Sanat ve edebiyatta mevcut düzenle uyumlu olan, “sanat sanat içindir” tezini savunanlar genelde emperyalist-kapitalist sistemin kültür-sanatının yeniden üreticileri oluyorlar. Bu ise bireycilik, çıkarcılık, kadercilik, cinsiyetçilik, şovenizm, yabancılaşma, sömürü gibi olguların, kapitalist özel mülkiyeti “kutsayan” şekilde döne döne üretilmesi anlamına geliyor.
Burjuvazinin çeşitli yol ve yöntemlerle insanlığa dayattığı bu gerici-yoz kültürün etkileri, toplum katmanlarında kendini yakıcı bir şekilde hissettiriyor. Burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarına hizmet eden kültür-sanat etkinlik ve eserlerini elindeki tüm araçları kullanarak topluma empoze ediyor. Kapitalistler din, siyaset, hukuk gibi sanat ve edebiyatı da sınıfsal çıkarlarını koruyup pekiştirmenin araçları olarak kullanıyor.
Buna karşı gelişen sosyalist gerçekçi sanat ve edebiyat anlayışı ise, Ekim Devrimi’nin yarattığı devasa politik ve kültürel olanakların içinde mayalandı. Çarlık Rusya'sını yıkan 1917 Şubat devriminin yarattığı ikili iktidarın ardından, Ekim’de gerçekleştirilen proleter sosyalist devrimle burjuvazinin iktidarı yıkıldı. Bu, sadece ekonomik ve toplumsal altüst-oluşu değil, bütünlüklü olarak toplumun tüm çelişkilerini de derinden etkileyen devrimci-kültürel dönüşümü gerçekleştirmenin kapılarını da açtı.
Bu değişim ve dönüşümle, sosyalizmin inşası sürecinde var olan devrimci koşullarda yaratılan ideolojik zeminden de beslenerek, başta yazınsal ve görsel sanatlar olmak üzere birçok alanda sosyalist dünya görüşünü yansıtan, özellikle devrimci sanatın ve edebiyatın toplumsal ve düşünsel niteliğini ön plana çıkaran ciddi bir atılım yapılmıştır. Yeni toplumun inşası sürecinde yaratılan sosyalist gerçekçi anlayış, sınıflı toplumun ve onun bu günkü dayanağı olan kapitalist sınıfların, insanlığın üzerine bir karabasan gibi çöken yoz ve gerici ideolojisine karşı güçlü bir mevzi yaratmıştır.
Lenin "Parti örgütü ve Parti literatürü" başlıklı makalesinde burjuva kültürünün “özgürlük” anlayışını kastederek şöyle diyor:
“Biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü ortaya çıkarıyor, sahte etiketleri koparıp atıyoruz, bunu sınıfların dışında bir sanat ve edebiyat yaratmak için değil, sözüm ona özgür olan, aslındaysa burjuvaziye bağlı olan bir edebiyatın karşısına, gerçekten özgür, açıkça proletaryaya bağlı bir edebiyat çıkartmak için yapıyoruz.”
Devamında ise proletarya edebiyatını kastederek:
“Bu edebiyat özgür olacaktır, çünkü ona daima yeni güçler kazandıran hırs ve kariyerizm değil, sosyalizm düşüncesi ve emekçiler için duyulan sevgidir. Bu edebiyat özgür olacaktır, çünkü hayattan bezmiş bir kadına ya da canı sıkılan ve düşmanlıktan yakınan 'on bin kişilik mutlu azınlığa' değil, ülkenin çiçeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, on milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu gerçekten özgür edebiyat, insanlığın devrimci düşüncesinin son sözünü, sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı çalışması ile zenginleştirecek, sürekli bir şekilde, geçmişin deneyi ile bugünün deneyi arasında karşılıklı bir etkileşme yaratacaktır.”
