Beslenme ve barınma kadar temel insani bir ihtiyaçtır eğitim. Fakat kapitalizmde eğitim, hayatın her alanında olduğu gibi yalnızca kar ve çıkar ilişkisi üzerine şekillenmektedir. Uzun yıllardır var olsalar da, son dönemde gittikçe artan özel (vakıf) eğitim kurumları, ticari eğitimi daha fazla hissedilir hale getirdi. Yalnızca özel eğitim kurumlarında değil, sözde parasız olarak verilen devlet kurumlarındaki eğitim de gittikçe pahalılaşmakta. Eğitim kurumları ticarethane, öğrenciler ise müşteri gibi görülmektedir.
Yükseköğretim Kurulu, “Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2020” raporunu yayınladı. Bu raporda özel üniversitelerin mali ve akademik durumları, öğrenci sayıları, AR-GE çalışmaları vb. birçok konuya dair veriler sunuldu. Sunulan rapora göre, özel üniversitelerin reklam ve tanıtıma ortalama 2 milyon 173 bin 178 lira ayırdığı, kütüphanelere ise 4 katı daha az para harcadıkları ortaya çıktı. Ayrıca yine rapora göre öğrenciden talep edilen para ile öğrenciye harcanan para arasında büyük fark var. Örneğin: Avrasya Üniversitesi öğrenci başına 4 bin TL harcama yaparken öğrenciden 20 bin TL para talep ediyor. Üsküdar Üniversitesi ise 8 bin TL öğrenciye harcama yapıyor ama öğrenciden talep edilen para 26 bin TL ve 108 bin TL arasında değişiyor. Öğrenciye en az harcama yapan üniversiteler ise Esenyurt ve Biruni Üniversiteleri. Yine raporda AR-GE çalışmalarına dair ayrılan bütçeler detaylıca verilmiş, bu araştırma-geliştirme çalışmaları için de ayrılan bütçelerin düşük olduğu görülmüştür.
Özel (Vakıf) Üniversiteler, ticari eğitimde gelinen son noktadır. Öğrencinin en yalın hali ile müşteri olarak görüldüğü, üniversitenin-akademinin ayaklar altına alındığı, Rektöre “patron” denildiği yerlerdir özel üniversiteler. Amaç bilim üretmek değil, daha faz kar daha fazla çıkardır. Aslında Türkiye'de hiç özel üniversite yoktur (Resmi olarak). Ancak bu kurumların işletme mantığı özel okullardan farksızdır. Vakıf adı altında kurulan üniversiteler aslında kâr amacı güdemezler. Yani bir öğrenci okuduğu vakıf üniversitesine 100 bin TL para yatırıyorsa, gelir-gider dengesi yapıldıktan sonra eğer gelirler giderleri aşıyorsa aradaki fark tekrar üniversiteye yatırılmak zorundadır. Ancak Türkiye'de vakıf adı altında açılan bu özel kurumlar patronların vergiden muaf olabilmek için açtığı bilimin ve bilginin para ile alınıp-satıldığı bir hale getirildiği ticarethanelerdir. YÖK'ün kendi açıkladığı verilerde de görüleceği üzere öğrenciden fahiş fiyatlar alınırken bu paranın geri dönüşü ne doğrudan öğrenciye ne de üniversiteye oluyor. Milli eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un dahi “Maya Okulları” adı altında özel eğitim kurumu varken, yapılan bu usulsüzlükler tabii ki sermaye devleti açısından bir sorun teşkil etmiyor.
Türkiye'de toplamda 77 özel (vakıf) üniversite var. Bunlardan ilki, neo-liberal politikalar ile “startı” verilen, 1984 yılında Ankara da kurulan Bilkent Üniversitesidir. Sunulan tablolara bakıldığında vakıf üniversitelerinin 2000’li yıllarda, yani AKP döneminde yoğunluklu olarak çoğaldığını görüyoruz. Yıllardır artarak devam eden ticari eğitim uygulamaları artık eğitimin her aşamasını paralı hale getirdi.
Eğitimin ticarileşmesi demek, öğrencilerin gün içerisinde yalnızca 2 saatini okula ayırıp geri kalan en az 7 saatini işe ayırması demektir. Eğitimin ticarileşmesi, milyonlarca öğrencinin okul masraflarını karşılayamadığı için eğitim hayatına son vermesi demektir. Milyonlarca öğrenci, yoksulluk sınırının altında maaş alan ailelerin çocuğudur. Ticarileşen eğitim, eğitim hakkının gaspı demektir. Bu cümleler varsayım cümleleri değil uluslararası araştırma şirketlerinin Türkiye'de yaptığı araştırmalar sonucunca açıklanan raporların gösterdikleridir. Ticari eğitim uygulamaları eğitim hakkının gaspının yanı sıra eğitimde gelinen niteliksizliğin de bir göstergesi olarak karşımızda duruyor. Kendi sundukları raporlar bile göstermektedir ki bu düzen gençliğe geleceksizlikten başka hiçbir şey sunmamaktadır.
İstanbul’dan bir DGB’li