“Silah kullanmasını öğrenmeye, silah sahibi olmaya çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır.” (Lenin)
Devrim bir yıkma ve yapma diyalektiğidir. Devrim bu iki faaliyetin bir arada başarılmasının ürünüdür. İnsanlık ilk kez Ekim Devrimi ile birlikte, bu iki faaliyetin “baldırı çıplaklar” olarak tanımlanan işçi ve emekçiler tarafından nasıl bütünselleştirilebildiğine tanık oldu. “Halklar hapishanesi” geri Çarlık Rusyası”ndan işçi sınıfının önderliğinde inşa edilen Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne geçişte, devrimin diyalektik uygulanışının bu başarılı örneği, tüm ezilen ve sömürülenler için engin bir esin kaynağı olmaya devam ediyor. Önümüzdeki özgün sorun açısından da böyle. İşçi sınıfının önce Rus otokrasisini devirmesinde, sonra iktidarı burjuvazinin elinden koparıp almasında Bolşeviklerin, egemen sınıfların temel kurumlarına karşı izlediği taktik politika belirleyici bir öneme sahip oldu. Taktik esneklik ve yaratıcılık ile stratejik hedeflerde uzlaşmazlık; kitlelere önderlik ile kitle mücadelesinin deneyimlerinden öğrenme; Ekim Devrimi’nin başarısının temel taşlarını oluşturuyor.
Ekim Devrimi’nden bu yana genelde savaş, özelde ordu karşısında alınması gereken politik tutumda ayrışma gerekçeleri de halen güncelliğini korumaktadır. Her akım, savaşlar ve bu bağlamda burjuva kurumlar karşısında sınıfsal konumuna denk düşen bir politik açılıma sahiptir. Konumuz açısından, askerlik-ordu karşısında güncel politik tutum farklılığını ve bunun üzerinden komünistleri bekleyen görevleri tartışmak istiyoruz.
Öncelikle, zaman zaman genç yoldaşlarımızın da içine düştüğü sorunun anlaşılmasını güçleştiren dar sınırlara işaret etmek istiyoruz. Askerlik ve ordu karşısında politik yaklaşım sorunu basit bir biçimde “askere gitme-gitmeme” tutumuna indirgenemeyecek kadar kapsamlı bir sorundur. Yalnızca günümüzde değil, geçmişten beri bu sorun, komünistlerin önünde, emperyalist kapitalizmin militarist yapısına ve yürüttüğü savaşlara karşı işçi sınıfının iktidar hedefini gözeten politikalar belirleme ve proletaryanın görevlerini tanımlama sorunudur
Bu yönüyle komünistler, muzaffer Ekim Devrimi’nin pratik deneyimlerinin ışığında ortaya çıkan ayrışmanın öneminin halen güncelliğini koruduğunu tespit ediyorlar.
Burjuva hümanizmi ve anarşizmin pasifist savaş karşıtlığı
Burjuva hümanizmi ve anarşist eğilimlerinin anti-militarist söylemi, genel ve soyut bir “insanlık barışı” ve “kardeşlik” temasının çerçevesini aşamadı. Küçük-burjuva bireyciliğinin bu alandaki duyarlılığı en fazlasından, savaşın lanetlenmesini, ordu ve askerlik kurumlarına karşı bireysel tavır alınmasını üretebildi. Savaşın nedenlerine, onu ortaya çıkaran toplumsal-sınıfsal zemine dokunmayan bu yaklaşımın savaşın ve yıkımların sonuçları üzerinden vardığı yer, ilerici bir görünüm altındaki küçük-burjuva hayalciliğinin tuzla buz olmasından başka bir şey olmadı.
