AB üyesi 27 ülkenin hükümet ve devlet başkanları, 17 Temmuz Cuma günü, Brüksel’de düzenlenen zirvede buluştular. Koronadan bu yana yüz yüze yapılan ilk zirvede, katılımcıların tümü maske takarken, katılım son derece sınırlandırıldı ve ilk defa gazeteciler alınmadı.
Zirvenin tek ve en önemli gündemi, özellikle koronadan en çok zarar gören ülkelerin ekonomilerini “kurtarmaya” yönelik fonlar oldu. Konu para olunca, tartışmalar bol çelişkili, hararetli ve gergin geçti. Bu durum bazı gazetelere “milyarlık poker”, “sert cepheler”, “AB’de yol ayrımı” gibi başlıklarla yansıdı. Yapılan sert tartışmaların ardından ilk gün, herhangi bir uzlaşma sağlanamadan sona erdi. Merkel, bu durumu, “Farkların çok büyük olduğunu söylemek zorundayım. Bu sefer bir sonuç alabileceğimizi söyleyemem!” sözleriyle teyit ederken, AB’nin “Polyannası” Macron ise, “AB ruhuna uygun davranmak için en uygun zamandır. Bir uzlaşma sağlayacağımıza inanıyorum, bunu başaracağız!” sözleriyle dengelemeye çalıştı. Normalde iki gün olarak planlanan zirvenin pazara ve hatta pazartesiye kadar uzatılabileceği dillendirilmeye başlandı.
Toplamında 1,8 trilyon euroluk bir paketten bahsediliyor, ki bu, AB tarihinin en büyük paketi anlamına geliyor. Bu miktar, çok değişik kategorilerden oluşuyor ve onaylanırsa 2027 yılına kadar belli şartlara bağlı olarak, kararlaştırılacak ülkelere kademeli olarak ödenecek. Paketin onaylanması için birliğe üye 27 ülkenin tamamının onayı gerekiyor. Buradan çıkacak kararın ayrıca Avrupa Parlamentosu’nda da onaylanması gerekiyor.
Zirvede öne çıkan tartışma konuları, toplam miktarın ne kadar olacağı, dağılımın koronadan zarar görme derecesine göre mi, yoksa genel ekonomik duruma göre mi olacağı, reform şartı konulup konulmayacağı ve verilen parayı kimin kontrol edeceği gibi hususlar oldu. İtalya ve İspanya gibi güney ülkeleri koronadan en çok zarar gören ülkeler olarak kendilerine öncelik verilmesi için bastırırken, bazı ülkeler birçok konuda muhalefet ediyorlar. Muhalif ülkelerin başını, “tutumlu dörtlü” olarak adlandırılan Hollanda, İsveç, Danimarka ve Avusturya gibi kuzey ülkeleri çekiyor. Bu ülkeler fonların karşılıksız verilmemesi gerektiğini ve “reform” şartı koşulmasını savunuyorlar. Macaristan temsilcisi faşist Viktor Orban gibiler ise, yardımların AB’nin kuruluş ilkelerine uygun olmayan bir şekilde yapılması durumunda, görüşmeleri bloke etmekle tehdit etti.
AB’nin “patronları” olarak Almanya ve Fransa ise, “kapsayıcı, uzlaştırıcı ve eli açık” bir poz takınıyorlar. Angela Merkel, zirveden arta kalan zamanında muhalif ve çekimserleri ikna etmek için yoğun bir diplomasi yürütüyor.
Zirvede şimdiye kadar tartışılan ve henüz bir sonuca bağlanmayan gündem başlıklarından biri de oluşturulacak fonun kaynağıyla ilgili oldu. Tartışmalara göre, oluşturulacak fona, üye ülkelerin her biri kendi ekonomik durumuna göre, kendi finans piyasalarından borçlanarak katkı sağlayacak. Nihayetinde bahsedilen yüksek fon, üyelerin ödedikleri aidatlardan, AB dışındaki ülkelerden alınan gümrük vergilerinden (özellikle iklim koruma kriterlerine uymayanlardan alınanlar başta olmak üzere), dijitalizasyon için konacak ek vergiler, özellikle uçak ve gemiler başta olmak üzere emisyonla ilgili alınacak vergiler, AB kriterlerine tabi olan ve buna uymayan ülkelere Brüksel’in kestiği cezalar vs. gibi kalemlerden oluşuyor. Dağıtılacak fonların geri ödemeleri ise 2026’dan itibaren başlayacak.
AB’nin yoğun ve gergin tartışmalar eşliğinde süren Brüksel’deki zirvesinin nasıl sonuçlanacağını bilemeyiz. Fakat Brüksel’de “bol keseden” dağıtılacak yardımların işçi ve emekçilere bir faydasının dokunmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Zira “eşitlerin birliği” gibi sunulan AB gibi kapitalist çıkar birlikleri için, “yardımlaşma, dayanışma, kurtarma” gibi insani terimlerin hiçbir karşılığı yoktur. Gerek “yardım eden” ve gerekse de “yardım alan” ülkelerde, açılan fonların tümü tekelleri kurtarma paketlerinden başka bir şey değildir. Yapılan şey, kapitalistler ve onların devletleri tarafından toplumun birikmiş zenginliğinin yağmalanmasından başka bir anlama gelmiyor.
Bu zirveden, fark etmeksizin tüm ülkelerin emekçilerine daha fazla vergi yükü, daha fazla işsizlik, daha fazla sosyal hak gaspı ve daha fazla yoksulluktan başka bir şey düşmeyecektir.
Yine özellikle AB’nin “patronu” olan Almanya ve Fransa için daha fazla güç olma olanağı, özellikle Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri için ise, daha fazla yaptırım ve bağımlılık anlamına geliyor. Bu da korona sürecinin AB’de büyüttüğü çelişkileri ve çatlağı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. AB’de gerçek manada dayanışma, yardımlaşma ve halklar arasında kaynaşma, her ülkede yükseltilecek sınıf mücadelesi sayesinde sağlanacaktır.