Gerçek kadar sade bir insan – Maksim Gorki

“Hiçbir kuvvet Lenin'in, başsız kalmış bir dünyanın boğucu karanlığından yükselttiği meşaleyi söndüremez...”

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 23 Nisan 2020
  • 20:16

 

(Seçilmiş bölümler...)

 

Vladimir Lenin öldü. Düşmanlarından bazılarının bile açık yüreklilikle itiraf ettiği gibi, Lenin'in şahsında dünya, çağının “deha abidesi” olan değerli bir kişiyi kaybetti. Bir Alman burjuva gazetesi olan “Prag Günlüğü” Lenin'in ölümü üzerine yayınladığı bir makalede, duyduğu saygıyı şöyle dile getiriyordu: “Ölümünde bile Lenin, büyük, erişilmez ve müthiş.”

Makalenin bir rahatlamanın, huzura kavuşmanın ürünü olmadığı anlatım tarzından da anlaşılıyor. “Düşmanın cesedi daima iyi kokar” sözünde belirtilen türden bir rahatlama; huzur vermeyen, başa çıkılmaz bir insandan kurtulmanın sevinci değil bu yazıyı yazdıran. Bu makale, insanlığın bir insana övgüsünü dile getiriyor.

Burjuva gazeteleri Lenin'in hayata bağlılığını ve keskin zekâsını överken, mülteci gazeteleri bunu yapacak gücü bile bulamıyorlardı...

Lenin görünüşünde sade ve mütevazı sözlerden ibaretti. Söylediği her söz gibi kendi de yalın ve doğruydu.

Onun kahramanlığı, her türlü yüzeysel parlaklıktan uzaktı. Bu kahramanlık, bütün dünya üzerinde toplumsal eşitliğin gerçekleşeceğine içtenlikle inanmış bir Rus aydını ve devrimcisinin mütevazı ve fedakar çabasının karşılığıydı; bu kahramanlık, dünya zevklerini elinin tersiyle bir kenara itmiş ve kendini insanların mutluluğuna adamış bir insanın kahramanlığıydı.

Ölümünden hemen sonra bunları, bir karamsarlık anında, aceleyle ve kötü bir şekilde yazdım. Umarım neler hissettiğimi az çok anlatabilmişimdir. Keskin zekalı ve bilge bir insanı kaybettik. Ne var ki, bir insanı ne kadar yakından tanırsanız o kadar acı duyarsınız.

Lenin uzak görüşlü biriydi; nitekim 1919-1921 yıllarındaki birtakım öngörüleri, yıllar sonra doğrulanmıştı. Ne var ki onun öngörülerine inanmak istemediler, çünkü bunlar genellikle kırıcıydı. Ne yazık ki birçok kişi onu bu şüphelerinde haklı çıkardı. Onunla ilgili anılarım yalnızca kötü yazılmış olmaktan ibaret değil, aynı zamanda düzensiz de... Aslında Londra'daki Parti Kongresinden başlamalıyım; kiminin şüphe ve güvensizliğini, kimininse nefret ve düşmanlığını üzerine çeken Vladimir İlyiç'le karşılaştığım günlerden. (…)

O güne dek Lenin'le hiç karşılaşmamıştım, hatta yeterince okuduğumu da söyleyemem onu. Fakat okuduğum kadarı bile beni ona çekmeye yetmişti. Bunda onu şahsen tanıyan yoldaşların anlattıklarının da büyük payı vardı. Karşılaştığımızda kuvvetle elimi sıktı ve eski bir dost tavrıyla şunları söyledi: “İyi ki geldiniz, bildiğim kadarıyla siz kavgadan hoşlanırsınız, burada esaslı bir kavga kopacak”, dedi. Lenin düşündüğümden çok başkaydı. Onda bir şeyleri eksik buldum. R'leri genizden söylüyor, başparmağını yeleğinin kol kesimine sokarak karşımda meydan okurcasına duruyordu. Bir bütün olarak bakıldığında oldukça sadeydi, öyle ki ona bir “önder" demeye bin tanık isterdi. Ben yazarım, mesleğim gereği hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamaya özen gösteririm. Bu bende bir alışkanlık haline geldi, hatta bazen can sıkıcı bir alışkanlık...

G. V. Plehanov'la tanıştırıldığımızda kollarını göğsünde kavuşturup karşımda durdu ve beni bezgin bir öğretmenin yeni bir öğrenciyi süzdüğü gibi soğuk ve küçümser bir ifadeyle süzdü. Sonra bana kalıplaşmış şu sözleri söyledi: “Yeteneğinize hayranım.” Aklımda kalabilecek başka bir şey söylemedi. Kongre boyunca birbirimizle pek de konuşma isteği duymadık.

Oysa R'leri genizden söyleyen, kısa boylu, çıplak başlı insan, bir eliyle Sokratvari alnını sıvazlarken, diğeriyle beni kolumdan çekiştirerek pırıl pırıl parlayan canlı gözlerini bana dikmiş, hemen oracıkta Ana'nın yetersizliklerinden söz etmeye başlamıştı bile. Kitap daha basılmadan, el yazması halindeyken İ. P. Ladiçnikov'dan alıp okumuştu. Ona kitabı aceleyle yazdığımı söyledim, fakat nedenini açıklama fırsatı vermeyerek devam etti: Acele etmekle çok iyi etmiştim, çünkü kitap gerekliydi; birçok işçi devrimci harekete bilinçsiz, körlemesine katılmıştı ve Ana şimdi onlara yol gösterecekti.

“Tam zamanında bir kitap.” Onun bu yegane iltifatı benim için çok değerliydi.  (…)

Çok sevinçliydim. Çünkü üç yüz seçkin parti üyesiyle birlikteydim. Onların 150.000 örgütlü işçiyi temsilen kongreye delege seçildikilerini öğrendim. Partinin tüm eski yöneticileri, tüm devrimciler karşımdaydı: Plehanov, Akselrod, Deutsch... Bu sevincim son derece doğaldı, çünkü vatanımdan ayrı kaldığım iki yıl boyunca moralim çok bozulmuş, kendime güvenim azalmıştı. (…)

Ve birdenbire, sanki bir masal ülkesindeymişim gibi, kendimi Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin Kongresi'nde bulmuştum. Bu benim için anlatılmaz bir sevinç kaynağıydı.

Bu bayram sevinci, ilk oturumda, "gündem" sorunu üzerine çıkan kavgalara dek sürdü. Kavgacıların öfkesi sevincimi kursağımda bırakmıştı. Bu, partinin reformistler ve devrimciler diye kesinlikle ikiye ayrıldığını bilmemden ileri gelmiyordu.

Zira bunu 1903'ten beri biliyordum; hayır, bunun nedeni reformistlerin, V. İ. Lenin'e karşı takındıkları düşmanca tavırdı. Tüm sözleri bu düşmanlığı yansıtıyordu.

Önemli olan insanın ne söylediği değil, nasıl söylediğidir. Boğazına kadar iliklenmiş redingotuyla bir protestan rahibini andıran G. V. Plehanov kongreyi açarken, bir din adamı tavrıyla, sözlerinin karşı durulmaz ve her kelimesinin çok değerli olduğundan emin bir şekilde konuşuyordu.  

Rosa Luxemburg güzel, inançlı ve sert konuşuyordu, ironiyi bir silah olarak kullanmayı çok iyi biliyordu. Ve şimdi de Vladimir İlyiç, aceleyle kürsüye çıkıyordu. Gırtlaktan gelen sesiyle "Yoldaşlar," diye söze başladı. Önce kötü konuşuyor sandım, fakat bir süre sonra herkes gibi ben de kendimi onun konuşmasına kaptırmıştım. En zor politik konularda bu denli rahat konuşulduğunu ilk kez görüyordum. Bu adam edebiyat yapma meraklısı değildi, aksine gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Onun yarattığı alışılmamış etkiyi tanımlayabilmek çok güçtür.

Öne doğru uzattığı kolunu hafifçe kaldırarak, sanki her sözünü tartarmış gibi görünen eliyle muhaliflerinin sözlerini bir yana itip, ağır basan karşı tezler getiriyordu. Sözleriyle, işçi sınıfının liberal burjuvazinin ardında veya yanında değil, kendi yolunda gitmesi gerektiğini ve bunun onun hakkı olduğunu kanıtlıyordu. Bütün bunlar benim için son derece alışılmadıktı ve Lenin tarafından söyleniyordu, fakat sanki konuşan o değil, onun vasıtasıyla dile gelen gerçek tarihti.

Konuşmasının mükemmelliği, doğruluğu ve güçlülüğü ile kürsüdeki bu insan, bir klasik sanat eserini andırıyordu. Her şey tamamdı, fakat hiçbir şey gereksiz değildi, hiçbir süsleme yoktu, olsa bile onları görmüyordunuz, çünkü bunlar yüzünüzdeki iki göz ya da elinizdeki beş parmak gibi doğal ve gerekliydiler.

Süre bakımından kendinden önceki konuşmacılardan az konuşmasına rağmen, çok daha uzun konuşmuş hissi uyandırdı; böyle düşünen yalnız ben değildim, arkamda, şöyle fısıldaşıldığını duydum: "Az ve öz konuşuyor..." (…)

Salonda şiddetli bir nefret, tahrik ve alay havası esti. Şimdi yüzlerce göz İlyiç'in üzerine dikilmişti. O ise düşmanca çıkışlardan hiç etkilenmemişe benziyordu. Heyecanla, ama ciddi ve sakin, konuşmasını sürdürüyordu. Ancak birkaç gün sonra bu görünüşteki sakinliğin ona neye mal olduğunu öğrendim. "Devrimci teorinin doruğundan bakıldığında, Parti içindeki görüş ayrılıklarının nedeni daha iyi anlaşılır." Lenin'e karşı düşmanlığın bu doğal cümleden çıktığını düşünmek ne kadar üzücü... Gün geçtikçe şu inancım kuvvetleniyordu: Parti kongresinin her günü Lenin'e taze güçler getiriyor, onu daha canlı ve inançlı kılıyordu, her geçen gün konuşmaları daha güçleniyor, tüm Bolşevik Parti üyelerini daha kararlı hale getiriyordu. Yanı sıra hemen hemen onun kadar mükemmel ve çarpıcı konuşan Rosa Luxemburg'un Menşeviklere karşı konuşması beni etkiledi.

Lenin boş vakitlerini işçiler arasında geçiriyor ve onların hayatlarını en ufak ayrıntısına kadar öğreniyordu. "Kadınların durumu nedir? Ekonomik koşullar güçlerini aşıyor mu? Buna rağmen okuyup öğreniyorlar mı?"

Hyde Park’ta Lenin'i ilk kez görmüş olan birkaç işçi, onun parti kongresindeki konuşmasından söz ediyordu. Biri şu ilginç görüşü açıkladı: "Bilmiyorum, belki Avrupalı işçilerin de onun kadar akıllı liderleri vardır, örneğin Bebel ya da bir başkası. Fakat Lenin gibi hemen sevebileceğim bir başkasının var olabileceğine inanmıyorum!.." Başka bir işçi de gülerek şunu ekledi: "O, bizden biri."

Bu görüşe karşı koydular: "Plehanov da bizden biri." Bunun üzerine şu yerinde cevabı duydum: "Plehanov bizim öğretmenimiz, saygıdeğer efendimiz, ama Lenin bizim önderimiz ve yoldaşımız." Bir delikanlı da şu espriyi yaptı: "Redingotu Plehanov'u daraltıyor!” (…)

Çok kalabalık olmayan grubumuz öğle yemeklerini hep aynı küçük ve ucuz lokantada yiyordu. Vladimir İlyiç’in çok az yediği gözümden kaçmadı. Sahanda iki üç yumurta, bir parça jambon, yanında da bir bardak siyah bira. Bütün bunlardan kendini ne denli ihmal ettiğini görüyor, bu yüzden işçilere gösterdiği özene çok şaşıyordum. Onların bakımıyla M. F. Andreyeva ilgileniyordu. Lenin ona soruyordu: "Yoldaşlar aç değil mi? Olsun, yine de daha fazla sandviç hazırlayamaz mıydık?" Benim kaldığım otele geldi ve yatağımı yoklamaya başladı.

"Ne yapıyorsunuz?"

"Çarşaflar nemli mi diye bakıyorum."

Önce anlayamadım: Londra'da çarşafların nasıl olduğunu neden bilmek istiyordu? Benim şaşkınlığımı görünce açıkladı: "Sağlığınıza çok dikkat etmelisiniz!"

1918 sonbaharında Sornovo'lu bir işçi olan Dimitri Pavlov'a, ona göre Lenin'in en göze çarpan özelliğinin ne olduğunu sordum: "Sadeliği" diye cevap verdi, "Lenin gerçeğin kendisi kadar sade."

Bunu, uzun uzadıya düşünülmüş ve çoktan saptanmış bir şey gibi söylemişti. (…)

Batı edebiyatı ve Rus edebiyatının tarihi hakkında bir kitap dizisi hazırlamayı gerekli buluyordum; kültür tarihine ait bu kitaplar işçilere gerek öğrenmeleri, gerekse propagandada kullanmaları için bol materyal sağlayacaktı.

Fakat Vladimir İlyiç bu planı reddetti. Sansürü, bizzat kendi adamlarımızı seferber etmenin güçlüğünü göz önüne almamı söyledi; yoldaşların çoğu parti işleriyle meşguldüler ve sonra yazmaya vakitleri yoktu. Beni vazgeçiren en önemli görüş de şu oldu: Şimdi kalın bir kitabın zamanı değildi, kalın kitapları entelektüeller okuyordu ve onlar da yavaş yavaş sosyalizmden liberalizme doğru kaymaktaydılar. Bizse onları kendilerine seçtikleri bu yoldan geri döndüremezdik. Bize gerekli olan bir gazete ya da broşürdü. "Snanije"nin kütüphanesi çalışır durumda olsaydı çok iyi olurdu. Fakat bu Rusya'da sansür koşulları nedeniyle, burada Paris'te ise taşıma koşulları nedeniyle mümkün değildi. Kitlelere on binlerce, yüz binlerce el ilanı dağıtmalıydık, ama bu kadar çok kâğıdı gizlice taşımanın imkanı yoktu. Sonuçta yayınevi üzerinde karar kıldık ve uygun anın gelmesini beklemeye karar verdik.

Lenin kendine özgü canlılığıyla ayağa kalktı, karakteristik bir hareketle baş parmağını yeleğinin kol kesimine soktu ve yavaş adımlarla. pırıl pırıl parlayan kısılmış gözlerle odada bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı.

"Savaş olacak. Bu kaçınılmaz. Kapitalist dünya artık çürümeye başladı, daha şimdiden insanlar kendilerini ırkçılık ve milliyetçilikle zehirlemeye başladılar. Öyle sanıyorum ki Avrupa'da bir savaş daha olacak. Proletarya? Proletaryanın bu kanlı kavgayı önleyecek gücü olmayacak. Hem bunu nasıl yapmalı? Tüm Avrupalı işçilerin greve gitmesiyle mi? Bunun için onlar yeterli ölçüde örgütlü ve bilinçli değiller. Böyle bir grev bir iç savaşın başlangıcı olabilirdi, ancak biz gerçekçi politikacılarız ve böyle bir şeyi düşünmeyiz."

Durdu, huzursuzca topuğunu yere sürttü ve sonra dedi ki: "Tabii proletarya şimdi çok çekecek, bu geçici olarak onun kaderi. Fakat onun düşmanları karşılıklı birbirlerini zayıflatacaklar. Bu da kaçınılmazdır.”

Ve yanıma yaklaşarak şaşkınlıkla şöyle dedi: "Düşünün bir kere: Neden toklar açları birbirine vurduruyorlar? Bundan daha aptalca ve iğrenç bir suç düşünebiliyor musunuz? Buna dayanmak işçilere çok güç geliyor, fakat sonunda kazanacaklar, çünkü tarih bunu böyle istiyor."

Tarihten sık sık söz ederdi, fakat onun konuşmalarında tarihin isteği ve gücü önünde boyun eğen bir saygıya hiçbir zaman rastlamadım. (…)

Lenin 1917'de Rusya'ya gelip tezlerini açıkladığında, onun bu tezlerle sayıca çok az olsa da politik eğitim görmüş kahraman işçi ordusunu ve devrimci aydınları Rus köylülerine kurban ettiğini sanmıştım. Rusya'daki bu yegane aktif güç bir avuç tuz gibi köyün çamuruna atılacak ve Rus halkının kafasında, hayat tarzında ve tarihinde hiçbir şey değiştirmeden onun içinde eriyip gidecek sanıyordum. (…)

Komünistlerin, Rus Devrimi'nde aydınların rolüyle ilgili görüşlerini paylaşamıyordum; çünkü devrimi hazırlayan aydınlardı ve bunlara yüzlerce işçiyi eğitmiş olan Bolşevikler de dahildi. Gerek bilimsel anlamda Rus entelektüelliği gerekse işçi entelektüelliği Rus tarihinin o ağır arabasına koşulu yegane attır ve daha uzun süre öyle olacaktır.

Geçirdiği tüm sarsıntılara ve heyecanlara rağmen, halk yığınları kendi dışındaki bir güç tarafından yönetilmeye muhtaç olarak kalıyor.

13 yıl önce işte böyle düşünüyordum ve yanılıyordum. Anılarımın bu kısmını silip atmalıydım aslında. Fakat Vladimir İlyiç’in şöyle bir sözü vardı: “Kalemin bir kere yazdığını artık bir balta bile yok edemez.” (…)

Onun en sevdiğim tarafları hayata sıkı sıkıya bağlılığı, bu hayatın çirkinliklerine karşı duyduğu nefret, her yaptığı işte göze çarpan, gençlere özgü hırs ve yorulmak bilmeyen çalışma gücüydü. Hareketleri yumuşak, çevikti. Güçlü jestleri, fikir yönünden zengin konuşmasıyla uyumluydu. O küçük Moğol yüzünde hayatın yalan ve acıları karşısında yorulmak bilmeyen bir savaşçının keskin gözleri parıldardı. Bu kısık gözler kah alaycı parıldar, kah ateş saçardı. Bu parıltı onun konuşmasını daha ateşli ve berrak yapardı.

Bazen zekasının o dizginlenemeyen enerjisi kıvılcım şeklinde gözlerinden çıkıp havada sözlerini aydınlatırmış gibi gelirdi insana. (…)

1918 yılında Lenin'i öldürmek için girişilen o adi ve rezilce teşebbüse dek onunla Rusya'da hiç karşılaşmamıştık, hatta onu uzaktan dahi görmemiştim. Onun yanına gittiğimde eli henüz tamamiyle kendisine itaat etmiyordu ve yaralı boynunu oynatamıyordu. Kızgınlığımı görünce canını sıkan bir şeyden söz edermiş gibi isteksizce şöyle dedi: "Kavga başka türlü olmaz. Ne yapalım? Herkes bildiği gibi davranıyor."

Karşılaşmamız çok dostane oldu, fakat tabii sevgili İlyiç'in her şeyi gören gözleri "Sağ'dan dönmüş olan" beni esefle süzüyordu. Birkaç dakika sonra hırsla şunları söyledi: "Bizimle birlik olmayanlar bize karşı demektir. Tarihte tarafsız kalmış tek bir insan bile yoktur. Bir zamanlar böyle insanların olduğunu düşünsek bile, bugün artık yeryüzünde bunların örneği yoktur, olamaz da. Aslında kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Hepimiz, en son bireyimize kadar görülmemiş bir burgacın içine sürüklenmişiz. Demek, hayatı çok basitleştirdiğimi, bunun da kültürü yok edebileceğini söylüyorsunuz."

Ve o kendine has "hım hım ... "

Keskin bakışını daha da keskinleştirerek ve sesini alçaltarak devam etti: "Peki sizce eli tüfekli milyonlarca köylü, kültürü tehdit eden bir tehlike değil midir? Kurucu Meclis'in bunların hakkından geleceğine mi inanıyorsunuz. Siz ki, köydeki anarşi için bu kadar gürültü koparıyorsunuz, bizim çabalarımızı herkesten iyi sizin anlamanız gerekir. Rus toplumuna çok yalın, aklına yatkın bir şey göstermek gerek; Sovyetler ve komünizm. Bunlardan daha yalın bir şey olamaz.

"İşçilerle aydınların birleşmesi fikri fena değil. Söyleyin aydınlara, katılsınlar bize. Sizce onlar gerçekten adalet için mi çalışıyorlar? Lütfen bize katılın: Halkı ayakları üstünde doğrultmak, hayatın bütün gerçeklerini dünyaya anlatmak görevini üstümüze aldık, halklara insani bir hayata giden, onları kölelikten, yoksulluktan, alçalmaktan kurtaran yolu gösteriyoruz."

Güldü ve iyimserlikle, "işte bunun için entelektüellerden bir kurşun yedim" dedi. Konuşma biraz sakinleşince öfke ve üzüntüyle hiç durmadan şunları söyledi:

"Aydınların bize gerekli olduğunu inkar mı ediyorum? Ama işte nasıl düşmanca bir tutum içinde olduklarını, şu anın gerektirdiklerini nasıl kötü anladıklarını siz de görüyorsunuz. Biz olmadan güçsüz olduklarını, kitlelere ulaşamayacaklarını da göremiyorlar. Eğer çok gürültü koparsa, bu onların suçu olacaktır.”

Hemen hemen her karşılaşmamızda bu konular üzerine konuşuyorduk. Entelektüelliğe karşı sözlerinde güvensiz, düşman kalmasına karşın, entelektüel enerjinin devrim sürecindeki yerini değerlendirmesini çok iyi biliyor ve devrimin, geçmişin güç koşullarında yasal yollardan gelişme olanağı bulamamış bu enerjinin bir patlaması olduğunu kabulleniyordu. (…)

Lenin'le sık sık devrimci taktiğin sorunları ve devrimcilerin acımasızlığı üzerine konuşurduk.

"Ne istiyorsunuz?" diye soruyordu şaşkın ve kızgın. "Şimdiye dek görülmemiş bir acımasızlıkla sürdürülen bir kavgada insanlık mümkün mü? Yufka yürekliliğe ve duygusallığa yer yok burada. Avrupa bizi dört bir yandan kuşatmıştır, Avrupa proletaryasından ise beklediğimiz yardım gelmiyor, karşı devrim her yandan üstümüze yürüyor, biz ne yapalım? Savaşmayalım mı, karşı koymayalım mı, buna hakkımız yok mu? Özür dilerim, ama biz aptal değiliz. Şunu çok iyi biliyoruz: Bizim istediğimizi bizden başka kimse yapamaz. Aksine inansaydım, burada bir dakika oturur muydum? Buna inanıyor musunuz?"

“Bir kavgada gerekli ve gereksiz darbeleri neye göre ölçüyorsunuz?" diye sormuştu bir keresinde. Bu basit soruyu ancak kaçamak yolla cevaplandırabilmiştim. Sanırım, başka türlü bir cevap da verilemezdi. (…)

Son derece iradeli bir insan olan Lenin'de, en mükemmel devrimci aydınlara özgü nitelikler en üst dereceye ulaşmıştı. Kendine eziyete, kendini baltalamaya varan, insana Rahmetov'un çivilerini, Leonid Andreyev'in, "Herkes kötü durumda benim de durumum kötü olmalı" diyen bir kahramanın zihniyetini hatırlatan bir ihmalkarlığı vardı kendine karşı.

1919'un açlık günlerinde Lenin, yoldaşlarının, askerlerin ve köylülerin kendisine taşradan yolladıkları yiyecekleri yemekten utanıyordu. Evine her paket getirilişinde yüzünü buruşturuyor, şaşırıyor ve unu, şekeri, eti, hastalara ya da beslenme yetersizliğinden zayıf düşmüş yoldaşlarına göndermeye bakıyordu. Beni öğle yemeğine davet etti ve dedi ki: "Sizi füme balıkla ağırlıyorum, Astragan'dan gönderdiler.”

Sonra Sokratvari alnını kırıştırarak, o her şeyi gören gözlerini yana kaçırdı ve ilave etti: "Saygıdeğer bir baymışım gibi, bana bunları gönderiyorlar! Onları bundan nasıl vazgeçirebilirim? Reddetmek, almamak onları kırmak olur. Oysa her tarafta açlık var." (…)

Başkalarına hiç kendinden söz etmezdi. Çünkü kendine hiç dikkat etmez, önem vermezdi. Fakat bir keresinde, Gorkiy'de birkaç çocuğu okşarken şöyle demişti: "Bunlar bizden daha iyi yaşayacaklar, bizim çektiklerimizi çekmeyecekler. Onların hayatında daha az zulüm olacak."

Uzaklara, karşı tepedeki köye baktı ve düşünceli düşünceli ekledi: "Fakat buna rağmen onları kıskanmıyorum. Bizim kuşağımız, tarihi önemi çok büyük bir görevi üstlendi. Hayatımızın, koşulların gerektirdiği zalimliği anlaşılacak ve bize hak verilecektir. Her şey anlaşılacaktır, her şey!" (…)

Moskova'da, Y. P. Peskova'nın evinde bir akşam Lenin İssai Dobraveyn'in çaldığı bir Beethoven Sonatını dinlerken şöyle demişti:

“Appassionata'dan daha iyi bir şey düşünemiyorum, onu her gün dinleyebilirim. Şaşırtıcı ve sanki insani olmayan bir müzik. Belki biraz safça övünerek hep şunu düşünürüm: insanlar ne harikalar yaratabiliyorlar!"

Kısık gözlerle ve şöyle bir gülerek, pek de sevinçli olmayan bir tonda ekledi: "Fakat ne yazık ki, çok müzik dinleyemiyorum, sinirlerime dokunuyor; insan, böyle tiksindirici bir cehennemde yaşayıp da böylesine güzel şeyler yaratabilen insanlara sevgi dolu saçmalıklar söylemek, onların başını okşamak istiyor. Fakat bugün insan kimsenin başını okşamamalı, çünkü insanın elini ısırırlar; kafalara vurmak, acımadan vurmak; idealiniz, her türlü zor kullanmaya karşı durmak olsa bile. Hım hım, çok güç bir iş!” (…)

Yoldaşlarına karşı aşırı tutumundan, onlara karşı, her şeylerini görüp, hayatlarının tatsız ayrıntısına dek her şeyi anlamasını sağlayan dikkatinden söz etmiştim. Fakat onun bu tutumunda akıllı bir işverenin bazen namuslu ve becerikli işçilerine olan tutumundaki bencil düşünceyi göremezdim.

Hayır, bu gerçek bir dostun içten gelen düşünceliliği, eşitlerine karşı duyduğu sevgiydi. Vladimir İlyiç'i partisinin en önemli üyeleriyle bile karşılaştırmanın imkansız olduğunu biliyorum. Fakat kendisi bunu bilmiyor görünüyor ya da bilmek istemiyordu. Kavga ettiği insanlara karşı sertti, onlarla insafsızca eğlenir, bazen acı bir alaya alırdı onları; bu gerçektir.

Fakat sık sık, daha dün yerden yere çalıp eleştirdiği insanlar hakkında ne kadar içten sözler sarf ettiğine bizzat tanık oldum. Bu kişilerin güçlü kişilikleri, yetenekleri, 1918-1921 yıllarının cehennemi koşullarında çetin ve insan üstü çalışmaları hakkında her zaman takdirlerini belirtmiştir. Bu çalışma, diğer ülkelerin ve partilerin casuslarının cirit attığı bir ortamda, komplolara rağmen sürdürülüyordu. Ayrıca bu yoldaşlar kötü besleniyorlar, sürekli gerilim içinde yaşıyorlar ve dur durak bilmeden çalışıyorlardı.

Fakat Lenin'in kendisi, bu koşulların güçlüğünü, iç savaşın kanlı fırtınasında sarsılan hayatın heyecanlarını hissetmez görünüyordu. Yalnız bir kere, M. F. Andreyeva'yla konuşurken sözlerinden yakınmaya benzer bir anlam çıkardım:

"Ne yapabiliriz ki sevgili Maria Fyodorovna? Savaşmalıyız. Bu gerekli! İşimiz güç mü? Elbette! Düşününüz ki, zaman zaman ben bile güçlük çekiyorum. Evet, hem de nasıl! Fakat Jerzinski'ye bakın bir, ne kadar kötü görünüyor! Elimizden hiçbir şey gelmez. İşimizin güç olması daha iyi, yeter ki onun altından kalkabilelim! (…)

O, uzun süre Rusya dışında yaşamış ve dikkatle ülkesini gözlemlemiş olan bir Rus'tu. Ülkesinin potansiyel gücünü, ağır ve tekdüze tarihin uyandırıp ortaya çıkaramadığı üstün yeteneklerini çok iyi takdir etmişti.

Yetenek her yerde vardı, fantezi Rus hayatının karanlık arka planında altın yıldızlar gibi parıldıyordu.

Vladimir Lenin, bu dünyanın büyük, gerçek bir insanı öldü. Ölümü, onu tanıyanlar için çok acı bir darbe oldu, çok acı!

Fakat ölümü, bütün dünyanın gözünde onun önemini -tüm dünya işçilerinin önderinin önemini- bir kat daha arttırıyor.

Onun çevresine örülmek istenen nefret, yalan ve iftira duvarı ne kadar kalın olursa olsun, bu hiçbir şey değiştirmez: Hiçbir kuvvet Lenin'in, başsız kalmış bir dünyanın boğucu karanlığından yükselttiği meşaleyi söndüremez.

Ve onun gibi dünyada gerçekten edebi bir anı bırakan başka bir insan bulunamaz. Vladimir Lenin öldü. Onun zekasının ve amacının mirasçıları yaşıyorlar, yazıyorlar. İnsan varlığının temel amacı olan iyilik ve adalet galebe çalacak ve her zaman da öyle olacaktır.

(Çağdaşlarının Gözüyle Lenin, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, s.25-54)