Haklı ve haksız savaş ayrımından soyutlanmış bir genel savaş karşıtlığı üzerine oturan barışçı söylem, altındaki tarihsel uzlaşmacı konumunun açığa çıkmasını engelleyemedi. Dün nükleer silahlanmaya ve emperyalist işgallere karşı kitle gösterileri örgütleyen bu hümanist-anarşist eğilim, anti-militarist tutumunu bugün daha da gerilere, vicdan-ı red düzeyine kadar çekmiş bulunuyor. Aktif savaş karşıtlığından, savaşlara karşı aktif kitle gösterilerinden askerlik görevinin bireysel reddine gerileyen bu sözde ilericiliğin emperyalist-kapitalizmin gerici gerçekçiliği karşısındaki dayanıksızlığı ve tutarsızlığı, onun tarihsel-siyasal konumuyla doğrudan bağlantılıdır. Mazlum ulusların maruz kaldığı emperyalist savaş, baskı ve tahakküme karşı muhalefetten bireyin askerlikten kurtarılmasına, nükleer savaş tehdidine karşı mücadeleden çevrenin ve doğanın korunmasına savrulan anarşist tutumun ilericiliği sonuçta, mevcut konjonktüre bağlılığın yolaçtığı tutarsızlıklardan kurtulamıyor.
Komünistler küçük-burjuva hümanizmi ve anarşizminin kapitalizmin sömürücü doğasının zorunlu olarak yarattığı tahribatlardan kopartarak sunduğu anti-militarist barış hayallerinin, ancak ve ancak, savaşları ve savaş araç/kurumlarını üreten sınıfsal sistemi ortadan kaldıracak olan işçi sınıfının iktidarı altında gerçekleştirebileceğini daha yüzyılın başında ilan ettiler. Sömürüyü ve sömürücü sınıfları ortadan kaldırmadan barış üzerine konuşmanın boş bir gevezelik olduğunu, yaşanan iki emperyalist dünya savaşından sonra cereyan eden güncel bölgesel savaşlar döne döne kanıtlıyor.
Sınıflı toplum gerçeğinin bu “zorunlu kötülük”ü karşısında koşulsuz bir barışı ve silahsızlanmayı savunmak, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların özgürlük mücadelesini ve meşru savaşını da mahkum etmek anlamına gelir. Savaşı yalnızca dışsal/uluslararası bir olgu olarak algılayan pasifist/anarşist bireyci tutum, emperyalist savaşların ülke içindeki sınıf savaşlarıyla ayrılmaz olan bağını görmez, görse de dikkate almaz. Onun için savaş, ülkeler ve ordular arasında cephelerde yürütülen açık çatışmalardır. Böyle olunca, onu ortadan kaldıracak dinamiklerin doğru ve bilimsel analizinden uzak öznel çözümler önerilir. Askere gitmemeyi bir çözüm olarak sunmanın karşılığı ise, kapitalizmin yol açtığı savaşlara ve yıkımlara karşı pasif ve apolitik bir reddiyedir.
Oysa proletaryanın bu “zorunlu kötülük” karşısındaki tutumu temelden farklıdır: “Proletarya ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonradır ki, evrensel tarihsel görevine ihanet etmeksizin genel olarak bütün silahlarını hurdaya atabilecek ve bu işi mutlaka yapacaktır, ama ancak o zaman ve hiçbir biçimde daha önce değil.” (Lenin, Gençlik Üzerine)
Proletarya burjuvaziyi devirmek ve onun iktidarına son vermek için verdiği mücadelede bizzat onun denetiminde tuttuğu kurumları parçalamak zorundadır. Proletarya bu gücü bir anda mevcut toplumsal kurumların dışına çıkarak yapamayacağına göre, bu işi yapmaya güç yetirinceye kadar bu kurumlarda çalışmak, bu kurumları nasıl bozguna uğratacağını öğrenmek durumundadır. Proletaryanınki bir sınıf davası, bir iktidar mücadelesi olduğu için, asla bir küçük-burjuva anarşistinin bireyci, tarih ve toplum dışı tutumuyla aynı olamaz. Bunun içindir ki, küçük-burjuva için bir ütopya, bireysel bir tercih olan, proletarya için gerçekleştirilebilir toplumsal ve tarihsel bir mücadele hedefidir ve zorunludur.
