Özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda egemen sınıfın, iktidarını kurmakta/korumakta kullandığı önemli dayanaklardan biri de ailedir. Üretim tarzlarına göre değişen her toplumsal yapıda aile ilişkileri ve evlilik biçimleri özünde mülkiyet ilişkilerine göre belirlenmektedir.
Engels, sınıflı toplumların başlangıcıyla mülkiyet farklarının eski komünal ev topluluğunu parçaladığını, beraberinde toprağın da bu topluluk için ortaklaşa işlenmesine son verdiğini, ekilebilir toprağın tek tek ailelere kullanmaları için önce geçici, sonra sürekli olarak bırakıldığını belirtir. Özel mülkiyete geçiş tek eşliliğe geçişle birlikte ve ona koşut olarak kerte kerte tamamlanır. Böylece tek eşli aile, toplumda ekonomik birim olmaya başlar.
Bu aile biçimi erkeğin kadına egemenliği üzerine kuruludur. “İlişkilerde de, zenginliklerin giderek artması bir yandan ailede erkeğe kadınınkinden daha önemli bir konum kazandırıyor ve öte yandan da kuvvetlenmiş konumu geleneksel kalıt düzenini çocukların yararına değiştirmek için kullanma itkisini yaratıyordu. Ama soy zinciri analık hukukuna göre geçerli olduğu sürece bu işlemiyordu. Bu da değiştirilmeliydi ve değiştirildi.” Engels, özel mülkiyete geçişin tamamlanmasıyla ev yönetiminin, özel hizmet haline gelerek kamusal karakterini yitirdiğini ve artık toplumu ilgilendirmediğini vurgular. Böylelikle toplumsal üretimden uzaklaştırılan kadın baş hizmetçi haline gelir.*
Bu ataerkil aile yapısı sonraki sınıflı toplumlarda aynı özle devam etmiştir. Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte kadını aile dışında ekonomik olarak bağımsızlaştıran koşullar oluşmuş, kadınlar üretim alanlarına çekilmiş ve aile biçimi de buna uygun bir değişim göstermiştir. Ancak ataerkil geleneksel kültürün kadına yüklediği ikincil konum değişmemiş, kadınların ezilmişliği ve köleliği kapitalizm koşullarına uyarlanarak devam ettirilmiştir. Kadın kapitalizmle birlikte çifte sömürüyle yüz yüze kalmakta, aile içinde kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu işgücünün yeniden üretim işlerini (hem yeni neslin devamı/bakımı anlamında hem de gün boyu yıpranan işgücünün kendini ertesi gün çalışabilir hale getirmesi için gerekli olan beslenme, dinlenme vb. işler anlamında) üstlenmektedir.
Engels, “Modern bireysel aile kadının açıktan ya da örtülü bir şekilde köleleştirilmesine dayanmaktadır ve modern toplum, bu bireysel ailelerin birer molekül olduğu bir kütledir.” demektedir.
Sermayenin ve devletin çıkarları açısından, işgücünün üretimi ve bakımı konusunda kadınların üstlendikleri rollerin önemi ortadadır. Bu çıkarlar çerçevesinde, kadınların ezilmişliğini ve köleliğini derinleştiren özel politikalar belirlenir. “Aile bütünlüğü” bu anlamda öne çıkartılır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde ailenin bütünlüğü ve bu bütün içinde kadınların üstlendikleri işler ayrıca önem kazanır. Kapitalist toplum içinde kadının statüsü aile içindeki konumlanışıyla yakından ilgilidir. Aile bütünlüğünün sağlanmasıyla ataerkil geleneksel kültürün devamı, birbirini besleyen şekilde, kadının bu konumunu belirler. Özellikle dini referanslarla bu statünün değişmezliği vaaz edilir.
Kapitalist dünyanın her yerinde bu yönlü çabaları görmekteyiz. Geçtiğimiz Mart ayı sonunda “tanrı, vatan, aile” sloganıyla İtalya’da toplanan Dünya Aile Kongresi (WCF) buna bir örnektir. Bu kongrelerde geleneksel aileyi koruma amaçlı, cinsel yönelim farklılıklarına, boşanmaya ve kürtaja karşı görüşler gündemleştirilmektedir.
Türkiye’de de son dönemde görüldüğü üzere özel bir devlet politikası olarak bu yönlü çabalar daha fazla öne çıkmakta, aile bütünlüğü ve kadının sadece bu alanda kendini var etmesi diyanet, yargı ve eğitim kurumları yanında medya eliyle de güçlendirilmek istenmektedir.
“Ailenin korunmasının” kurulu düzen açısından faydaları
Sermaye sürekli bol, ucuz ve genç işgücüne ihtiyaç duyar. Bu nedenle kadınlar bu düzende “üreme baskısı” ile karşılaşmaktadır. Erdoğan’ın “3 çocuk yapın” söylemi, genç ve sömürülmeye müsait işgücü ihtiyacı nedeniyle sürekli olarak yinelenir. “Dış mihraklar”, “dünya bizi kıskanıyor” argümanlarının oy tabanı üzerinde etkisini bilen Erdoğan, bunu “Bu ülkede bizi yıllarca doğum kontrolüyle aldattılar, neslimizi kurutma yoluna gittiler” diyerek yapmaktadır. Halen bu argümanlara başvurulmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından, “Aileye Değer Türkiye’ye Değer” ana temasıyla 2-3 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen 7’nci Aile Şurası’nda Erdoğan aynı şeyleri tekrarlamıştır: “Güçlü milletler güçlü ailelerden oluşur. Onun için yıllarca bu ülkede kısırlaştırma adına her şeyi yaptılar. Doğum kontrolü dediler, aile planlaması dediler. Değişik isimlerle bize nüfuz etmeye çalıştılar. Tabii ki atılan bu adımlarla da nüfusumuz azaltıldı.” Diyerek, 3 çocuk istemini hatırlattı. Ayrıca konuşmasında boşanmanın teşvik edildiğinden yakındı. Bu sözler AKP gericiliğinin arkasındaki dinci-faşist zihniyetin “aile” hassasiyetini özetlemektedir.
Öte yandan emperyalist saldırganlığın, buna eşlik eden silah endüstrisinin çıkarları gereği sürekli bir savaş halinin olduğu günümüz toplumlarında devletler için savaşacak hazır kıta askerlerin bir ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır. Bu, Türkiye’de “her Türk asker doğar” sözüyle geçmişten bu yana işlenmekte, Türk sermaye devleti kendini emperyalist dünyaya pazarlarken, ucuz işgücünün yanı sıra savaşabilecek asker potansiyelini de özellikle öne çıkarmaktadır.
Kapitalizmde kadınların “asli işleri”
Kadınların aile içindeki geleneksel konumlanışlarının muhafazası sermaye ve devlet için sosyal yükümlülüklerinden kurtulma fırsatı verdiği için ayrıca önemlidir. Buna göre, ev içi işler ve çocuk- yaşlı-hasta bakımı aile içinde kadınların “asli işi” olarak kodlandığı için, sermaye ve devlet, üzerine düşen sorumluklardan masrafsız kurtulmuş olmaktadır. Bu durum kadınlar çalışsa da değişmemektedir.
Çocuklar, yaşlılar, engelliler ve kronik hastalar için sosyal yaşamı kolaylaştıracak ücretsiz kreş, çocuk yuvaları, ücretsiz sağlık hizmetleri, yaşlı bakım evleri vb. projeler kâr üzerine kurulu bu sistemde eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu durum, ailenin ve kadının geleneksel rolleri dini referanslarla birlikte bilinçlere sürekli işlendiği için sorgulanmamaktadır. Özellikle AKP döneminde bu yönlü çalışmalar yoğunlaşmıştır. Bir yandan kültürel olarak kadınlar bu gerici kuşatmaya alınırken, pratikte de kadını geleneksel rollere mecbur bırakacak adımlar atılmaktadır. Örneğin, 2008’de 497 olan kamu kreşi sayısı 2016’da 56’ya inmiştir. Ama 2016-2017 arası bir yılda Diyanet’e bağlı 4-6 yaş kurslarının sayısı 692’den 1.552’ye çıkmıştır. Parası olanlar zaten çocuklarını özel kreşlere gönderirken, yoksul kadınlar mahallelerinde açılmış görece ucuz böylesi kreşlere mecbur kalmaktadırlar. Parası olmayanlar için devletin hasta, yaşlı ve engellilerin bakımı için zaten özel bir politikası yoktur.
Kadın işsizliğini gizleme hesabı
Sermaye ve devlet için “ailenin kutsanmasının” bir diğer önemi de işsiz kadın gerçeğinin üzerinin örtülmesine vesile olmasıdır. Çoğu kadın ev içi işler ve bakım meselesi nedeniyle iş aramamakta, işsizlik istatistiklerinde bile yer almamaktadır. Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi raporuna göre, Türkiye’de 11 milyondan fazla kadın ev ve bakım işleri nedeniyle çalışma hayatına katılamıyor. Genç kadınların yüzde 71’i ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı nedeniyle iş yaşamından çıkıyor.
Öte yandan kadınları aile bütünlüğü dışında görmeyen bu zihniyet, kriz gibi dönemlerde kadınların işten çıkartılmasında da sermaye ve devletin işini kolaylaştırmaktadır. Zira “ona bakacak bir aile -koca ya da baba- var” ön kabulü kadın işsizliğini meşrulaştırabilmektedir. Öte yandan aynı nedenler kadınların esnek ve güvencesiz istihdamında da kullanılmaktadır. Çocuklarına bakacak sorunu olan kadınların yarı zamanlı, evden çalışma gibi esnek çalışma biçimlerine rağbet ettikleri bilinmektedir. Kadınların yüzde 23,8’i taşeron çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla çalışma ve ücretli düzensiz istihdam biçimlerinde yer alıyor.
Vurgulamak gerekir ki özellikle ekonomik krizin derinleştiği, işsizliğin ve hayat pahalılığının tırmandığı bu son dönemde aile bütünlüğü kavramının öne çıkartılması hiç de şaşırtıcı değildir. Hem devlet bütçesinden zaten kırıntı kadar olan sosyal politikalara ayrılan bütçenin daha da kısılması hem de işsiz bireylerin büyük aile içinde yaşamını bir nebze de olsa devam ettirebilmesi hesabıyla hareket edilmektedir. Erdoğan, kriz koşulları kendini hissettirdikçe büyük ve geniş aile kavramını özellikle vurgulamaktadır. Bu vurguların arka planında işsiz kalan, ev kirasını ödeyemeyen ve yoksulluğu artarak zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayacak hale gelen ve ailelerinin desteğine ihtiyaç duyan işçi ve emekçilerin olası tepkilerini bu şekilde etkisizleştirme hesabı vardır.
İşçi ve emekçilerin, çocukların ve yaşlıların temel insani ihtiyaçlarının ve haklarının garanti altına alınmadığı bu düzende ikiyüzlüce ileri sürülen aile bütünlüğü kavramı tam bir aldatmacadır. Sermayenin ve gericiliğin “aile bütünlüğünden” çok yönlü çıkarları vardır. Bu amaçla kadın hak ve özgürlükleri hedefe konmakta, boşanmanın önüne türlü engeller çıkartılmakta, nafaka almaya sınırlar getirilmekte, kürtaj hakkı insanların elinden alınmak istenmektedir.
Tüm bunlar bu sistemde çok yönlü ezilmişlik ve sömürüyle karşı karşıya kalan kadınların örgütlü mücadeleyi büyütmesinin aciliyetini ve önemini göstermektedir.
* Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni – F. Engels