(17 Aralık 2011 tarihinde verilmiş bir konferansın elden geçirilmiş kayıtlarıdır... / Ekim, Sayı: 282, Haziran 2012)
Bunalımlar, savaşlar ve devrimler...
Bunalımları, savaşları ve devrimleri birarada besleyen, sistemin yapısal çelişkileridir, bunların keskinleşmesi ve yoğunlaşmasıdır. Ekonomik bunalımlar beraberinde sosyal bunalımları getirir. Bu ise sosyal kutuplaşmanın büyümesi, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, burjuvazinin emekçileri sosyal barışla kontrol etme imkanlarının gitgide daralması ve dolayısıyla kapsamlı sınıf mücadelelerinin önünün açılması demektir. Devrimlere götüren sosyal-siyasal süreçlerin oluşmasının ve zaman içinde olgunlaşmasının tarihsel-toplumsal temeli de budur. Sonuçta toplumsal devrim anlık gelişmelerin değil, fakat bütün bir tarihsel dönemin ürünüdür. Tarihsel bir birikim üzerinde yükselen, yıllara-onyıllara yayılan sosyal-siyasal bunalımlarla olgunlaşan, buna paralel olarak gelişen sınıflar mücadelesi sürecinin en ileri, en üst aşamasıdır.
20. yüzyıl tarihi, bu üç temel önemde olgunun, bunalımların, savaşların ve devrimlerin, ortak bir temelden beslenerek ve birbirlerini besleyerek geldiğini bize tüm açıklığı ile göstermektedir. Üstelik birden fazla tarihi dönem üzerinden.
20. yüzyılın hemen başında, ki bu emperyalizm çağına giriş demektir, çok yönlü bunalımlar ve bunlara eşlik eden savaşlar dizisi görüyoruz. Ekonomik ve mali bunalımlar, dünya sisteminde başgösteren hegemonya bunalımı, siyasal ve diplomatik bunalımlar, yeni bir paylaşım savaşını hazırlayan sayısız anlaşmazlıklar ve daha o günden bunlara eşlik eden yerel savaşlar.
1895’te Japonya’nın emperyalist hırslarının bir ilk dışavurumunu ortaya koyan Çin-Japon savaşı var... 1898’de Küba ve Filipinler üzerinden ABD-İspanya gerici savaşları var. Küba’nın dolaylı ve Filipinler’in doğrudan ve bu kez ABD tarafından sömürgeleştirilmesi ile sonuçlanan bu savaşlar, ABD’nin emperyalist yayılmacı bir güç olarak tarih sahnesine çıktığının bir ilanıdır. Bunu aynı yıllarda ABD’nin çok büyük stratejik önemi olan Panama Kanalı’na el koyuşu izlemiştir. Yine 1898’de Çin’de Boxer Ayaklanması ve ardından dönemin tüm büyük emperyalist güçleri tarafından Çin’e yapılan kapsamlı bir ortak emperyalist müdahale var (1901). Bunun sonucu Çin’in adeta sömürgeleştirilmesi olmuştur. Güney Afrika’da yıllarca süren ve İngiltere’nin bu ülke üzerindeki emperyalist egemenliğini koruma kararlılığının ifadesi olan İngiliz-Boer Savaşları var (1899-1902). Ardından Japonya ile Çarlık Rusya’sı arasında 1904’de patlak veren savaş var. Mançurya ve Kore üzerinde egemenlik mücadelesinin biri ürünü olarak ortaya çıkan bu savaş, Japonya’nın ezici zaferi ile sonuçlanmıştır. 1910’lu yıllarda Balkan savaşları dizisi var; Balkan uluslarının Osmanlı’ya başkaldırısının ürünü olan ama emperyalist oyunlarla da içiçe giden, sonunda Balkan halklarının kendi aralarındaki boğazlaşmalarına varan bir savaşlar dizisi olmuştur bu. Aynı yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’e yönelik emperyalist müdahaleleri var. Libya üzerinden Trablusgarp savaşı var, İtalyan emperyalizminin hırslarını ortaya koyan. Ve nihayet, tüm bunların sonuçta gelip bağlandığı ilk büyük emperyalist dünya savaşı...
Bütün bu savaşlar dizisine paralel olarak ve birinci emperyalist savaşı önceleyen 15-20 yıllık süre içinde de kudurgan bir militarizm var. 1904’ten itibaren II. Enternasyonal kongreleri sistemli bir şekilde militarizmdeki tırmanmayı ve savaş tehlikesini tartışıyorlar. Bu da aynı şekilde, dünya tarihinin o kesitinde, savaşların artık bir olgular serisi olarak gündeme girdiğinin bir başka temel önemde göstergesidir.