Apolitizmin kolaycılığı ve komünist gençliği bekleyen görevler
Komünistler ordu içinde çalışma konusunda devrimci-demokrasinin sözde solcu, gerçekte ise apolitik ve kendiliğindenci yaklaşımı ile arasındaki ayrımı belirginleşirmek, bu ayrışmanın pratik karşılığını üretmek görevi ile karşı karşıyadır. Bugün için öncelikli olan politik ayrımın netleşmesidir.
Milyonlarca işçi ve emekçi gencin burjuvazinin savaş arabasına koşulması karşısında sınırlı güçleri etkilemeye dönük “askere gitmeme” tutumuna indirgenmiş bir taktik politikaya saplanıp kalmak, bunu hiçbir zaman kitle çalışması içinde yürürlüğe koymamak, pratikte karşılaşılan bir güçsüzlükten çok bir politik yetersizliğin ürünüdür. Kendi içinde sol görünümlü bu politik yaklaşım, ‘80 öncesinin devrimci yükseliş döneminde perspektifsizlikten dolayı varolan imkanların görülmesi ve değerlendirilmesini engellemiştir. Devrimci yükseliş içinde politikleşen ve askere giden yığınlara bir politika önermek, bu doğrultuda ordu içinde kitle çalışması yürütmek yerine, varolan ilişkilerin dışarıdan sınırlı bir çerçeveden sürdürülmesi yoluna gidilmesi, ordu içinde çalışmanın belirsiz bir geleceğe ertelendiği ya da kağıt üstünde bırakıldığı kendiliğindenciliğin bir sonucudur ve tarihsel deneyimlerden oldukça uzaktır.
“Bugün emperyalist burjuvazi, yetişkinler ile birlikte gençliği de askerleştiriyor... Yarın kadınların askerleştirilmesine de başlayabilir. Bizim tutumumuz şu olmalıdır: Çok güzel! Ne kadar hızlı hareket edersek, kapitalizme karşı ayaklanmaya o kadar fazla yaklaşırız. Sosyal demokratlar nasıl olur da gençliğin vb. askerleştirilmesinden korkuya kapılırlar; yoksa onlar Paris Komünü örneğini unutuyorlar mı? Bu ‘yaşamdan yoksun bir teori’ ya da bir hayal değildir. Bu bir gerçektir.” (Lenin, Gençlik Üzerine)
Devrimci demokrasi bugün de geçmişte kazandığı alışkanlıkla hareket etmektedir. Kirli savaş gerçekliği de olmasa, bugünkü tutumun bile gerisine düşülebileceğinin göstergeleridir bunlar.
Böyle bir bakışla en nihayetinde anti-militarist bir propaganda sınırını aşmayan bir çalışma örgütlenebildiği ortadadır. Kendi içinde anlamlı bir propaganda çalışmasının yapılabileceği bu sınır, komünistler tarafından aşılmak durumundadır. Komünistler askerlik kurumu karşısında da bu ayrımın en iyi ifadesi olan leninist ilkeyi esas almaktadırlar: “Parçalayamadığınız bütün burjuva kurumlar içerisinde çalışmak durumundasınız.”
Onu parçalamak için onun içinde çalışmak bir tercih değil bir zorunluluk olduğu için, böyle yapmak gerekir. Her türden sağ ve sol anlayış karşısında dışarıdan güçlü bir anti-militarist propaganda çalışması ile içeride asker elbisesi giydirilmiş emekçi gençlik çalışmasını birleştiren bir politik bakışla yürütülecek ısrarlı bir çalışma, orduyu burjuvazinin elinde karşı-devrimci bir alet olmaktan çıkarmanın yegane güvencesidir. İkinci Enternasyonal’in 1907’de Stuttgart’ta toplanan uluslararası kongresi, emekçi sınıfların görevini “proleter gençliğin halkların kardeşliği sosyalist fikri içinde yetişmesine” çalışmak olarak tespit ediyor ve “ordunun evriminin gelecekteki güvencesini işte burada görüyor. Buna göre ordu, onu istediği gibi kullanan ve her an halka karşı yönetebilen yönetici sınıflarının elinden çıkacaktır” formülasyonuna sıkı sıkıya bağlı bir çalışmayı öneriyordu.
