. Çünkü şeytan niyetine taşlanan Paganizmin üç kadın tanrıçası El Lat, El Uzza ve El Menat’ın putlarından başka bir şey değildi...

Din, insanlık tarihinde oldukça geç dönemlerde ortaya çıkmış bir olgudur. İnsan evrimiyle ve düşünme yetisinin gelişimiyle paralel bir seyir izlemekle birlikte, arkeolojik verilerin ışığında; dinsel betimlemelerin ancak 50 bin yıldan beri var olduğu söylenebilir. İlk dinsel betimlemeler insanın doğa karşısında hissettiği güçsüzlük duygusunu aşma refleksinden doğdu. Toplumsal bir kurum olarak din, bu ilk nüvelerin bağrında gelişti ve doğa karşısındaki güçsüzlük kompleksini sürdürmeye devam etti.

Peki dinin kadın düşmanlığının kökeninde ne var? Bu soruyu yanıtlayabilmek için insanlığın tarihsel gelişimini incelemek, aynı zamanda dinin bu gelişim seyri içerisindeki dönüşümünü izlemek gerekiyor. Ana tanrıçadan şeytanlığa uzanan yolda kadının yenilgisi nerede başlıyor?

İnsanlığın incelenebilen en eski tarihinde klan-kabile yaşamı söz konusuydu. Bu topluluklar avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını idame ettiriyorlar ve mağaralarda, ağaç kovuklarında yaşıyorlardı. Ana hukukunun hüküm sürdüğü bu toplumsal düzende çok eşlilik (poligami) geçerliydi ve bu durum çocuğun babasının değil de annesinin kesinlikle bilinmesine imkan sağladığı için ana-kadının topluluk içindeki rolü önemliydi. Kadın klanın atası sayılıyordu. Bu toplumsal örgütlenme biçimi ‘anaerkil’ tanımına olanak sağlasa da kadının erkek cinsi üzerindeki baskı ve tahakkümü anlamına gelmiyordu. Yani insanlığın ‘ilkel-komünal’ diye nitelenen bu tarihsel döneminde din, kadını aşağılamanın bir aracı olmaktan uzaktı. Zira totemizm ve çoktanrıcılık ilkel topluluklarda dinin en yaygın biçimleriydi. Hatta kadının kutsal ruhlarla iletişim kurduğuna inanılıyordu.

Evrimsel süreçle birlikte (bilgi birikiminin artması, ilkel aletlerin gelişimi vs.) avcılık ve toplayıcılığın önemini yitirmesi ve tarımın yanı sıra hayvancılığın gelişmesi toplumsal düzende köklü değişimlere neden oldu. Toplumsal ilişkilerin alt üst olarak ortaklaşa mülkiyetin yerini özel mülkiyetin doldurması, üretim araçlarına sahip olan erkeğin kadının hukukunu yerle bir ederek iktidar olması ve insanın insan üzerindeki ilk sömürü biçimi köleliğin ortaya çıkışıyla beraber baskı örgütü devlet kurumunun oluşması hemen hemen aynı tarihsel döneme tekabül etti. Bu çağda, yüzyıllarca sürecek olan sınıfsal ve ataerkil baskının tohumları atıldı. Din de bu koşullara ayak uydurarak egemen sınıfın elinde, ezilen sınıfları denetim altında tutmanın aracı haline geldi. Tanrının cinsiyeti belirginleşti ve ilk köleci devletlerin erkek kralları tanrı ünvanına kavuştu.

“Ta eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar yığınlar üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacaların bir sözcüğüne bile inanmazlarken; dinden düzenin korunmasının ideolojik kuvveti olarak, Marx’ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı. Daha eski Mısır rahipleri, tanrının heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler ‘imal ediyorlardı.’ Ciceron, dinin kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu.” (G. Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri)

Bilimsel bilginin gelişimi ve materyalist sorgulamalar dinin muhtevasını değiştirdi. Tektanrılı dinler ve genesis (yaratılış) kavramları ortaya çıktı ve kutsal kitaplar aracılığıyla yaygınlaştırıldı. Ezilen sınıflar arasında hızla yayılan tektanrılı dinler özellikle köleler ve kadınlar açısından paha biçilmez bir baskı aracına dönüştü. İktidar ataerkil karakterini sağlamlaştırdı ve toplumsal eşitsizliklerin tanrının buyruğu olduğuna köleleri inandırdı. Üretim araçlarının gelişimi toplumsal ilişkileri değiştirmeye ve şekillendirmeye devam etti. Tarımın ve toprak mülkiyetinin öneminin artması iktidar ilişkilerinde de değişimlere neden oldu ve insanlık tarihinin üçüncü büyük ve yüzyıllarca sürecek olan toplumsal düzeni feodalizmin gelişimi başladı. Din bu yeni düzene de hızla uyum sağladı. Tektanrılı dinler feodalite çağında palazlandı ve toplumsal baskının temel kurumlarından biri haline geldi. Kadın cinsi bu dönemde toplumsal saygınlığını iyiden iyiye kaybederek ‘baştan çıkarıcı’ ‘şeytan’ ‘cadı’ gibi yaftalarla eve kapatıldı. Bu durum burjuvazinin ‘rönesans’ devrine ve sonrasında kapitalist ilişkilerin şekillenme sürecine kadar en katı biçimiyle sürüp gitti.

