Sermaye sınıfı 12 Eylül faşist darbesinin düzlediği zeminden en iyi şekilde yararlanmasını bildi. Sermaye devleti baskıyı, zoru ve toplumu kuşatan çok yönlü ideolojik saldırıları sonuna kadar kullandı. Yanı sıra dinsel gericiliğin toplumun kılcal damarlarına kadar yayılması, mücadele dinamiklerinin yoz alanlarda heba edilmesi, fabrikalardaki sömürü düzenin yeniden organizasyonu vb. alanlarda alınan mesafeye rağmen yine de huzursuzdu. Özellikle devrimci hareketi tam olarak etkisizleştirmek için saldırılarını dizginlerinden boşalmışçasına sürdürdü. Bu yolla kesin sonuca ulaşmak istiyordu.
F tipi hücre saldırısı gündeme geldiğinde devrimciler bu saldırının iki yönü olduğunu ifade etmişlerdi. Hücre saldırısı sadece devrimcilere yönelik değildi. Onlar şahsında toplum hücrelere konulup, teslim alınmak isteniyordu. Sermaye iktidarının 12 Eylül’de topluma giydirmeye çalıştığı deli gömleğinin son düğümleri atılmaya çalışılırken, devrimciler hep bir tehditti. Bir direnç noktası oluşturuyorlardı. Devlet, devrimcileri hücrelerde teslim alıp, toplumu da deli gömleğiyle yaşamaya mahkum edecekti.
Hücre saldırısının somut adımı olan 19 Aralık katliam ve direniş sürecinin ardından tablo netleşmişti. Direnenler hayata kalacak, teslim olanlar çürüyecekti. Aradan geçen 19 yılın ardından bu tespitin ne kadar doğru olduğunu yaşayarak gördük. 19 Aralık daha önce açık belirtileri olan bir sürecin kırılma noktasıydı. Direniş ve devrimci duruş ya da düzen sınırları içinde yaşama ve teslim olma tutumlarının sonuçları orta yerde duruyor.
Örneğin güncel planda fabrikalardaki çalışma düzeninin değişiminde bu sürecin sonuçlarını görmek mümkün. Patronlar için daha fazla kâr ve büyüme anlamına gelen “istikrarın” AKP döneminde yakalanması ve yabancı sermayenin ucuz işgücü cenneti olan ülkemize yoğun akışıyla birlikte işçilerin çalışma yaşamında ve davranışlarında çok yönlü değişimler gerçekleşti. Öyle bir noktaya geldik ki, yanı başımızda aynı işi yaptığımız işçi arkadaşlarımızla aynı ücreti almak istemiyor, ondan fazla almamız gerektiğini düşünebiliyoruz. Herhangi bir işçi arkadaşımızın fazla maaş aldığını öğrendiğimizde kötü bir kıskançlık duygusuna kapılıyoruz. Eşimizden, dostumuzdan fazla zaman geçirdiğimiz işçi arkadaşımızın evinin yolunu bilmiyoruz. Bir arkadaşımız ustası ya da müdürü tarafından azarladığında mutlu olan işçilerle karşılaşıyoruz. Fabrikada ispiyonculuk yaptığını açıktan söyleyen arsızlar, üretim hatlarında başları dik dolaşıyorlar. Yanımızdaki işçi ile konuşmanın yasak olduğu çalışma koşullarına katlanabiliyoruz. Küfür, hakaret, taciz gibi insanlık onurunun çiğnendiği durumlara kulaklarımızı tıkayabiliyoruz. Fabrikalarda dayanışma duygusu o kadar silikleşmiş ki birinin düğünü, nişanı ya da cenazesi için yardım parası toplandığında kırk tane yalan bulup, geçiştiriyoruz. Bu kara liste böyle uzayıp gidiyor. Bunlara tanık oldukça “biz hangi ara böyle olduk” diye kendimize sorduğumuz da oluyor.
Bu sürecin önemli dönemeçlerinden biri, 2000 yılı Ekim ayında başlayan süresiz açlık grevi ve ölüm orucu sürecidir. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in deyimiyle, “İçeriyi (hapishaneler) teslim almadan dışarıyı teslim alamayız”da ifadesini bulan mantık her şeyi anlatmaktadır. Deli gömleğinin son düğümü atılırken, buna karşı net ve kararlı bir duruş sergileyen devrimciler hedefteydi. Devrimciler şahsında toplum hücreye sokulmak isteniyordu. Buna karşı toplumsal bir karşı koyuş gerekliydi. Devrimci tutsaklar ellerindeki en güçlü mücadele araçlarını, yani bedenlerini ÖO ve SAG ile ortaya koyarak, kendi cephelerinden toplumsal bir karşı koyuşun kıvılcımını tutuşturmak istediler. İşçiler, emekçiler, toplumun geniş kesimleri o aşamada bir sahiplenme, karşı koyma içine girmedikleri-giremedikleri için bugünkü hale gelmemizin dönemeci dönüldü. Sermaye iktidarı, planlarını acımasızca hayata geçirerek, toplumu hücrelere kapattı.
Tarih, F Tipi hücre saldırısını bu temelde ele alıp, süreci buna uygun örgütlemeyen “devrimciler”in yaşadıkları akıbete de tanıklık etti. Ciddiyetsizlik, düzen içilik, kuyrukçuluk, örgütsel tasfiyeler-dağılmalar, devrim kaçkınlığı gibi durumların yaşanmasında o süreçteki kırılmanın önemli bir etkisi vardır. Direnmeyi küçümseyenlerin, direnişi sahiplenmeyenlerin yaşadığı çürümeye yine bu süreçte tanık olduk.
Türkiye’deki devrim safları 19 Aralık’tan bu zamana çok erozyona uğradı. Ama katliam da direniş de hala dün gibi belleklerimizde. Devrimciler ölümüne girdikleri bu mücadeleden başları dik çıktılar. 20 hapishaneye aynı anda yapılan vahşi devlet operasyonu ve 28 devrimcinin katliamı bu sabırlı ve kararlı mücadelenin önünü alamadı. Arsız bir pişkinlikle adına “Hayata dönüş” denilen bu katliama devrimciler direnişle karşılık verdiler. Mesele fizikken hücrelere girip-girmemek değildi. Devrimciler devlet zoruyla ebette ki hücrelere sokulabilirdi. Kaldı ki öyle de oldu. Mesele teslim olup olmamaktaydı ve devrimciler teslim olmadılar, devrimci inanç ve değerlerinden taviz vermediler.
O tarihsel süreçte sorumluluklarını yerine getirenler hayatta kaldılar. Devrimci mücadelede, direnişte hala parıldamaya devam ediyorlar.
Ali Haydar Karaçam-Veli Karaçam
(Tekirdağ 1 Nolu F Tipi C-90 koğuşu)