İktisadi, sosyal ve siyasi bunalımlar, militarizm ve savaşlar... Ve bakıyoruz, tam da bu aynı tarihi dönemde, o günün dünyasında bir dizi devrimci olaylar serisi de var. 1905’de Rusya’da devrim var, başarısızlığa uğrasa da, tarihsel olarak Sosyalist Ekim Devrimi’nin habercisi ve hazırlayıcısı olan... İran’da 1906’da başlayıp 1909’a kadar süren devrimci çalkantılar var, birkaç yıllığına da olsa anayasal monarşi ile sonuçlanan... 1908’de Osmanlı’da Jön Türk devrimi var, şekillenmekte olan Türk burjuvazisinin ilk önemli girişimi olan ve II. Meşrutiyet’in ilanını sağlayan... Çin’de 1907’den itibaren Sun Yat Sen önderliğindeki ulusal demokratik hareket var, 1911’de Çin’in güneyinde Cumhuriyet’in ilanını ortaya çıkaran... Aynı yıllarda, 1905’ten başlayarak Hindistan’da ulusal hareketin ilk safhası var. Daha 1898’de, Küba ve Filipinler üzerine verilen emperyalist savaşlara, bu aynı ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin eşlik ettiğini biliyoruz.
Özetle, bu aynı tarihi dönemde, bir dizi devrimci olaylar serisi de var. Bunlar, bunalımlara ve savaşlara paralel olarak yeni bir devrimler döneminin de gelmekte olduğunun ilk işaretleridir, 20. yüzyılın o başlangıç evresinde.
Bunu, o günün dünyasında yeni bir devrimler döneminin gelmekte olduğunu, tıpkı militarizmin tırmanması ve savaşlar sorununda olduğu gibi, dönemin uluslararası sosyalist hareketinin tutum ve tepkileri üzerinden de görebiliyoruz. Tam da böyle bir tarihsel dönemin ürünü olan Lenin’in bütün bir düşünce ve mücadele çizgisi, George Lukacs’ın da isabetle vurguladığı gibi, o günün dünyasında “devrimin güncelliği” olgusuna dayanır. Aynı yaklaşımı, marksist hareketin, üstelik daha başından itibaren, Rusya’daki devrimin sorunlarını, onun Avrupa’da devrimi tetiklemesi olanağı ile birlikte ele alıyor olması üzerinden de görebiliyoruz. Lenin’in 1908 tarihli bir makalesi, “Dünya Politikasında Patlayıcı Madde” birikimini ele alıyor, İran’dan Çin’e kadar dönemin devrimci olaylarının irdelemesine dayanıyordu. Dönemin teorik otoritesi Karl Kautsky, 1909 yılında, “İktidar Yolu” başlıklı bir broşür kaleme alıyor ve burada insanlığın “bir savaşlar ve devrimler dönemi”ne girdiğini saptıyor, yeni bir “devrimler çağı”nın başladığını ilan ediyordu.
Uluslararası bunalımın derinleşmesi ve büyük bir emperyalist paylaşım savaşının ayak seslerinin duyulması üzerine, II. Enternasyonal 1912’de Basel’de olağanüstü bir kongre toplamak durumunda kaldı. Bu kongrenin yayınladığı temel önemdeki bildiri söze daha önceki iki kongrenin, 1907’deki Stuttgart Kongresi ile 1910’daki Kopenhag Kongresi’nin, bir emperyalist savaş tehlikesine karşı uluslararası proletarya için saptadığı tutumu özetleyerek başlıyordu. Buna göre; bütün ülkelerin işçi sınıfları, her yolla savaşı engellemeye çalışmak, ama buna rağmen savaş patlak verecek olursa eğer, bunun yarattığı ekonomik ve siyasal bunalımdan en iyi biçimde yararlanarak halk yığınlarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenlik sistemini yıkmakla yükümlüydüler. Bunun anlamı, engellenemediği bir durumda savaşı iç savaşa çevirmek ve bunu proletarya devriminin zaferi ile taçlandırmaktı.
Bu kararın konumuz açısından önemi ise, sözkonusu tarihi evrede, bunalımlar ve savaşlarla birlikte artık devrimlerin de gündemde olduğu gerçeğine dönemin örgütlü sosyalist hareketinin bilinci üzerinden tanıklık etmesidir. Nitekim, II. Enternasyonal ezici bir çoğunluğu ile verdiği bu söze ihanet edip savaşın yıkıntıları arasında dağılıp gitse de, öngördüğü gelişmenin tarihsel olarak gerçekleşmiş olduğunu biliyoruz. 1917’de Ekim Devrimi, 1918’de Alman Devrimi, 1919’da Macar Devrimi, Avrupa’da bunları izleyen tüm öteki devrimci çalkantılar serisi ve nihayet Doğu’da Çin Devrimi’nin ilk fırtınalı evresi, tümü bir arada bunun ifadesi oldular.