İşçi sınıfının siyasi-askeri eylem kapasitesi burjuva düzenin temel kurumları işlemez hale getirme gücüne erişinceye, nihai vuruşma anının koşulları olgunlaşıncaya kadar böyle bir çalışmanın pek çok gerici kurum içinde sürdürülmesi, daha sonra Komintern tarafından da karar altına alınmıştır. Böyle bir gelişme evresine ulaşıncaya kadar proleter devrimcilerin ordu karşısındaki görevlerini, Lenin bir ananın ağzından şöyle ifade ediyor:
“Yakında büyüyeceksin, sana bir tüfek verecekler. Onu al ve silah kullanmayı, gereği gibi kullanmayı öğren. Proleterler için gerekli bir bilimdir bu; bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizm döneklerinin sana öğütlediği gibi kardeşlerine, öteki ülke işçilerine ateş etmek için değil, kendi ülkenin burjuvazisine karşı savaşmak için, sömürüye, sefalete ve savaşlara dindarca isteklerle değil, burjuvaziyi yenerek ve onu silahsızlandırarak bir son vermek için gerekli bir bilim.” (age., s.189)
Komünistler, ordu içinde her geçen gün sosyalist fikirlerin ve sosyalist askeri örgütlenmelerin ve eylemlerin yaygınlaştırılması için çalışmayı bugünden başlayan bir görev olarak önlerine koymakla, erken ve yersiz bir tercihte mi bulunuyorlar? Hayır. Gerçekte daha ağır, daha zor, ancak mutlaka yapılması gereken bir devrimci politika-pratiği önlerine koyuyorlar.
Bugünkü koşullarda böyle bir politik tercihin anlaşılmasını zorlaştıran iki güçlük alanı var.
Bunlardan birincisi, Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen kirli savaş gerçekliği karşısında, bu taktik yaklaşımın ulusal mücadeleyi zayıflatacağı, sömürgeci devletin işini kolaylaştıracağı biçimindeki önyargılardır. Asker elbisesi giymek zorunda bırakılmış işçi ve emekçi çocuklarından oluşan bir orduya, sermayenin elinde azgın bir saldırı aracı olarak kullanılması gerçekliğinin üstünden atlayan ya da bunu kabullenen bir yaklaşımın, hangi sözde sol tutumu önerirse önersin, işçi ve emekçileri, Kürt halkını saldırılardan koruyacak bir politik-taktik açılımı ya da çözümü içermediği açıktır.
Dışarıdan ve üstelik adet yerini bulsun kabilinden sürdürülmeye çalışılan anti-militarist bir propagandayla sınırlı bir çalışmanın geniş kitlelere eylemli bir tutum aldırmaktan uzak olması ise bir başka sorundur. Bugün “Sömürgeci TC için askerlik yapılamaz” demekle, devrimci kadrolar dışındaki kitlelere, askere gitmek zorunda bırakılmış emekçi çocuklarına bir çözüm önerilmiş, önlerine politik bir görev konmuş olunmuyor. Bu tutumun Kürt ulusal mücadelesine karşı kirli savaş gerçeğiyle sınırlandırılması ise, tek yanlı ve sakat bir formülasyonundan başka bir şey değildir. Bu aynı ordunun, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlük mücadelesi karşısında gerici bir kurum olması yanını gölgede bırakacak bir yaklaşımdır bu. “Kürdistan’da askere gitme” şiarı bunun ifadesidir. Bir tutarlılık aranacaksa, neden yalnız Kürdistan’da sorusuna da yanıt verilmelidir. Bu aynı ordu Türkiye’nin dört bir yanında esasta aynı işlevi yerine getirmiyor mu? Bütün devrimci güçlere ve emekçi hareketine karşı bir savaş aygıtı değil mi?
Güçlüklerden ikincisi, sınıf ve kitle hareketinin durgunluk koşullarında ordu içinde çalışmanın getireceği sınırlılıklar ve zorluklarla ilgilidir. Bu güçlük bugünkü koşullarda nesnel bir durumun ifadesidir. Çok sıkı bir denetim ve baskı altında tutulan askerler içinde bugün çalışmanın zor ve verimsiz olması, böyle bir çalışmadan geri durmaya ya da ertelemeye gerekçe olamaz. Zira bu ülkede askerlik işçi ve emekçiler için tam bir kabustur. Onları kısa sayılmayacak bir süre için üretimden, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarının karşılanmasından alıkoyan sermaye düzeni, bunun karşılığında kuru bir vatandaşlık sıfatını bahşetme dışında gençliğe hiçbir şey verememektedir. Emek-sermaye çelişkisi bu kurumlar içerisinde “vatani görev” demagojisi ile ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, bir sınıfsal gerçeklik olarak milyonlarca asker kıyafeti giymiş emekçi karşısına buralarda da dikilmektedir. Dolayısıyla mevcut gücümüze ve olanaklarımıza göre değil, mevcut çelişkilerin kapsamına, devrimin ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre bir politikaya sahip olmak gerekir. Yeni bir alan çalışması için, niyetlerden ve mevcut imkanlardan daha da önemli olan budur.
Anti-militarist çalışmanın bir parçası olarak ordu içinde gençlik çalışması
Kapitalizm, tepeden tırnağa şiddetle tahkim edilmiş bir düzendir. Burjuvazi ihtiyaç duyduğunda yalnızca gençliği değil tüm halkı kendi çıkarlarını koruması için silahlandırmaktadır. Paramiliter örgütlenmelerin yanında savunmasının belkemiğini oluşturan orduyu giderek profesyonelleştirme eğilimi taşımaktadır. Burjuvaziyi buna iten şey, gövdesi halk çocuklarından oluşan bir ordunun kontrolden çıkabileceğine ilişkin tarihsel deneyimlerdir. Bu nedenle militarizasyonda yetkinleşerek ve giderek paralı ve profesyonel bir katil sürüsünü besleyerek güvenliğini sağlama eğilimi taşımaktadır. Bu, aynı anlama gelmek üzere katliamda, kıyımda ve uygarlığın yıkımında bir sınır tanımamazlık demektir. Savaş teknolojisine ayırdığı, silahlanmaya harcadığı devasa miktardaki sermaye ile birleşen bu eğilim, insanlığın önüne iki seçenek koymaktadır: Ya barbarlık ve savaş içinde yıkım, ya sosyalizm! Bunu aynı zamanda kendi sonunu geciktirmeye dönük çaresiz çabalar olarak yorumlamak da mümkündür.
Emperyalist-kapitalizm ile birlikte, barbarlık ve uygarlık arasındaki çizgi hiç bu kadar incelmemiştir. Uygarlığın birikimi hiç bu kadar tehdit altında kalmamıştır. Bunu, komünistlerin, ordu içindeki çalışmayı bağlayacakları anti-militarist çalışmanın genel hatlarına işaret etmek için belirtiyoruz. Bugün emperyalizmin talan ve yıkım politikasına karşı kitle duyarlılığının giderek gerilemesi ise, bunu ayrıca yakıcı hale getirmektedir. Ruanda’da nehirler günlerce su yerine insan cesedi taşırken (1 milyon insan katledildi) ciddi hiçbir muhalefetin örgütlenememesi, yıkımın insani-toplumsal alandaki daha ciddi tablosuna ışık tutmaktadır. Aynı şekilde Körfez Krizi vesilesiyle emperyalizmin Irak’ta yaptığı katliamlar, halk üzerine yağdırılan bombalar bütün dünyaya ekranlardan izletilebilmiş, açık katliamlar emperyalist medya tarafından manipüle edilebilmiştir.