Bu pasajda Lenin yaratılacak olana, yani eski olanı parçalayıp onun yıkıntılarının üstüne inşa edilecek olan yeni kültürün ve edebiyatın önemine değiniyor. Elbette bu, geçmişin deneyleri ve yaratılmış ilerici sanat-edebiyat eserlerinin yok sayılacağı anlamına gelmiyor. Tersine, onları içeren ama aynı zamanda aşan bir yeni yaratımın içerik ve biçiminden söz ediliyor.
2. Emperyalist Paylaşımı Savaşı sonrasında başta Doğu Avrupa olmak üzere dünya çapında büyük bir etki kazanan sosyalist gerçekçilik, devrim ve sosyalizm mücadelesine paha biçilmez bir yazınsal, edebi, görsel ve işitsel miras bırakmıştır. Bizler bu mirasın taşıyıcıları olarak onu daha ileriye götürüp, burjuvazinin “kutsalları” denen gericiliği parçalamanın ve ona karşı sosyalist kültürü bugünden inşa edebilmenin koşullarını yaratıp, ideolojik ve kültürel bir silaha dönüştürebilmeliyiz.
***
Burjuvazinin sosyalizme olan düşmanlığı, geleceğin toplumu olan komünizmde kendi yok oluşunu görmesinden kaynaklanıyor. Komünizmin alt aşaması olarak sosyalizmde kendisinin tarih sahnesinden silinişini gören kapitalist sınıfların düşmanlığı sadece politik-ekonomik alanları değil, sosyalizmin inşa ettiği, etkilediği, değiştirdiği her şeyi kapsamaktadır. Elbette bundan sosyalist sanat ve edebiyat da nasibini almıştır. Burjuva kalemşorlar sosyalist gerçekçilik akımını bir döneme sığdırarak (özellikle Stalin dönemi) ya da bir ülkeye mal ederek (SSCB) sürekli karalayıp önemini azaltmaya çalıştılar. “Soğuk savaş” döneminde CIA’nın finanse ettiği “sanatçı/edebiyatçı” kişiler, bu alanda özel olarak görevlendirildi. Gerici karalama kampanyaları halen devam ediyor.
Oysa ki sosyalist gerçekçilik, Ekim Devrimi'nin ön günlerinden, iç savaş dönemine, SSCB'nin kuruluşundan, 1930'lu yıllara, büyük buhran döneminden, faşizmin yükseliş yıllarına, II. Emperyalist paylaşım savaşından faşizmin ezilmesine, Küba, Kore, Vietnam savaşlarına, Afrika sömürgelerine ve Avrupa'daki anti faşist partizan/gerilla savaşlarına kadar uzanan geniş, zor ve çalkantılı dönemleri kapsar. Temaları ise işçi sınıfının yoksulluğunu, sefaletini ve mücadelesini, ezilen halkların yaşamlarını ve bağımsızlık uğruna savaşlarını, kadın sorununu, eğitim sorununu, toprak sorununu, savaşın ve iç savaşın yarattığı yıkımları, salgın hastalıkları, kıtlığı, işsizliği, toplu göçü gibi toplumsal sorunları içermiştir. Bu devasa toplumsal sorunları ve onları üreten emperyalist-kapitalist sistemin sınıfsal karakterini ve buna karşı gelişen direnişleri bilimsel ve tarihsel olgulardan hareketle devrimci temelde işlemiş ve geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmıştır.
Bu çaba kapitalizm var oldukça devam edecektir. Çünkü tüm bu toplumsal sorunların kapitalistlerin ta kendisidir. Kapitalist barbarlık tarihin çöplüğüne atılana kadar toplumsal sorun ve krizleri döne döne tekrar üretecek, yeni yıkımları ve felaketleri insanlığın başına bela edecektir. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülüğün, kısacası bir bütün olarak sömürülenlerin kapitalizme karşı mücadelesi var oldukça, sanatsal alanda toplumsal ve sosyalist gerçekçiliğin önemi ve kapsamı kimi değişimlere uğrasa da ortadan kalkmayacaktır.