1890’lardan 1920’lere uzanan yaklaşık otuz yıllık dönem, dünya ölçüsünde bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi olmuş, tarihe böyle geçmiştir. Bu, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında, tartışmakta olduğumuz üç temel olgunun, bunalımlar, savaşlar ve devrimlerin, aynı tarihi sürecin farklı yönleri olarak kendilerini ortaya koyduklarının bir ilk tarihi ifadesi olmuştur.
Bu aynı bütünlüğü, 1920’lerin sonundan başlayarak 1930’ların sonunda ikinci büyük emperyalist dünya savaşına varan olaylar tablosu üzerinden de aynı açıklayıcılıkta ortaya koymak olanaklıdır. Bu da aynı çağın içinde bir başka bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemidir.
Emperyalist metropolleri dışında tutmak kaydıyla, üçüncü bir dönemi, 1945-1975 üzerinden de tanımlayabilir, aynı şekilde bunalımlar, savaşlar ve devrimler dizisi üzerinden genişçe örnekleyebiliriz. Bu dönemin başlangıcını Çin Devrimi’nin ve sonunu Vietnam Devrimi’nin zaferi simgelemektedir.
“Yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemi”
20. yüzyıla yayılan tüm bu tarihi dönemlerin de bir arada tanıklık ettiği gibi, sistemin yapısal çelişkileri, sözkonusu üç temel olguyu birlikte, içiçe, karşılıklı etkileşim halinde ve tekrar tekrar üretiyor. Ne diyordu TKİP III. Kongresi Bildirisi:
“İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir. Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların ve emperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına yanıtı bir kez daha devrimler olacaktır...”
Burada bunalımlar ve savaşlardan günümüzün somut olguları, fakat devrimlerden geleceğe dönük bir öngörü olarak söz edildiğine özellikle dikkat etmek gerekir. Bu değerlendirmede bugünün olguları üzerinden geleceğe bir bakış var, bir gelecek öngörüsü var. Bunalımlar ve savaşlar üzerinden yapılan değerlendirmenin mantığı, dinamik sonuçları, bu sürecin devrimler halkasıyla tamamlanacağı öngörüsünü de birlikte getiriyor.
Peki ama bu sadece soyut bir öngörü müdür, elde buna bugünden maddi dayanak oluşturacak veriler yok mudur? Olmasaydı eğer, bu değerlendirme bilimsel anlamını yitirir, büyük ölçüde spekülatif bir saptama olarak kalırdı. Önümde 1997 yılı gibi nispeten erken bir tarihte kaleme alınmış bir başka değerlendirme var. Başlığı şöyle: “Proleter Hareketin ve Halk İsyanlarının Yeni Dönemi” (Kızıl Bayrak, 22 Mart 1997). Başlığa çıkarılan, temel önemde bir saptamadır. Bu, o dönemin en önemli olaylarının özet bir dökümü üzerinden gerekçelendirilmektedir de.
Sözkonusu değerlendirme, “Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz...” cümlesiyle başlıyor. Değerlendirme buna o günden olgusal kanıtlar gösteriyor. Ama dönün bir de şu dönemin olaylarına, örneğin Mısır’a ve Tunus’a bakınız, “isyanlara varan halk hareketleri”nin yeni örneklerini göreceksiniz bu ülkeler şahsında. İngiltere’de Londra’yı günlerce kasıp kavuran yoksullar isyanına, ya da ABD’de başlayan ve dünyaya yayılan Wall Street’ı işgal et eylemlerine bakınız. “Proleter kitle hareketlerindeki büyüme”yi mi görmek istiyorsunuz, örneğin grevler ve genel grevlerle çalkalanan şu dönemin Yunanistan’ına bakınız. İspanya’ya, İtalya’ya, Portekiz’e ya da Hindistan’a bakınız. Düşünün ki bu ülkelerden bazıları kapitalizmin zengin metropolleridir. Bedelini insanlığın büyük çoğunluğunun onyıllar boyunca kendi yoksulluğu, yoksunluğu ve acılarıyla ödediği ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasının refah adalarıdır bunlar. Ama buna rağmen varmış bulunduğumuz evrede artık buralarda da sistem eskisi gibi yürümüyor, durum eskisi kadar kolay kontrol edilemiyor, sarsıcı sosyal patlamalardan kaçınılamıyor.
