“Burası Türkiye’nin özetidir” diyorlardı, tertiplerim. Evet, bedelli askerlik esnasında yaşadıklarımız, tam anlamıyla ülkede olanların bir özetiydi. Nasıl ki ülkede işçi ve emekçiler yoksulluk ve yoksunluk içindeyse, biz de tam olarak o halde yaşadık.
Ankara Etimesgut Zırhlı Birlikler’de 19 gün boyunca adeta işkence gördük diyebilirim. Askeriyeye girdiğimizden beri günde yaklaşık 12 saat (sabah 6.30’dan akşam 18.00 sularına kadar) bilfiil soğukta bekletildik. İçtima adı altında soğukta, bir alanda 1-2 saat bekletilip, ardından yine aynı soğukta uygun adım yürüyüş çalışmasına tabi tutulduk. Yine kimi eğitimlerin (uygun adım, selamlama vb.) verilmesi askeriyenin kendi mantığı içerisinde anlaşılır olsa da tüm bunların kışın en soğuk zamanlarında dışarıda verilmesi, oradaki bütün arkadaşlarımız tarafından “bunlar bizi hasta etmeye çalışıyor” şeklinde yorumlandı. Ki, istisnasız tüm askerler (700 kişi) hasta oldu. Birkaç asker de zatürre şüphesi ile hastaneye kaldırıldı.
Ortamın ve koşulların sağlıksız oluşu dikkate alındığında, olası hastalıklara karşı tedbirlerin alınmış olması gerektiği de düşünülebilir ama bu konuda durum hiç de iyi değildi. Sözde bir revir vardı ama o revirdeki “doktor” da rütbeli bir askerdi. Askeriyenin kendi iç hukukuna göre 2 günden fazla istirahat alan bir hastanın askerliği uzatılıyor. Bu koşul adeta bir tehdit unsuruna dönüştü. Revir “doktoru”, son derece insani bir ihtiyaçla revire çıkma talebinde bulunan bir askere, “Sana 5 gün istirahat vereyim de gününü gör” şeklinde yaklaşıyordu. Bizi askerliği uzatma tehdidi ile “terbiye” etmeye çalışıyorlardı. Gece yarıları acile kaldırılmak zorunda kalan arkadaşlarımız bile serum ve iğnelerle geçiştiriliyorlardı. Bir komutan tam olarak şunları söyledi: “Hasta olmamaya çalışın, kendi kendinizin doktoru olun…”
Sözde gazino diye tabir ettikleri yerde de ısınma diye bir şey yoktu. 10 dakika boş zamanımız olduğunda bizi gazino diye tabir ettikleri, geçtik sıvalarını, tuğlaları dahi aşınmış olan buzhaneye tıkıyorlardı.
Tabii böyle bir yerde yatakhaneler de berbatlıktan muaf değildi. Tahmini 70-80 metrekarelik bir alanda 40 kişi kalıyorduk. Koğuşların tam steril olarak yıkanması yasaktı. Ortam havasızlıktan da öte, tam olarak mikrop kokuyordu. Ranzaların arası tahmini 40-50 cm kadardı. Bu mikroplu ortamda bir kişi hiç soğuğa maruz kalmamış olsa bile hasta olurdu. Sağa dönsen hastalıklı bir öksürük, sola dönsen öyle… Buna rağmen komutanlar her daim “koğuşunuzu temiz tutun” gibi saçmalıklar zırvalıyorlardı.
Bir de işin gösteriş ve yalan boyutu vardı. Son günlere doğru, büyükbaşlardan birinin yemekhanede bizimle beraber yemek yiyeceği haberi geldi. Yemeklerin dağıtımını bizler yapıyorduk. O gün her yer tertemiz yapıldı, yemeği dağıtanlara bone, eldiven ve maske dağıtıldı. Herkesin yemeği dağıtıldı ve büyükbaş gelene kadar yemek yememize izin verilmedi. Yüzlerce kişi bir kişinin gelmesini beklerken, yemekler soğutuldu. Sonra o büyükbaş kalkana kadar kimse kaldırılmadı. Adeta Nazi Almanya’sını hatırlattılar. Bizi koskocaman bir yalana alet ettiler. Tabii arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde bu yalanların aramızda hiç de alıcı bulmadığını görüyordum.
Yemekhaneye gelen büyükbaş edebiyat yapmayı ihmal etmedi elbette. Zor koşullara alışmak gerektiğini söylerken, imkanların aslında kısıtlı olmadığı itirafını da yaptı. Zırhlı Birlikler’deki binalar yıkılacakmış, onun için yatırım yapılmıyormuş. Oysa herkes bilir ki her yıl ülkenin bütçesi planlanırken orduya muazzam paralar aktarılıyor. Demek ki bu paralar kimi ülkeleri işgal hareketlerine aktarılıyor. Eratı düşünen yok. “Türkiye’nin özeti” söylemi burada da kendisini hatırlatıyor…
Bu cehennemin orta yerinde komutanlar ara ara bizlere “Bir sorununuz var mı” gibisinden göstermelik sorular sormayı da ihmal etmediler. Bu sorularına kimi yanıtlar almaya başlayınca da “Kusura bakmayın, burada koşullar böyle” diyerek, şikâyet ve taleplerimizi boşa düşürüyorlardı.
Komutanlar kimi konuşmalarında, “Burada hayatı öğreniyorsunuz” gibi demagojilerle bizleri avutmaya çalışıyorlardı fakat kimsenin orada hayatı öğrendiği yoktu. Aksine, en milliyetçisinin, dincisinin bile düzeni rahatlıkla görebildiği, sorgulayabildiği bir ortamdı. Herkes “güçlü ordu” zırvasının ne olduğunu yaşayarak gördü. Tüm bunların üzerine, gazinodaki tek uğraş olan televizyon seyrinde asgari ücret haberini de öğrendiğimizde, tüm arkadaşlarımızda iktidara yönelik bir öfke oluştu. Hayatı olmasa da dostu düşmanı görebilmek için gayet net bir ortamdı.
Son gün olan yemin töreninde komutanların yaptığı konuşmalar yine tam bir yalan tiyatrosuydu. Komutan, “Sizler çocuklarınızı bize emanet ettiniz ve biz onlara gözümüzden daha iyi baktık” söylemleri ile aileleri kandırmaya çalışıyordu. Zaten haftalar öncesinden bize, “Burada yaşadığınız sorunları ailelerinize anlatmayın, üzülürler” diyerek, kendilerince önlem almaya çalışmışlardı. Oysaki onların derdi ailelerimizin üzülmesi değil, kendilerinin teşhir olmasıydı.
Kısacası Türkiye’nin özetini 19 günde görmek gayet mümkünmüş. Yaşadığımız sorulara dair anlatacak birçok ayrıntı olmakla beraber bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu 19 günlük süreç, bir sömürü düzeni olan kapitalizmi ortadan kaldırma ve savaşsız-sömürüsüz bir dünya için mücadelenin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gösterdi. Yani bir kere daha doğru yolda olduğumuzu gördüm.
Etimesgut Zırhlı Birlikler’den bedelli bir er