Sosyalizm ve devrimci edebiyat
Sosyalist edebiyatın en bilinen yazarı Maksim Gorki olsa da 19. Yüzyılın sonundan, 1970’li yıllara kadar dünyada ve Sovyetler Birliği’nde birçok sosyalist yazar eserler üretmiştir. Bunlardan en bilinenleri Vladimir Mayakovski, Mihail Şolohov, İlya Ehrenburg, Fyodor Gladkov, Henri Barbusse, Howard Fast, Konstantin Fedin, Nikolay Ostrovski, Upton Sinclair, Jack London, John Steinbeck, Jean Laffitte, Dimitri Dimov, İvan Popov, Nazım Hikmet, Bertolt Brect, Paplo Neruda, Yannis Ritsos’dur. Burada, sadece bazı önemli yazarları ve bu yazarların bazı önemli kitaplarını inceleye çalışacağız.
Devrimci proleter edebiyatın ilk metinlerinden birisi olan Maksim Gorki'nin Ana adlı eseri hâlâ dünyada en çok okunan kitaplardan biridir. Sosyalist edebiyatın bir ilk nüvesi olarak ortaya çıkan bu kitap, 1905 Devrimi öncesinde işçi sınıfının durumunu genç devrimci Pavel'in annesi Pelagaya, yani "Ana" üzerinden başarılı bir şekilde anlatır. Maksim Gorki bu kitabı ile Rusya’da ve dünyada tanınmış ve geniş kitlelere sosyalizm fikrini tanıtabilmiştir. Kitap onlarca dile çevrilmiş, emperyalist devletlerde dahi milyonlarca baskı yapabilmiştir. Bugün Türkiye devrimci hareketi içinde de Ana kitabını bilmeyen yoktur, okumayan ise pek az insan vardır.
Gorki'nin Ana kitabının dışında otobiyografik üçlemesi olan Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, küçük burjuva sınıfın tahlilini yaptığı Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi ve çarlık hanedanını eleştirdiği Artamanovlar dışında, Yararsız Bir Adam, Özgürlük, Ekmek İşçileri, Mujik, Arkadaş, Casus, Acı Günler, Makar Çudra, İnsanlarımız, Zulüm gibi çeşitli kitapları da yayımlanmıştır. Hayatının sonlarına doğru bitirdiği “Klim Samgin'in Yaşamı 40 Yıl” adlı dört ciltlik oldukça hacimli bir romanı da var. Klim Samgin'in Yaşamı kitabı hem ideolojik hem tarihsel hem de edebi olarak Gorki'nin en hacimli ve en önemli kitabıdır.
20. Yüzyılın başındaki örneklerle devam edelim. ABD'de çok büyük yankılar uyandıran sosyalist yazar Upton Sinclair'in Chicago Mezbahaları adlı kitabı, Amerikan kapitalizminin "sınırsız sömürü" özgürlüğü anlayışını, buz gibi bir gerçeklikle teşhir ederek büyük yankılar uyandırmıştır. Tabii, bu kitabın tek başına işçi sınıfının sömürü koşullarını değil de fabrikalar ve işletmelerin cehennemvari kötü koşullarını da teşhir etmiş olması dönemin gıda tekelleri üzerinde kurulan toplumsal ve politik baskının sonuç vermesini de sağlamıştır. Böylece birçok işletmede çalışma şartları belli oranlarda düzeltilmiştir.
Upton Sinclair'in bir diğer kitabı olan Jimmie Higgins ise birinci emperyalist paylaşım savaşı esnasında ABD'de yaşayan sosyalist bir işçiyi merkezine alan ve dönemin savaş koşulları üzerine tartışmalar yürüterek işçi sınıfına ve emperyalist savaşa odaklanıyor. Türkçeye çevirisi yapılmış diğer önemli kitapları ise sanat ve edebiyat eleştirisi olan Altın Zincir, Petrol, Sanayi Kralı, Ejderhanın Dişleri ve Patron’dur.