Devrim anlık bir olay değil fakat tarihi bir süreçtir; sınıflar mücadelesinin bir dizi safhadan geçerek en üst biçime, en ileri düzeye ulaşmasının ifadesidir. Sınıf mücadelesinin en alt düzeyi, en geri biçimi ekonomik-sendikal mücadele, en ileri, en üst, en yoğunlaşmış ve ulus çapında genelleşmiş biçimi ise iç savaş ve devrimdir. Birinin evrimi zaman içinde ötekini, devrimi hazırlar. Sosyal açıdan dünya ölçüsünde büyük bir hareketlenmenin yaşanmakta olduğunu bugün artık bütün açıklığıyla görebiliyoruz. Ama bu mücadeleler henüz nispeten geri bir düzeyde ve biz de bu yeni dönemin henüz ilk safhalarındayız. Bunalımlar ve bunların çok yönlü sosyal sonuçları, savaşlar ve bunların sonuçları, yıkıcı ve uyarıcı etkileri, birarada, sosyal mücadelenin yeni düzeylere geçişini hızlandıracaktır. Demek istiyorum ki, eğer bugün bunalımlar ve savaşlarla belirlenen bir evreden sözediyorsak, bunun beraberinde devrimler dönemini de getireceğini teorik bir bakış ve tarihsel bir bilinçle öngörebiliriz. Zira ilk ikisini hazırlayan çelişkiler üçüncüsünü de hazırlayan çelişkilerle içiçe ve onlara paralel işler.
Ama ardından ekliyor ve diyorum ki; biz bunu sadece soyut bir teorik bakış ve tarihsel bilinçten hareketle de söylüyor değiliz. Son onbeş yılın toplam verileri, dünyada gitgide genişleyen ve sertleşen yeni bir sosyal mücadeleler dönemine girmiş bulunduğumuza tanıklık ediyor. Dünyanın dört bir yanında olup bitenler, dünyanın en umulmadık ülkelerinde, mesela İngiltere’de, mesela ABD’de, mesela İsrail’de yaşananlar bunun ifadesidir... Artık kapitalist dünya düzeni eskisi gibi yürümüyor, geniş çaplı olarak sorgulanıyor ve büyük ölçüde kendiliğinden patlak veren mücadelelerin hedefi oluyor.
Sınıf mücadelesinin bugünkü nispeten geri biçimlerini yarınki daha ileri biçimlerin filizleri olarak görmeliyiz. Tunus-Mısır olaylarını değerlendirirken, bu ve benzeri olayları büyük sosyal depremlerin öncü sarsıntıları olarak ele aldık. Büyük depremler de tıpkı toplumsal devrimler gibidir, iki de bir gelmezler. Gelmeleri için uzun zaman dilimlerine yayılan bir enerji birikimi gerekir. Öyle iki de bir gelmezler ama geldiler mi tam gelirler. Bugün dünyanın dört bir yanında kendini gösteren toplumsal sarsıntılar, yarının toplumsal devrimlerinin ilk işaretleridir. Kapitalist dünyanın günümüzdeki çok yönlü bunalımı ile birbirini izleyen yeni savaşlar dizisini son otuz-otuzbeş yılın iktisadi-sosyal sorunlar birikimi ile birlikte ele alır, bunu da son onbeş yılın toplumsal hareketliliği ile birlikte düşünürsek, bundan herhangi bir kuşku duyamayız.
İkinci emperyalist dünya savaşını izleyen büyük devrimci çalkantılar dönemi, Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesinin zaferiyle doruğuna ulaştı ve birkaç ardçı sarsıntının ardından bu dönem 1970’lerin sonunda kapandı. 1980’ler sonrası, tüm dünyada çok yönlü bir saldırgan gericilik dönemidir ve bu, Doğu Bloku’nun çöküşünü kabaca on yıl öncelemektedir. 1989 çöküşü buna yalnızca yeni bir hız ve kapsam kazandırmıştır. Gerçekte dünya ölçüsünde neoliberal saldırı ve “yeni sağ”ın yükselişi ile kendini gösteren gericilik dönemi 1980’lerle birlikte başlamıştır. 1980’lerden 2000’li yıllara, son otuz yıldır dünya tarihi açısından bir siyasal gericilik dönemi içindeyiz.
Ama bu aynı dönemin içinde, özellikle de ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yeni bir sosyal mücadeleler döneminin filizlendiğinin ilk işaretleri de ortaya çıkmıştır. Chiapas ayaklanması, 1994’e girerken gerçekleşen Meksika’daki bu yerel köylü isyanı, bunun başlangıç noktası olarak alınabilir. Bu isyanın tam da NAFTA’nın, yani ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması’nın uygulamaya geçeceği güne denk gelmesi, rastlantı olmadığı gibi son derece anlamlıdır da. Bu köylü isyanını ardından dünya ölçüsünde merkezinde proleter kitle hareketlerinin bulunduğu yeni bir sosyal hareketlilik dönemi izlemiştir. Gelinen yerde bunun yaygınlaştığını, özellikle 2008 kriziyle birlikte yeni bir güç, ivme ve kapsam kazandığını görüyoruz. (...)