Bunları partili aşamada anti-emperyalist, anti-militarist görevlerimize işaret etmek için vurguluyoruz. Özellikle emekçi kitleler içinde bu duyarsızlığın kırılması amacıyla çalışma yürütmek için sayısız olanağın olduğu bir yerde, bu konuda bir kabullenmişlik ve kendiliğindenciliğin olması, bir politik perspektifsizlik sorunudur. Bu perspektif ve cüret işçi sınıfının tarihsel mücadele deneyimlerinde güçlü ve en ileri örnekleriyle mevcuttur. Komünistler bu perspektife yaslanarak bu cüreti ortaya koyacaklardır.
Önümüzdeki dönem, başlangıçta gençlik çalışmasının bir parçası olarak, anti-militarist, anti-emperyalist mücadele alanında propaganda çalışmasından başlayarak kitle çalışmasının ve mücadelesinin çeşitli araç ve biçimlerini kullanmayı zorlamamız gereken yeni görevler bekliyor bizi. Askere gitmek zorunda kalan çevre ve çeper ilişkilerimizle bağların kışlalarda da sürdürülmesi daha altta bir sorumluluktur. Onlara kışla yaşamı içerisinde sürdürebilecekleri asgari bir faaliyeti tanımlayabilmeliyiz. Fakat bu henüz sınırlı bir çabadır. Bugün için kitle çalışmasının diğer araç ve biçimleri düşünülmelidir. Başlangıçta kitlelere anti-militarist bildiriler, broşürler, çağrılar, afişler üzerinden ilk adımları atmak pekala mümkündür. Anti-militarist sloganların ve taleplerin ifade ediliyor olmasını önemsemek ve üzerinde düşünmek durumundayız. “Savaşa değil, eğitime-sağlığa bütçe!”, “Kirli ve haksız savaşa hayır!” vb. şiarlar kitle gösterilerinde yaygınca atılmaktadır. Daha özel bir tarzda ve daha özgül bağlantıları içinde bu ve benzeri sloganların kışlalardaki biçimini düşünmek, bunu asker elbisesi giymiş gençliğe maletmek aralarındaki ilişkiyi kurmak görevlerimiz olmalıdır.
Sonuç yerine
Tarihsel deneyimler toplumun devrimci hareketliliğinin olduğu her yerde ve her dönemde politik çalışmanın karşılıksız kalmadığını göstermektedir. Devrimci bir sınıf ve kitle hareketinin sermaye düzeninin tüm gözeneklerine kadar yayılan etkisini kucaklayan bir politik perspektifle hareket etmek ise, bu deneyimden çıkarılması gereken bir derstir. Yüzyıllardır sömürücü sınıfların en temel kurumları olan dinsel ve askeri alanda bu etkinin vardığı boyutları akılda tutmak, bu açıdan önemlidir. Latin Amerika’daki ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketleri kiliseleri mücadelenin aktif destekçileri haline getirmeyi başarmıştır. 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen sınıf ve kitle hareketleri, devrimci kalkışmalar burjuva ordunun içinde sınıf mücadelesine paralel hareketlilikler ve örgütler yaratabilmiştir. Bu hareketlilik ve örgütlülükler devrimci yükselişin önemli bileşenleri haline gelebilmiştir. Rusya’da ve Avrupa’da boyveren asker sovyetleri, o dönemde komünistlerin izlediği anti-militarist, anti-kapitalist politikaların ötesinde, sınıf mücadelesinin yükselişinin yarattığı kitle örgütleri olarak biçimlenmiş ve tarihteki yerlerini almışlardır. Tüm bu deneyimlerden öğrenmek ve yeni bir çalışma alanını açmak önümüzdeki dönemde komünistlerin gözeteceği bir hedef olacaktır.