Aynı dönemin bir başka üretken yazarı olan, Amerikan doğalcılığının öncülerinden, kendini sosyalist olarak tanımlayan Jack London'un bazı kitapları hem edebi olarak hem de işlediği konu bakımından okunması gerekenler arasındadır. Bunların başında, bir deniz işçisinin, zengin bir aristokratın hayatını kurtarması ile burjuva kültürünü tanıması ve daha sonrasında değişen hayat koşullarını anlatan Martin Eden adlı kitabıdır. Martin Eden, içinde Jack London'un kendi hayatından da kesitler sunduğu için yarı otobiyografik bir romandır. Bir diğer kitap ise "Ernst" adlı bir işçi üzerinden ideolojik ve felsefi tahliller yaparak, devrimci bir işçi ayaklanmasını anlattığı Demir Ökçe'dir
Jack London için işçi, yazar, gazeteci, gezgin vs. diyebiliriz. Çünkü 40 yıllık yaşamında birçok ülkeye gidip görmüş, bulaşıkçılıktan gemiciliğe kadar her türlü işte çalışmıştır. Jack London toplam 40’ı aşkın kitap yazmıştır. Oldukça üretken ve yetenekli bir yazar olan London, John Steinbeck de dahil kendinden sonraki birçok yazarı etkilemiştir. ABD'den Alaska'ya altın aramak için gidenlerin biri de Jack London'dır. Her ne kadar altın bulamasa da altından değerli olan bir deneyim ve birikim ile geri dönmüştür. Alaska gezintisi Beyaz Diş, Vahşetin Çağrısı, Ateş Yakmak, Kurt Dölü, Bir Kuzey Macerası, Alaska Kid gibi kitapların çoğuna ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca işçi sınıfını, yoksulluğu, zorlu çalışma koşullarını vb. işlediği diğer kitapları; Londra'nın doğu yakasındaki emekçilerin yoksulluğunu anlattığı Uçurum İnsanları, içinde emeğe dair öyküler bulunan Alın Teri, partinin çıkarları uğruna her şeyi göze alan devrimciyi anlattığı Meksikalı, çiftçilikten borsa milyonerine dönüşen bir küçük burjuvayı anlattığı Yanan Günışığı ve kendi hayatından izler de taşıyan, işçi sınıfını anlattığı Ay Vadisi gibi kitapları da oldukça başarılıdır.
John Steinbeck, Jack London’dan etkilenmiş fakat onu edebi olarak aşmış bir yazardır. 1936’da yazdığı Bitmeyen Kavga, çiftliklerde çalışan öncü devrimci işçilerin yaşantısını ve örgütlenme çalışmasını, devrimci bir bakış açısıyla anlatıyor. Bu açıdan oldukça önemli bir yapıttır. Gazap Üzümleri ise yazarın en önemli ve en tanınan eseridir. ABD’nin Oklahoma eyaletinden Kaliforniya’ya göç eden bir ailenin açlık ve yoksulluk içinde ölümle burun buruna geçen yolculuklarını anlatmaktadır. Roman, Büyük Buhran döneminde Oklahoma’da yaşanan kuraklığın getirdiği felaketleri, mevsimlik tarım işçilerinin korkunç durumunu ve kapitalistlerin ne kadar vahşi olabildiklerini gözler önüne sermektedir. Devrimci edebiyatın en önemli metinlerinden biri olduğu gerçeği hala da güncelliğini korumaktadır. Yazarın diğer kitapları ise Fareler ve İnsanlar, İnci, Yukarı Mahalle, Sardalya Sokağı, Ay Battı, Al Midilli, Tatlı Perşembe, Cennetin Doğusu’dur.
