Pandemi sürecinin başında rafa ilk kaldırılan ihtiyaçlardan biri de eğitimdi. Sürecin en başında yerinde bir kararla okulların kapatıldı. Fakat sonrasında eğitimin tamamen savsaklanması ya da önemsenmemesi sonucunda, bir buçuk yıllık bir eğitim dilimi resmen çöpe atıldı. Bu süreç boyunca göstermelik bir uzaktan eğitim çabası dışında, eğitimi ulaşılabilir kılmak için hiçbir adım atılmadı. Ayrıca zaten niteliksiz olan eğitim sistemi, uzaktan eğitime geçilmesinin ardından daha da niteliksiz hale geldi, fırsat eşitsizliği uçurumu iyice derinleşti.
Her kademede eğitim neredeyse üç dönemdir uzaktan devam ediyor. Öğrenciler artık günü gününü tutmayan uygulamalardan kaynaklı kendilerini bir deney kobayı gibi hissettiklerini ifade ediyorlar. Bazen kısmi bir şekilde de olsa yüz yüze eğitime geçildi, bazen de bundan vazgeçildi. Bir buçuk yıl boyunca yürürlüğe konulan uygulamalarda öğrenciler, öğretmenler, veliler ya da okul çalışanları hiçbir şekilde söz sahibi olamadılar. Çünkü doğrudan eğitimin temel bileşenlerini ilgilendiren en temel konular dahi tepeden alınan kararlar ile uygulandı.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, yakın zamanda okulların açılma tarihi, telafi eğitimi ve yaz kurslarına ilişkin açıklamalarda bulundu. Bakan, çeşitli soruları genel olarak “Cumhurbaşkanımızın takdirine kalmış” yanıtıyla geçiştirdi. Kısacası sürecin en başından bu yana konunun uzmanları, eğitim ve bilim emekçileri tarafından dile getirilen her önerinin, tekrardan kulak arkası edildiğini ima etmiş oldu.
Ziya Selçuk, telafi eğitimi konusunda ise ikiyüzlüce açıklamalar yaptı: “Çocukların akademik eğitimlerinin telafisinden çok, onların psikolojik ve fiziksel telafileri bizim için önemli. Akranlarıyla oynamayan, evlere kapanan çocukları özgüvenleri açısından ruhsal olarak geliştirmeliyiz. Bu da yüz yüze olur.” Oysa yaklaşık iki sene boyunca öğrencilerin yüz yüze eğitime geçebilmesi için en temel hijyen ortamını dahi sağlamayarak, öğretmen ve öğrencileri düzenli bir şekilde aşılamayarak, o çok gerekli gördükleri ihtiyacın altını kendileri boşalttılar. Bizler dertlerinin çocukların psikolojileri ya da gelişimleri olmadığını tüm bu süreç boyunca ortaya konulan uygulamalardan gayet iyi bilmekteyiz. En başında da belirttiğimiz gibi, eğitim bu süreçte ilk gözden çıkarılan alan oldu ve bu durumun bedelini ileriki zamanlarda daha da net bir şekilde görmeye başlayacağız.
Sermaye düzeni, insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan eğitim alanına da doğası gereği tamamen kâr ve çıkar hesabıyla yaklaşıyor. Bunu en açık şekilde pandemi sürecinde gördük. Milli Eğitim Bakanlığı’nın internet sitesini açıp baktığımızda bizi ilk karşılayan içerik başlıklarından birisi şudur: “Bursa’da elde edilen döner sermaye gelirleri 3,5 kat arttı.” Haberdeki en büyük övünç kaynağı, pandemi sürecine rağmen öğrenci ve öğretmenlerin kesintisiz çalışması sonucu elde edilen kârların katlanmış olmasıdır. Bu süreçte okullar sözde pandemiden kaynaklı neredeyse tüm gençlerin ve çocukların “gelişimi ve psikolojisi pahasına kapalı kaldı” ancak bir gençlik vardı ki onlar tam teşekküllü fabrikalarla yarışır cinsten atölyelerinde, öğretmenleri ile birlikte tam kapasiteli üretimlerine devam ettiler. Meslek liselerinde üretim bu süreçte hiç durdurulmadı!
Özetle okullar açılmadığı gibi, öğrenciler de adeta kobaya çevrildi. Uzaktan verilen eğitime çoğu öğrenci ulaşamazken, ulaşabilenler ise daha da niteliksiz buldu. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, veriler yayınlayarak övünüyor: “TRT EBA kanallarında 16.946 saat yayın yapıldı, EBA 22.766.107.409 kez ziyaret edildi, 270.088.746 saat canlı ders işlendi.” Soruyoruz, tüm bunlara kim erişebildi? Tarlada ailelerine destek olabilmek için çalışan tarım işçisi çocuklar mı? Tablet, bilgisayar, internet vb. teknik ekipmanlardan yoksun olan çocuklar mı? Bu çocukların o bahsedilen site tıklamalarına, canlı derslere dahil olabildiğini düşünmüyoruz. Hatta açıklanan veriler üzerinden saptandığı kadarıyla, 8 milyon öğrencinin bu güdük eğitime zaten ulaşamadığını da biliyoruz.
Yine Ziya Selçuk’un 31 Mayıs’taki açıklamasında, köy gibi seyrek nüfuslu yerleşim yerlerinde 5 gün tam zamanlı yüz yüze eğitime geçileceği, ilkokul öğrencileri ile 1 Haziran’dan itibaren, 7 Haziran Pazartesi’den itibaren ise ortaokul ve lise öğrenciler ile haftada iki gün yüz yüze eğitime başlanacağı belirtildi. Geç bile kalınan bu kararlarda herkesi endişelendiren şey, gerçek tedbirlerin alınmadan bu kararın verilmiş olmasıdır. Göstermelik de olsa alınan tedbirlerin büyük bir kısmı turizm sektörünün canlanması için tüm ülkede kaldırıldı. Böylelikle eğitim alanında da gevşemeler başladı. Önceki zamanlarda uygulanan kısmi yüz yüze eğitim denemelerinde dahi velilere okulların sorumluluk kabul etmediğine dair dilekçeler imzalatılması ya da dezenfektan paralarının velilerden istenmesi çok uzak dönemlerin tartışma konuları değil.
Eğitim-Sen’in düzenli yaptığı açıklamalar, güncel tabloda öğretmenlerin düzenli bir şekilde aşılanmadıklarını, henüz yetersiz sayıda öğretmenin aşılandığını, çoğu öğretmenin 2. doz aşıları için randevu alamadıklarını gösteriyor. Ayrıca bu süreçte koronavirüsten kaynaklı en az 170 eğitim emekçisi de yaşamını yitirdi. Kısacası toplumun değil, sermayenin ihtiyaçları gözetilerek alınan her karar sonucunda toplum sağlığının tehlikeye girdiği böylesi bir tabloda, okullar virüsün yayılmasının verimli ortamları olma potansiyeli taşımaktadırlar.
Kelimenin tam anlamı ile yapboz tahtasına çevrilen eğitim sisteminin sonuçlarına tüm olumsuzlukları ile birlikte işçiler ve emekçiler katlanıyor. Çünkü özel okullarda okuyan öğrenciler için her türlü kolaylığın ve olanağın sağlandığını biliyoruz. Bu süreci en zararsız atlatanlar yine parası ile okutabilenler olurken, her zamanki gibi en ağır fatura, çocuklarını devlet kurumlarına yollamak zorunda olan ailelere ve onların çocuklarına kesiliyor. Paran kadar eğitim gör, paran kadar sağlık hizmetlerinden yararlan, paran kadar yaşa… İşte bu düzenin bize sunduğu yaşam kalitesi! Cebindeki para kadar yaşayabildiğin bu düzenden hesap sorma vakti geldi de geçiyor bile.
M. Nevra