Devrime hazırlık ve devrimci parti
Bir tarihsel dönem değerlendirmesi yapıyoruz, ama bunu partili devrimciler olarak yapıyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz tarihi döneme ilişkin olarak bağımsız bir yazar, bir düşünür, bir gözlemci, bir gazeteci, bir akademisyen, herhangi bir bilim insanı da pekala benzer değerlendirmeler yapabilir. Aynı olguları gözlemleyebilir, geride kalan tarihi dönemlerle karşılaştırabilir, bu konuda bilimsel teoriden (devrimci dünya görüşünden demek istiyorum) de yararlanarak aynı ya da benzer sonuçlara varabilir. Ama biz gözlemci, yazar, gazeteci ya da akademisyen değil partili devrimcileriz. Sunduğum değerlendirmeler de devrimci bir partinin, TKİP’nin değerlendirmeleridir. Devrimci partiler değerlendirmelerini onlardan devrimci siyasal ve örgütsel sonuçlar çıkarmak, bunu da devrimci görevlere bağlamak üzere yaparlar.
Bu açıdan dönem değerlendirmesi, girilmekte olan dönemi doğru anlamak çok hayati bir önem taşır. Dönemi bir türlü anlarsınız; taktiğinizi buna göre saptar, görevlerinizi buna göre belirler, dolayısıyla da hazırlığınızı buna göre yaparsınız. Bir başka türlü anlar, tümüyle farklı sonuçlar varır, dolayısıyla tamamen farklı bir biçimde hareket edersiniz.
Örneğin siz eğer sürecin barışa, çelişkilerin yatışmasına, buna bağlı olarak da rejimin yumuşamasına doğru aktığını düşünüyorsanız, bundan çıkacak siyasal-örgütsel sonuçlar başkadır. Ama bunalımlardan, savaşlardan, militarizmden, burjuva demokrasisinin iflasından, polis devletine geçişten, çelişkilerin her alanda sertleşmesinden ve bunların da sosyal mücadeleleri kızıştırmasından söz ediyorsanız, bundan çıkaracağınız politik ve örgütsel sonuçlar daha başkadır. İlki sizi uzun bir barışçı mücadele dönemine kendinizi hazırlamaya ve örneğin bir çerçevede legal partiye, ikincisi sizi devrime hazırlanmaya ve başta devrimci örgüt sorunu olmak üzere öteki her şeyi bunun ışığında ele almaya götürür.
Bunu böyle değerlendirirseniz, hazırlığınızı bugünden buna göre yaparsınız. İdeolojik cepheyi bu gözle ele alırsınız. Geride kalan tarihsel dönemle hesaplaşmaya bu gözle bakarsınız. Yığınağınızı ona göre yaparsınız. Bilirsiniz ki, böyle hareketliliklerde o şekilsiz milyonlarca insan kitlesinin ekseni yalnızca örgütlü işçi hareketi olabilir. Demir tozlarını birleştirecek, kendi etrafında kutuplaştıracak mıknatıs devrimci işçi hareketidir. Gelmekte olanı sezerseniz eğer, yığınağı oraya, çözücü halkaya yaparsınız. Kurulu düzen karşısında devrimci bir örgüt olarak konumlanmayı, dolayısıyla illegaliteyi önemsersiniz. Öyle ya, bunalımlar, savaşlar, sınıf çatışması, devrimci mücadele, sosyal patlama diyorsanız, örgütünüzü de bugünden buna göre hazırlamalısınız. Militanın bilincini, ruh halini, reflekslerini, bir bütün olarak davranış pratiğini buna göre şekillendirmelisiniz. Devrime önderlik etmek iddiası olan, bilinci, ruh hali, davranış tarzı buna göre şekillenen, mücadelenin en farklı biçimlerine ve en ağır koşullarına hazır olan kadrolarınız varsa eğer, devrime önderlik etmek iddianızın da bir ciddiyeti var demektir. Nitekim TKİP III. Kongresi de aktardığım değerlendirmeyi hemen ardından şu sonuca bağlıyor:
“Bu tespit, partimizin tüm mücadele, çalışma ve örgütlenme çabasının belirleyici ana ekseni durumundadır. Partimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakışaçısıyla hazırlanmaktadır. Her biçimiyle burjuva gericiliğinin Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir. TKİP bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle hareket etmekte, tüm güncel çabasını bu süreci hızlandırmaya yoğunlaştırmakta, bunu ise şaşmaz bir biçimde proletarya devrimi hedefine bağlamaktadır.”