Fransız yazar Henri Barbusse'nin 1916 yılında yayımladığı Ateş (Le Feu) adlı romanı ise, birinci emperyalist paylaşım savaşının yıkıcılığını ve insan üzerinde yarattığı psikolojik etkiyi, küçük bir askeri müfreze üzerinden etkili bir şekilde anlatıyor. Sosyalist yazar Henri Barbusse'nin bu kitabından birçok yazar, gazeteci ve eleştirmen övgüyle söz etmiştir. Bunların arasında Lenin ve Nazım Hikmet'te vardır. Kitabın Türkçe çevirisini ise Suat Derviş yapmıştır. Ateş'in dışında küçük burjuva bir aydının üzerinden şovenizme karşı ciddi eleştiriler yönelten Aydınlık ve bir felsefe incelemesi olan Cehennem Türkçeye çevrilen eserleridir.
Fransız edebiyatının öne çıkan bir diğer devrimci yazarı Jean Laffitte’dir. Zafer Bizimdir ve Eylem Adamları adlı romanlarında Fransız Komünist Partisi üyesi partizanların Nazi işgaline karşı geliştirdiği destansı direnişi etkili bir üslupla anlatır.
Sovyet edebiyatının öncülerinden biri sayılan Fyodor Gladkov’un Çimento adlı kitabı Sovyet edebiyatının ilk ve en önemli örneklerinden biridir. Kitabın içerik olarak, iç savaşın sona erdiği bir dönemde, eski dünyanın yıkıntıları üzerinde kurulan sosyalist ekonominin, süreçteki sorunlarını, kadın sorununu, bürokrasiyi, NEP döneminin yarattığı sancıları vb. konuları küçük bir sahil kasabasında bulunan metruk Çimento fabrikasını yeniden faaliyete geçirme süreci içinde işlemektedir. Gladkov’un bu kitabı Sosyalist Gerçekçi Sovyet edebiyatının ilk nüvelerini verdiği bir dönemde çok büyük bir etki yaratmıştır. Ki kitabın bazı yönleri hala tartışma konusudur. Fakat tüm bunlara rağmen oldukça başarılı bir kitaptır. Fyodor Gladkov'un Türkçe çevirisi yapılmış bir diğer kitabı ise Devrimle Doğanlar'dır. Devrimle Doğanlar kitabı da tıpkı Çimento gibi iç savaş sonrası dönemi anlatmaktadır.
Nikolay Ostrovski’nin ünlü Çelik Böyle Sertleşti (diğer adıyla Ve Çeliğe Su Verildi) kitabı devrimci karakter Pavel Korçagin’in zorlu şartlarda geçen mücadeleci yaşamını anlatmaktadır. Ostrovski bu kitabı hastalığının ağırlaştığı dönemde yazmıştır. Ona bu kitabı yazdıran şey kendi deyimi ile "Bundan sonra devrim için ne yapabilirim" sorusu ve yanı sıra devrime ve sosyalizme olan inancıdır. Yaşamının sonlarına doğru yazdığı “Selam Yaşam Ateşi” adlı kitapta ise edebiyata ve devrime dair düşüncelerini dile getirmiştir.
Manuel Tiago'nun (Portekiz Komünist Partisi lideri Alvera Cunhal) Yarın Bizimdir Yoldaşlar kitabı birçok konuyu (parti çalışmasında illegalite, iç illegalite, örgüt disiplini, işçi sendikaları, fabrika çalışması vb.) aynı potada eritebilen çok önemli devrimci romanlardan biridir. Özellikle genç devrimcilerin gelişimi açısından oldukça iyi bir kaynaktır. Yang Yien-Luo Kuangpin'in yazdığı Kızıl Kayalar kitabı da Yarın Bizimdir Yoldaşlar'ın Çin cephesindeki yansımasıdır. Her ne kadar farklı bölgede ve zamanda geçiyor olsa da kitaplar örgüt disiplini, illegalite, iç illegalite, yoldaşlık ilişkileri gibi konularda birbirini tamamlar gibidir. Kızıl Kayalar kitabı da devrimci edebiyatın önemli eserlerinden biridir.
Devrimci edebiyatın bir diğer önemli yazarı olan Mihail Şolohov’un dört ciltlik nehir romanı Durgun Akardı Don serisi devrimci edebiyatın mihenk taşlarındandır. Don Nehri boyunca yaşayan insanların hayatını, bir Kazak ailesi üzerinden çeşitli dönemler boyunca anlatmaktadır. Birinci emperyalist paylaşım savaşını, Çarlık Rusya'sının son zamanlarını, Ekim Devrimi’ni, iç savaş yıllarını ve o dönemde yaşanan olayların insanlar üzerindeki etkisini hem sosyolojik hem de psikolojik analizlerle anlatmaktadır. Kitabın 4 cilt olması okurun gözünü korkutmamalı, son derece derinlikli ve edebi olmasına rağmen sade bir dille kaleme alınmış olması romanın okunmasını kolaylaştırıyor. Mihail Şolohov'un bir diğer roman serisi olan ve yine Don Nehri çevresinde gerçekleşen olaylar üzerinden kaleme alınmış iki ciltlik Uyandırılmış Toprak (İkinci cilt "Don Kıyısında Hasat) Ekim Devrimi, iç savaş ve sosyalist inşa süreçlerindeki olaylara odaklanıyor. Ekim Devrimi’nin işçiler, köylüler ve askerler üzerindeki etkisini başarılı bir şekilde anlatıyor.
II. Emperyalist Dünya Savaşı ve sonrası
İkinci Emperyalist Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın bir tarafını anlatabilme cüreti göstermek bile başlı başına bir sorumluluktur. Bu sorumluluk yaklaşık yüz milyon insanın öldüğü, Avrupa ülkelerinin yıkıma uğradığı Holokost (Yahudi Jenosidi) ve Porajmos (Çingene Jenosidi) gibi büyük çapta soykırımların gerçekleştiği ve insanlığa dair her şeyin Naziler tarafından ayaklar altına alındığı bir dünya savaşında, Kızıl Orduyu, Stalingrad Muharebesini, Leningrad kuşatmasını, Kursk savaşını, kadın ve erkek Partizanları, Gece Cadıları’nı, toplama kamplarını, yargısız infazları, hapishane koşullarını, Nazilere karşı verilen amansız mücadelede şehit düşmüş tüm yiğit savaşçıları vb. insanlığa anlatabilmenin sorumluluğudur. Çünkü bu savaşı ve onun yarattığı yıkımı anlatabilmek için tek başına okumanın ve araştırmanın yeterli olmadığının bilincindeyiz. Sosyalist gerçekçi yazarların, savaşın durumunu, seyrini ve insanlar üzerindeki etkisini, gerçekçi ve canlı bir üslupla gösterebilme başarısı ve savaşın yıkıcılığını gerçekçi bir temelde ele alabilmeleri, anlatılanları bire bir yaşamalarıyla da bağlantılıdır. Bunu başarabilmiş olanların bıraktığı eserler sadece edebi bir miras değil, faşizme karşı savaşın ideolojik, politik, sosyal ve tarihsel belgeleridir aynı zamanda.
Bu mirasın taşıyıcılarından biri olan Konstantin Simonov, emperyalist savaşı en iyi anlatan yazarlardan biridir. Bir gazeteci olarak savaşa katıldığı için birçok olayı doğrudan gözlemleyebilme imkanı bulmuştur. Bu durum doğal olarak yazdığı romanlara da yansımıştır. Stalingrad muharebesini anlattığı Gündüzler ve Geceler kitabı henüz savaş bitmeden 1944 yılında yazılmıştır. Sokak sokak, ev ev, oda oda süren bu savaşın dehşetini yazar bizzat tecrübe etmiştir. Bir diğer kitabı ise Yaşayanlar ve Ölüler yine aynı dönemi farklı bir cephe üzerinden anlatmaktadır. Anayurdun Dumanı romanında ise savaş sonrası dönemde batı ile Sovyet Rusya arasındaki kültürel farklılık işlenmiştir. Silah Arkadaşları ve Savaşsız 20 Gün kitaplarında da II. Emperyalist savaşın yıkımına dair gözlemlerini ve deneyimlerini anlatmıştır.
İlya Ehrenburg da Sovyet gazeteci-yazarlarından biridir. Birçok kitap yazmasına rağmen dünya onu nehir romanı Paris Düşerken, Fırtına, Dipten Gelen Dalga üçlemesiyle bilmektedir. Paris Düşerken, Nazilerin işgali altındaki bir başkentte sınıfların mevzilenmesini, burjuvazinin çıkar hesaplarını, direniş hareketlerini vb. toplumsal bir panorama çizerek anlatmaktadır. Fırtına, Nazi Almanya'sının Sovyetler Birliği'ne saldırmasının ardından başlayan kanlı çarpışmaları, yıkıcı saldırıları, direnişleri, karşı saldırıları, Nazi Almanya’sının çöküşünü ve bunun toplumsal yansımalarını anlatmaktadır. Ehrenburg, Dipten Gelen Dalga kitabı ile bu destanı sonlandırıyor. Dip Dalgası İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan soğuk savaş yıllarını ABD ve SSCB özelinde kapitalizm ile sosyalizmin ideolojik çarpışmasına odaklanıyor. İlya Ehrenburg savaş yılları boyunca gazetecilik yaptığı için birçok cephede savaşın yıkıcılığına şahit olmuş ve deneyimlemiştir. Bu yönü, kitaplarındaki gerçekçi üslubunda da belirgindir. Diğer kitaplarının bazıları Tröst, On üç Pipo ve Julıo Jurenito’dur.
Bir diğer Sovyet savaş yazarı Yuri Bonderov'dur. Aynı zamanda topçu subayı olarak savaşın ön cephelerinde bulunmuştur. Yuri Bonderov'un en bilinen eserlerinden biri Sıcak Karlar Stalingrad önlerindeki tank savaşını anlatmaktadır. Kıyı kitabında ise hem savaşı hem de barışı iç içe işlemektedir. Türkçeye çevrilmiş Son Yaylım Ateşi, Oyun, Taburlar Ateş İstiyor yazarın diğer kitaplarıdır. Boris Vasilyev ise Sakindi Oranın Şafakları adlı kitabında, Finlandiya cephesinde, kadınlardan oluşan bir grup askerin, onlarca düşmanla dişe diş mücadelesini anlatmaktadır. Bir kaleyi tam on ay boyunca Nazilere karşı savunan direnişçileri anlattığı “Bu Toprak Onları Unutmaz” yazarın çevirisi yapılmış diğer kitabıdır.
Emperyalist savaşın seyrini, çok yoğun ve çok şiddetli çarpışmaların olduğu cephelerdeki topyekûn direnişler ve karşı saldırılar belirlemiştir. Nazilerin Moskova kuşatmasını anlatan, Alexander Bek'in hacimli kitabı Moskova Önlerinde – Volokolamsk Şosesi okunması gereken bir başka önemli kitaptır. Yazık ki bu roman, yazarın Türkçeye çevrilen tek eseridir. Arkadi Vasiliyev’in Saat On Üç’te Sayın Generalim adlı romanı ise, kendi alanında eşsiz sayılan kitaplardan biridir. İlk cildinde, Ekim Devrimi sonrası süreçte ÇEKA elamanı olan kahraman, yaşadığı deneyimler üzerinden anlatılıyor. İkinci cildinde ise, aynı kahramanın özel bir eğitim sürecinden geçirilmesi, gönüllü olarak Nazilere teslim olması ve işbirlikçi olduğuna dair onları ikna etmesi anlatılıyor. Üstlendiği görevi eşsiz bir başarıyla yerine getiren kahraman hem Nazilerin beyin takımından aldığı hem Nazilerin safına geçen eski bir Sovyet generalinin planlarına dair bilgileri Kızıl Orduya iletmeyi başarıyor. Romanın yaşanmış olaylardan esinlenerek yazıldığı ifade ediliyor.
