Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geçen hafta “Türkiye, tarihinin en büyük doğalgaz keşfini Karadeniz’de gerçekleştirdi” sözleriyle kamuoyunda bir süredir beklenmekte olan müjdeyi açıkladı. Erdoğan, 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğunu belirterek “Hedefimiz 2023’te Karadeniz gazını milletimizin kullanımına sunmaktır” dedi. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak da söz konusu müjdeyi “Artık cari fazlayı ve döviz fazlasını konuşacağımız yeni bir dönem başladı” sözleriyle karşıladı.
Müjdelenen doğalgaz rezervinin yatırım maliyetleri, Türkiye ekonomisine olası katkıları, rezervin kalitesi ve sürdürülebilirliği gibi konular uzmanlarca tartışılmakta. Hatta bu arada TPAO’nun Katar sermayesine devri ve olası ortaklık anlaşmalarına ilişkin haberler magazin basınımızda yer buldu.
Bu yazımda söz konusu keşfin teknik yönlerinden ve ulusal ekonomi için anlamını yeniden tartışmaya açmak yerine, konunun başka bir boyutunu sizlerle paylaşmak arzusundayım: Küresel ekonomide ve Türkiye’de enerjinin deseni ve enerji güvenliği. Enerjinin üretiminde doğalgaz ve fosil yakıtlara dayalı üretimin sürdürülmesi sektörün küresel ölçekte yaşamakta olduğu gerçeklerle ne derece uyumludur?
Örneğin, iklim değişikliği ve elektrik üretimi konusunda analizler gerçekleştiren düşünce kuruluşu EMBER, ağustos başında yayımladığı “Küresel Ölçekte Elektrik Sektörü Değerlendirme Raporu” başlıklı çalışmasında, 2020’nin ilk yarısında dünyada üretilen elektriğin yüzde 10’unun güneş ve rüzgârdan üretildiğini ortaya koyuyor; bu da geçen yılın ilk yarısına göre yüzde 14 artış anlamına gelmekte.
Raporda analiz edilen 48 ülkede rüzgâr ve güneşten elde edilen elektrik, Paris Anlaşması’nın imzalandığı yıl olan 2015’teki yüzde 4.6’lık payının iki katına çıkmış durumda. Raporun verilerine göre rüzgâr ve güneş, 2020’nin ilk yarısında küresel ölçekte elektrik üretiminin yüzde 10.5’inden sorumlu olan ve üretimdeki payı 2019’a göre değişmeyen nükleer santrallar kadar elektrik üretti.
GEMBER Raporu günümüzde birçok ülkede elektriğin yaklaşık onda birinin rüzgâr ve güneşten üretilmekte olduğunu belgeliyor: Çin (yüzde 10), ABD (yüzde 12), Hindistan (yüzde 10), Japonya (yüzde 10), Brezilya (yüzde 10) ve Türkiye (yüzde 13). AB ve İngiltere, sırasıyla yüzde 21 ve yüzde 33 ile önemli paya sahip. AB ülkeleri içerisinde Almanya yüzde 42’lik payıyla öne çıkıyor. Güneş ve rüzgâr teknolojilerinden uzak duran Rusya’da, elektriğinin yalnızca yüzde 0.2’si bu kaynaklardan karşılanıyor.
Ancak EMBER Raporu’na göre küresel ölçekte gerçekleşen enerji dönüşümü iklim değişikliğini engellemek için kabul edilen 1.5 derece hedefine ulaşmak için yeterli değil. Bunun için kömürün elektrik üretimindeki payının önümüzdeki on yıl içerisinde yılda yüzde 13 azalması gerekiyor. Oysa, kömür üretimindeki düşüş, küresel salgının yaşandığı 2020’nin ilk yarısında dahi yalnızca yüzde 8 azalmış durumda. Bilim insanlarının uyarıları, 2030 yılında enerji üretiminde kömürün payının yüzde 6’yı geçmemesi gerektiğini gösteriyor.
Türkiye’nin enerji gerçeği
Nitekim, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) tarafından “Enerji, Ekoloji ve Toplumsal Barış” adı altında Aralık 2019’da düzenlenen 12. Enerji Sempozyumu sonuç bildirgesinde şu satırlara yer veriliyordu: “Fosil yakıtlardan, tükenmeleri beklenmeden, kesin bir şekilde vazgeçilmesi gerekmektedir. Kömür santrallarına alım garantileri verilmemeli, düşük karbon emisyonlu yatırımlar dışındakilere verilen teşvikler durdurulmalıdır. İşletmede olan fosil yakıtlı enerji santrallarının bir plan çerçevesinde tasfiye edilmesi sağlanmalıdır. Ancak bu tasfiye gerçekleştirilirken oluşan maliyetler faturalara yansıtılmamalı, kamu tarafından karşılanmalıdır. Enerjinin geleceği otonom, mikro ya da akıllı şebekeler ile düşük karbon emisyonlu enerji kaynaklarındadır. Enerjinin etkin ve verimli kullanımı sağlanmalı, enerji depolama teknolojilerindeki Ar-Ge çalışmaları desteklenmeli, yenilenebilir enerjiye yönelik akademik çalışmalar geliştirilmelidir.”
“Türkiye’de 80’li yıllarda ilk adımları atılan neo-liberal dönüşümün enerji alanındaki izdüşümü, özellikle 2000’lerden sonra üretimden dağıtıma kadar enerjinin tüm alanlarının, özelleştirme ve serbestleştirme uygulamalarıyla biçimlendirilmesi olmuştur. Enerji bu dönemden sonra kamu hizmeti niteliğini yitirmiş ve ticari bir metaya dönüştürülmüştür. Uygulanan politikalar sonucunda dışa bağımlılık artmış, kamusal denetim kaybolmuş, parçalı yapı sebebiyle ortaya çıkan plansızlık kaynak israfına sebep olmuştur.”
Diğer yandan, Petrol Mühendisleri Odası Enerji Politikaları Grubu Başkanı Necdet Pamir’in “Enerji’nin İktidarı” başlıklı geniş araştırmasında vurguladığı üzere, “Türkiye’nin ‘yatırım nerede kârlıysa orada yapılır’ mantığıyla sürdürülen yanlış enerji politikaları aslında dünya ölçeğinde de kapitalizmin ‘her ne pahasına kâr’ hırsının izdüşümüdür.” Gezegenimizin kaynaklarını acımasızca sömüren ve ekolojik dengelerini tehdit eden daha çok sanayi, daha çok sermaye, daha çok kâr anlayışına dayalı enerji tüketimi, küresel ölçekte geri dönülmesi imkânsız bir tahribata yol açmaktadır.
EMO Sempozyumu’nun son sözüyle, “Enerji tüm insanlığın değeridir ve bugünün yaşam koşullarında enerji kullanımı insanlığın temel bir gereksinimi olmuştur. Enerji artık bir insan hakkıdır, bu sebeple enerjinin temini, tüm aşamalarıyla kamusal hizmet niteliğinde olmalıdır.”
***
Bu hafta sonu “bizi yutmak isteyen kapitalizme ve boğmayı amaçlayan emperyalizme” karşı Anadolu halkının verdiği bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinin zaferle sonuçlanmasının doksan sekizinci yıldönümünü kutlayacağız. Tüm mazlum milletlere, ezilen halklara umut olsun.
Cumhuriyet / 26.08.20