Eğer siz dünyada olayların akışını belli bir biçimde görüyorsanız, yani bunalımlardan, savaşlardan, giderek de bunların kaçınılmaz bir biçimde zorlayacağı, olgunlaştıracağı devrimlerden sözediyorsanız, dahası şimdiden zaten proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının yeni bir döneminin başladığını da söylüyorsanız, tüm öteki sorunları buna göre ele alır, hazırlığınızı da buna göre yaparsınız. Örneğin bu durumda Türkiye toplumuna hiç de AKP’nin güncel oy oranı üzerinden bakmazsınız. Dünyada olayların genel seyri bir yere doğru akıyorken, Türkiye’nin bu genel gelişmenin dışında kalamayacağını bilirsiniz. Hele de Türkiye dünya olaylarının kritik bir düğüm noktasını oluşturan Ortadoğu’da bir ülkeyse ve kurulu düzen bu bölgede emperyalizmin baş taşeronu olarak iş görüyorsa. Kritik bir bölgedeki kritik bir ülkenin iç siyasal durumu da bu genel gelişmelerin sarsıntısı dışında kalamaz, siz bunu bilir, bunu gözetirsiniz. Ekonomik durumun ani bir ağırlaşmasının ya da örneğin emperyalizmin hizmetinde bölge ülkelerinden biriyle gerici bir savaşın, bir anda Türkiye’deki bütün dengeleri temelden sarsacağını, kısa sürede herşeyin bütün bir çehresinin değişeceğini, ortaya bambaşka bir yeni durum çıkacağını düşünür, bunu gözetirsiniz.
Daha önce, birinci emperyalist savaşın başlangıcındaki Almanya ile dört sene sonraki Almanya’yı bunun için örnek vermiştim (Bahsi geçen bölüm buradaki yayında çıkarılmıştır-Red). Dört sene önceki, yani 1914 Ağustos’undaki Almanya’ya baktığınızda, dizginlerinden boşalmış bir Alman şovenizmi görürsünüz; tam da zamanında Engels’in öngördüğü gibi, Alman sosyal-demokrasisini de içine alan, ezen, Rosa Luksemburg’un ünlü ifadesiyle “kokmuş bir ceset”e dönüştüren... Alman sosyal-demokrasisi utanç verici bir tutumla Alman emperyalizmi ile aynı safa giriyor, “anavatan savunması”nın borazanlığını yapıyor, sınıfı ve kitleleri de ardından sürüklüyordu. Ama dört sene sonra, 1918 Kasım’ından itibaren, bu aynı ülkede yıllar boyu neler yaşandığını da biliyoruz. Almanya’da ekseninde devrimci işçi hareketinin bulunduğu devrimci çalkantılar yıllarca sürdü ve ancak 1923’te yatışabildi. Ya da Rusya’da, Bolşevikler savaşa cepheden karşı çıkıp işçilere silahlarınızı kendi burjuvazinize yöneltin dediklerinde, işçiler onlara vatan hainler olarak bakıyor, yer yer linç etmeye kalkıyorlardı. Ama bu aynı ülkede Şubat 1917’de devrim patlak veriyor, o aynı Bolşevikler bu aşamada devrimci işçi hareketinin önemli bir bölümünü ardından sürüklüyor, çok geçmeden de aynı işçi hareketine dayanarak Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’ni gerçekleştiriyorlardı.
Demek istiyorum ki, AKP’nin oy oranı üzerinden bakıp da Türkiye toplumu üzerine öngörüde bulunanlar diyalektik bakıştan yoksundurlar ve hiçbir biçimde devrimci değildirler. Marksist devrimciler olarak topluma diyalektik bir bakış açısıyla bakacağız, süreçleri ve zamanı da böyle algılayıp böyle değerlendireceğiz. Türkiye kapitalist dünyanın bir parçası ve bu dünya çok yönlü bir hareketlilik içine girmiş bulunuyor. Dünyanın dört bir tarafında kurulu düzen sorgulanıyor ve bu sorgulama eylemli süreçlerle içiçe gidiyor. Mısır insanı Nasır’dan beri devletin uysal eklentisidir, şimdiyse aynı devlet düzeninin karşısına dikiliyor, yasaları ve yasakları çiğneyerek binler, onbinler, yüzbinler olarak meydanlara çıkıyor. Siz böylesine hareketlenmiş bir topluma tutar seçim sonuçları üzerinden, Müslüman Kardeşler ile Selefiler’in oy oranları üzerinden bakarsanız, böylece reformist-parlamentarist bakışın sınırlarını hiçbir biçimde aşamamış olursunuz. Bu toplumların düne göre katettiği mesafenin büyük önemini görememiş, gözetememiş olursunuz. Bu, meseleleri oy sandığı üzerinden ele alan tipik reformist-parlamentarist bakış açısıdır. Her marksist bilir ki, genel oy toplumda en pasif bir ölçüttür; en sıradan, en etkisiz, en örgütsüz insanı, en bilinçli, en örgütlü, en dinamik insan ile eşitler ve böylece gerçek güç ilişkilerini ve toplumsal dinamikleri gizler. Gerçek ölçüt örgütlü ve hareket halindeki güçlerdir, sınıflar mücadelesinin esas alanları üzerinden ortaya çıkan güçler tablosudur.