Tektanrılı dinlerin doğuşu belli tarihsel ve toplumsal koşullarla ilgiliydi. Bu nedenle tektanrılı dinin her üç versiyonu da ortak özellikler göstermektedir. Zira bu dinsel sistemlerin tümü kadınların ‘doğasına’ statüsüne ve rolüne ilişkin kurallar koyarken içinde doğdukları ve karşılığında meşrulaştırıp pekiştirdikleri ataerkil sınıflı toplumların ihtiyaçlarını gözetmişlerdir. Zaten her üç tektanrılı dinin doğduğu Ortadoğu bölgesinde kadınların ikincileşmesi olgusu kölelik sisteminin ortaya çıkması ve kent devletlerinin oluşmasıyla birlikte gerçekleşmiştir.

Ataerkil sınıflı toplumlar ilk elden Ana Tanrıça figürüne saldırmış ve tanrının cinsiyetini erkek olarak belirlemiştir. Kadının doğurganlığı nedeniyle yaratıcı olma kudreti elinden alınmış ve bu güç mutlak erkek tanrıya iade edilmiştir. Bu kadarla da kalınmamış kadın birey olarak tasfiye edilmiş ve insanlar (erkekler) için yaratılan zevceler rolüne büründürülmüştür. Hatta tektanrılı dinlerin ortak yaratılış öyküsünde olduğu gibi kadın ilk günahı işleme ve erkeği baştan çıkarma fiilleri nedeniyle lanetlenmiştir.

Havva’nın ‘suçu’ üzerine tektanrının koyduğu bu lanet, onun ve cinsinin yaşamı boyunca ikincil ve erkeğe göre aşağı konumda kalmasının meşru gerekçesi olmuştur. Havva şahsında, kadının tanrı buyruğuyla erkeğin hakimiyeti altına sokulması ataerkil düzenin temel yasasının uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Kadının bedeni ve cinselliği üzerindeki denetim (soyun devamı ve zenginliklerin paylaşılması açısından gerekmektedir) sınıflı toplumların yasalarıyla tam bir uyum içinde bugüne dek gelmiştir.

Çünkü kadının ‘yazgısı’ kapitalist sistemde de değişmemiştir. Ortaçağ karanlığına savaş açtığını iddia eden burjuvazi, kilisenin siyasal erkini elinden almış olsa da özellikle kadını ilgilendiren dinsel dogmalara dokunmadı. Bu durum Yahudilik ve İslamiyet’te de aynı biçimiyle yaşandı. Yeni toplumsal sistem ataerkil karakterini koruyarak başka biçimlere büründürdü. İnsanlığa eşitlik, özgürlük vaat eden burjuvalar modern köleliğin kapılarını araladılar. Ve din; tıpkı yüzyıllar önceki gibi bugün de modern köleler ve onların kadınları için baskı misyonu üstlenmiş oldu. Çünkü din sınıfsal karaktere büründüğü andan itibaren, egemen sınıfların elinde fakat ezilenlerin kitlesel olarak biat ettikleri bir kurum olma özelliğini hiç kaybetmedi. Burjuvazi bunun bilincindeydi ve onu tamamen tasfiye etmek yerine sınıf çıkarlarına adapte etmeyi ve onu etkili bir silah olarak kullanmayı daha uygun buldu.

Öte yandan kadının köleliğinin ve ikinci cins konumunun kaynağı din değil, üretim ilişkilerinde tuttuğu yerdir. Din yalnızca değişen sistem ve koşullara uyum sağladı. Zira dinsel dogmalardan arınmış toplumlarda kadın cinsinin açık veya örtülü bir biçimde ezilmeye ve aşağılanmaya devam etmesi, kadının ezilmişliğinin kaynağının daha derinlerde olduğunu göstermektedir. Buna rağmen din, kadının özgürlük mücadelesinde kırılması gereken en zorlu halkalardan biri olmaya devam etmektedir.

İnsanlığın gerçek eşitliğe ve özgürlüğe kavuşacağı sosyalizmde inanç ve vicdan hürriyeti saklı kalmakla birlikte, dinsel dogmalara karşı sistematik bir mücadele yürütülecektir. Kadın cinsi bin yılların kölelik zincirlerini ancak böyle kırabilecek, kendisini köleliğe mahkum eden sınıfsal ilişkileri parçalayabilecektir. Ve elbette dinsel dogmalar başta olmak üzere kadını aşağılayan ve yok sayan töre, gelenek ve inançların tümü bilime yenik düşecek ve tarihin çöplüğüne gömülecektir. 

Kaynakça

1- F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni

2-  Zubrutski Mitropolski Kerov, İlkel, Köleci ve Feodal Toplum

3- G. Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri

4- Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın