Sınıflı toplumlar tarihi dönem dönem sert çatışmalara sahne olmuş, gelişmiş ve her yeni aşamada biçim değiştirmiş, bununla birlikte sürekliliğini de korumuştur. Bu süreklilik kendi evrimi içinde biçimsel olarak farklılaşmış olsa bile öz olarak aynı kalmıştır.
Sınıflar tarihi, sosyal ve ekonomik ilişkilere göre değişiklik gösterse de sınıf savaşımı, genel olarak ezenle ezilen, sömürenle sömürülen ilişkisinin yarattığı çelişki içinde şekillenmiştir. İlkel çağlardan bu yana hayatta kalma mücadelesi veren insanlık hem doğaya hem de kendi türüne karşı amansız ve acımasız tutumlar sergilemiştir. Bu pratik tutumlar, insanın emek-gücü ile yaratılan değere başka bir insan tarafından el konulması ve bu sömürüye karşı gelişen amansız bir mücadelenin de tarihidir.
Bugün insanlığın yaratmış olduğu “medeniyet”, binlerce yıllık tarihi olan bu savaşımın gelişimi ile ortaya çıkmıştır. Burjuvazi de sınıf savaşımlarının ortaya çıkışı ve bu süreçte yaratılan ekonomik, toplumsal, kültürel değerlerin ürünü olarak tarih sahnesine çıktı. Bu değerler ne yeni icat edildi ne de eski olan tamamen silinip gitti. Birbiri içinde harmanlanmış olarak, burjuvazinin yararına olan her şey varlığını sürdürmeye devam etti.
Burjuvazi için din böyle bir şeydir. Öte yandan kral, sultan, imparator, çar vb. unsurlar, sınıfsal çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde burjuvazi için sorun teşkil etmezler. Burjuvazinin tarih sahnesine çıkışında din bir engeldi, bu yüzden çanlar eritilip silah yapılmıştı. Burjuvazi egemen sınıf konumuna gelince ise bu “engel” ihtiyaca dönüştü. Bundan dolayı eritilen çanlar yeniden imal edildi, ibadethaneler tekrar açıldı, tanrı kutsandı ve din tekrar sömürünün önemli bir aparatı haline getirildi.
Burjuvazinin en temel dayanaklarından biri, mülkiyet edinme özgürlüğüdür. Bu, burjuvazinin “özgürlük” anlayışının da temelidir. Eski bir Afrika atasözü, “hayatta kalabilmek için hızlı koşmalısın, aslan da olsan hızlı koşmalısın, ceylan da olsan hızlı koşmalısın” der. Burjuvazinin bugün topluma empoze etmeye çalıştığı temel düşünce de aslında bu atasözünde var olan boyun eğme veya eğdirme özgürlüğüdür. Sömürü ve tahakküme dayalı bu kapitalist zihniyete göre, “hayatta kalabilmek için ya boyun eğdirip ezeceksin ya da boyun eğip ezileceksin.”
Bugün içinde yaşadığımız kapitalist sistemde de bize hayatta kalmak için iki seçenekten birini tercih etmemiz gerektiği telkin ediliyor. Fakat bu durum “nasıl” sorusunu da beraberinde getirir. Ezenler ve ezilenler arasındaki bu mutlak çelişki nasıl aynı sonucu ortaya çıkarabilir? Tarihi dikkatli bir şekilde incelediğimizde bunun cevabını net bir şekilde görürüz. Eşyanın doğası gereği lüks ve şatafat içinde yaşayan bir avuç asalak ile yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan milyonlarca insanın yaşamı da yaşam tarzı da aynı olamaz. Birincisi hayatta kalabilmek için emeğini satarak çalışmak zorunda iken ikincisi bunların hiçbirini yapmaya gereksinim duymaz. Tersine, “ilkinin zorunluluğu” üzerinden kendini var eder. İkincisinin varlığı birincisine bağlıdır fakat birincisinin varlığı hiçte ikincisine bağlı değildir. Tersine, onurlu varlığı ancak ikincisinin yokluğu ile mümkündür.
Vahşi bir dünyada yaşadığımız gerçeğinin “medeniyetteki” yansımasıdır bütün bunlar. Bu vahşet düzeni “sömürü özgürlüğü” üzerine kurulmuşsa, hangi temelde ya da ahlaki yapıda olursa olsun, hızlı koşanın hayatta kaldığı bir sistem ve bu sistemin kendi yarattığı “değerler” dizisi ile varlığını sürdürebilmektedir. Bu durum en küçük aile yaşamından en geniş devlet yapısına kadar, bir bütün olarak toplumsal yaşama sirayet etmiştir. Egemen sistem açgözlülüğü, saldırganlığı, barbarlığı, çıkarcılığı, çatışmayı, bencilliği vb. genel toplumsal yaşamın birer karakteristik özelliğine çevirmiş ve onun “kutsalı” saymıştır.
***
Okuldaki bir çocuk arkadaşları ile sürekli bir yarış içerisindedir. Ona okuyup “iyi yerlere” gelmesi, yönetilen değil yöneten tarafta olması gerektiği üzerine öğütler verilir. Doktor, mühendis, bakan, müdür vb. gibi mesleklerle daha iyi bir yaşam sürdüreceği vaaz edilir. Bunu, ancak arkadaşlarını, yani rakiplerini/düşmanlarını yenip onlara üstünlük sağlayarak başarılabileceğini söyler dururlar. Bir fabrikada çalışan işçi için de durum böyledir. İşletmenin sahibi olan kapitalist için “en iyi işçi” modeli “daha çok çalışan, amirleriyle iyi geçinen, parasına bakan, ‘onu ilgilendirmeyen’ meselelere ses çıkarmayan, itiraz etmeyen” işçidir. Tersine, örgütlenmeye çalışan, sınıf kardeşleriyle birlikte hakkını arayan, haksızlıklara karşı sessiz kalmayan işçi ise “terörist, hain”, ya da “bozguncu” ilan edilebilir.
“Her koyun kendi bacağından asılır”. Bu, kapitalistler tarafından iyi anlamda da kötü anlamda da mutlak bir şekilde ve sürekli olarak kullanılan bir argümandır. Çünkü kapitalist, işçiyi üretim araçlarının bir parçası/aparatı olarak görür, günün belirli saatleri arasında emeğini satın alarak onu modern köleye, yani ücretli işçiye dönüştürür. Bu durum insanı birlik ve beraberliğe, yardımlaşmaya, dostluğa ve en önemlisi de kendi emeğine yabancılaştırır. Bu yabancılaşmanın temel kaynağı da hakim olan burjuva kültürü ve onun toplumsal yaşam içindeki yansımasıdır. Buna karşın örgütlü mücadeleye katılan işçi, kapitalist üretim/bölüşüm ilişkilerinin ürünü olan o kültürün cenderesini parçalar.
Nasıl ki kanserli bir hücreyi yok etmek için organizmayı saran kanseri tümüyle ortadan kaldırmak gerekiyorsa; kapitalizmin toplum yaşamına enjekte ettiği yozlaşmış kültürden kalıcı olarak kurtulmak için burjuvaziyi ve onun toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırmak gerekmektedir.
K. Torlak