Devrimciler politik güç ilişkilerine ve olayların akışına oyların dağılım tablosu üzerinden bakmazlar. Yüzeydeki olaylar, bugünkü dış görünüm, kimseyi yanıltmamalıdır; Tunus toplumu da, Mısır toplumu da düne göre bugün hayli ileri bir noktadadır. Görünüşte İslami gericilik önplandadır, seçim sonuçları üzerinden görülen de budur. Ama bu, bu ülkelerde, örneğin Mısır’da, dünün uyuşturulmuş, atomize edilmiş, kaderciliğe itilmiş, hak arama bilinci ve pratiğinden yoksun bırakılmış halk kitlelerinin, bugün ikide bir sokağa çıkabilmesinin, yasa ve yasakları döne döne çiğneyebilmesinin büyük önemini unutturabilir mi? Olup bitenleri reformist-parlamentarist bir bakışla ele alanlar, Mısır’daki seçim sonuçları üzerinden sözümona bu ülkenin nerden nereye geldiğini göstermiş oluyorlar. O milyonlarca insanın ayağa kalkmasının, sokağa çıkmasının, yasaları-yasakları çiğnemesinin, polisle, gelinen yerde ordu birlikleri ile çatışmasının o insanlara kazandırdığı bilinç sıçraması, bunların yarına kalacak sonuçları onları ilgilendirmiyor. (...)
Zorunlu geçiş dönemi
Tam da Tunus ve Mısır olayları bize devrimci partinin hayati önemini, toplumun hareketlendiği dönemde olayların seyri üzerindeki belirleyici rolünü bir kez daha göstermiş oldu. Bugün gelişmekte ve yayılmakta olan mücadelelerin en temel sorunu devrimci önderlik sorunudur. Bu, Tunus-Mısır örneklerinde olduğu gibi, muazzam olanakların heba olmasına, saptırılmasına, burjuva gericiliğinin bir başka türüne alet edilmesine yol açmaktadır. Ama yine de bu, olup bitenlerin muazzam önemini ve yarına etkilerini ortadan kaldırmıyor. Biz komünistler buna ilişkin düşüncemizi de yıllar öncesinden ve burada sık sık andığım temel değerlendirme üzerinden ortaya koyduk.
“Proleter Hareketin ve Halk İsyanlarının Yeni Dönemi” başlıklı değerlendirme, dönemin sosyal hareketliliklerinin özet bir dökümünü verdikten sonra, şöyle devam ediyordu: “Bütün bu hareketlerin, direnişlerin ve isyanların istisnai durumlar dışında, devrimci bir önderlikten, devrimci bir politik yön ve programdan yoksunlukları açık bir olgudur. Kendiliğindenlik, örgütsüzlük, birbirinden kopukluk hâkim özellik durumundadır. Fakat dünya komünist ve devrimci hareketinin geride bıraktığı tarihsel yıkım olgusu düşünülürse, bunda şaşılacak bir yan da yoktur.
“Temel önemdeki bu zaafın yarattığı sorunlara rağmen dünya ölçüsündeki bu mücadelelerin çok büyük bir politik öneme sahip olduğu gerçeği tartışılamaz. Herşey bir yana, günden güne yaygınlaşan bu eylem ve isyan hareketleri, ‘89 çöküşünü izleyen dünya ölçüsündeki gerici atmosfere ve ondan beslenen propagandaya muazzam bir darbedir. İnsanlık ne tarihin sonuna gelmiştir, ne de kapitalist düzen insanlığın ezici çoğunluğuna bir şey verebilecek durumdadır. Tam tersine, kapitalist sistemin onulmaz temel çelişkileri varlığını sürdürmenin ötesinde, gitgide daha keskinleştiği içindir ki, bizzat bunun harekete geçirdiği yığınlar tarihin yeni bir evresini müjdelemektedir...” (H. Fırat, Dünya, Ortadoğu ve Türkiye., Eksen Yayıncılık, s. 411-12)
Evet, halen de önemli olan, sosyal mücadelelere, kitle hareketlerine, halk isyanlarına devrimci partilerin önderlik edip etmediği değil, fakat bizzat bu hareketlerin kendisidir. Bunun önemini ancak geride bırakmakta olduğumuz dönemi unutmazsak gereğince takdir edebiliriz. Bu dönemin içinde devrim dalgasının dibe vurması, azgın neoliberal gericilik, onun muazzam ideolojik hegemonyası ve “yeni sağ”ın yükselişi, ‘89 çöküşü, bunun yarattığı ağır siyasal gericilik atmosferi vb., vb. var. Yeni mücadeleler işte bu dönemin üzerine geliyor ve sistemin dünya ölçüsünde yeniden ve yaygın biçimde sorgulandığını gösteriyor. Kapitalizmin onulmaz çelişkilerinin yerli yerinde durduğunu ve emekçi katmanları bir kez daha geniş çaplı olarak harekete geçirdiğini gösteriyor. Böyle bir evre yaşanmaksızın, ‘89 yıkılışıyla birlikte dünya ölçüsünde güçten düşmüş, umutları kırılmış, özgüveninin yitirmiş ve bu arada kafası tümden karışmış her biçimiyle devrimci hareket kendini yeniden bulamaz.
Biri birini izleyen mücadeleler dalgasının bizzat kendisi, gerici burjuva propagandasına ve dünyaya hâkim siyasal gericilik atmosferine büyük bir darbedir deniliyor aktardığım değerlendirmede. Öyle olup olmadığını görmek için, bugün olup bitenlere ve bunun etkilerine şöylece bir göz atmak bile yeterlidir. ABD’deki, İngiltere’deki, Yunanistan’daki, İspanya’daki, İsrail’deki, Hindistan’daki, hemen tüm Latin Amerika’daki mücadelelere ve bunun etkilerine dönüp bakınız. Bütün bunlar sistemi tartışmalı hale getiriyor ve onu yıkmak mücadelesi veren tüm güçlere büyük bir moral güç veriyor.
Geride kalmakta olan dönemde dünya devrimci hareketi büyük bir ideolojik, moral ve fiziki yıkım yaşadı. Sosyalizm adına geride bırakılan tarihsel yıkıntı var; hala da bunu esaslı bir biçimde bilince çıkarabilmiş, derslerini toplayabilmiş, bu temelde kendini yenileyebilmiş değil. Eski önyargılar, eski kabuller, eski yaklaşımlar büyük ölçüde yerli yerinde duruyor. Böyle bir hareket yazık ki mücadeleye ciddi bir önderlik de yapamaz. Ama bu mücadeleler çoğaldıkça, bu mücadelelerin verdiği moral atmosfer güçlendikçe, gerici propaganda güç kaybettikçe, gerici atmosferin bulutları dağıldıkça, bu işe özne olabilecek, bu işi sürükleyebilecek güçlerin bilinci de yavaş yavaş aydınlanacaktır. Onlar kendilerini ancak bu zeminlerde bulabilecekler ve geleceğin sosyal mücadelelerine iyi kötü önderlik yapma yeteneği kazanabileceklerdir.
Andığım metnin devamında “insanlık bu zorunlu ara evreyi yaşamak durumundadır” deniliyor ve şöyle devam ediliyor: “Önemli olan bugün için bunların yaşanması ve bunların söylenmesidir. Bu süreçler bir yandan gerici burjuva propagandayı darbelerken, öte yandan yeni devrimci akımların filizlenmesine, var olanların moral ve maddi açıdan toparlanmasına ve güçlenmesine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Devrimci akımların yön verebileceği yeni süreçlere ulaşabilmek için insanlık bu tarihsel ara evreden geçmek zorundadır. Dünya devrimci ve komünist hareketinin yaşadığı büyük tarihsel tahribatın ve bunun dünya ölçüsünde işçi sınıfı ve halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin ardından, bu yaşanılması kaçınılmaz bir tarihsel ara evredir.” (s.412)
Dünya devrimci hareketi bugün bu mücadelelere önderlik etmekten çok bu mücadeleler üzerinden moral kazanıyor ve gide gide kendini yeniden bulacaktır. Oluşan ve giderek de güçlenecek olan atmosfer bunu kolaylaştırıyor. İnsanlığın gündemine Marks’ın, kapitalizmin bugününü bütün açıklığıyla gören bir deha olarak yeniden oturması bile, birçok insana, gruba, partiye güç veriyor. Marksizme yeniden bir bağlılık, temel marksist kabullere yeniden bir yöneliş yaratıyor. Halen de ara evre dediğimiz bu süreç yaşanıyor günümüz dünyasında. (...)