***
Bulgaristan ve Arnavutluk devrimci edebiyatı için ayrı bir parantez açmak gerekir. Çünkü her iki ülkede de Nazilere karşı amansız mücadeleler verilmiş. Devrimci edebiyatın içeriğini de çoğunlukla bu savaşa karşı verilen mücadele geleneği oluşturur. Dimitri Dimov’un iki ciltlik Tütün (Sarı Dünya) Türkçeye çevrilmiş en önemli kitabıdır. Dimov Tütün’de Nazilerle iş birliği içinde olan Tütün tekeline karşı işçilerin verdiği mücadeleyi destansı bir dille anlatıyor. Kendisi de bir partizan olan Mitka Gribçeva’nın ise özellikle Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum kitabında Bulgar partizanları ve Naziler arasındaki ölüm kalım savaşına odaklanıyor. Gribçeva’nın bir diğer kitabı ise eşi ve yoldaşı Dimitri Gribçev’i anlattığı Yaşadım Diyebilmek İçin’dir. Marko Marçevski ise ünlü Parti Sırrı’nın ve Özgürlük Savaşının yazarıdır. Her iki Kitap da Nazilere karşı verilen mücadeleyi anlatmaktadır. Parti Sırrı, özellikle iç illegalitenin önemine değinmektedir. Georgi Karaslavof’un Partizan, Emil Koralov’un Partizanın Kızı adlı romanlarında da Bulgaristan Komünist Partisi önderliğinde Nazi işgaline ve işbirlikçilere karşı verilen ve 9 Eylül 1944’te zaferle sonuçlanan savaş anlatılıyor.
Dritelo Agolli, Ali Abdi Hoca ve Fatmir Gjata ise Arnavutluk devrimci edebiyatının önemli yazarlarındandır. Agolli’nin Arnavutluk halkı ile Naziler arasındaki savaşı anlattığı ünlü Komiser Memo kitabı Türkiye’de de bilinen ve okunan kitaplardan biridir. Çevirisi yapılmış bir diğer kitap ise Yoldaş Zylo’nun Yükselişi ve Düşüşü’dür. Ali Abdi Hoca ise, çevirisi yapılmış tek kitabı olan Halkız Biz Ölmeyiz adlı romanında, Arnavutluk’taki genç partizanların Nazilere karşı yürüttüğü savaşı anlatmaktadır.
Fatmir Gjata'nın Boyun Eğmeyeceksin romanı bir bataklığın kurutulma süreci çerçevesinde gelişen eski ve yeni ilişkilerin çatışkılarını anlatmaktadır. Gjata işçilerle birlikte oturmuş kalkmış, çalışmış, sohbet etmiş onların yaşamını bire bir deneyimlemiştir. Boyun Eğmeyeceksin kitabı böyle bir tecrübenin ürünüdür. Yazar bir dönem elde silah savaşmış bir dönem Arnavutluk Sanat ve Kültür Bakanlığında çalışma yürütmüştür ve birçok kitap yazmıştır.
***
Elbette bu yazımızda değinmediğimiz yüzlerce başka kitap da var. Bazılarını anlatmaya ise sayfalar yetmez. Yazık ki, birçok kitabın henüz Türkçeye çevirisi yapılamadı. Burada devrimci edebiyatın en çok okunması gereken kitaplarının bazılarını tanıtmaya çalıştık. Özellikle gençliğin kitap okuma alışkanlığını geliştirmesi ve yaygınlaştırması, gelecek kuşakların bugünden devrime hazırlanmasında güçlü bir araca dönüşecektir. Toplumun iliklerine kadar işlemiş olan burjuva yoz kültürün parçalanması için yeni bir kültürü, yeni bir geleneği yaratmanın bir yolu da sosyalist-devrimci kültürü bugünden inşa edebilmekle mümkündür.
(Devam edecek)
K. Torlak