Döviz kurunda rekabetçi olmak – Erinç Yeldan

Ücretin sadece bir maliyet değil, aynı zamanda gelirin de bir unsuru olduğunu öngöremeyen ekonomiler sadece yoksulluk ve eşitsizlik üretmeye mahkûmdur.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 19 Ağustos 2020
  • 08:26

Türk Lirası’nın uluslararası paralar karşısında hızla değer yitirdiği günlerin ardından konuşan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, dövizdeki pahalılığın vatandaşlar açısından önemli olmadığının altını çizerek “Önemli olan kurun seviyesi değil rekabetçi olup olmamasıdır” dedi ve “Turizmin gelmesi için ihracatçı için benim para birimim daha cazip, daha rekabetçi olsun” görüşünü savundu. Sayın Bakan’a göre “Türkiye tarihinde ilk defa rekabetçi bir kur düzeyiyle, ekonomisini dönüştürecek bir yapıya da kavuş(muş)” durumda idi.

Sayın Hazine ve Maliye Bakanı’nın ileriye sürdüğü savlar yanlış ve yanıltıcıdır; küresel ekonominin gerçekleriyle uyuşmamakta, iktisat biliminin temel öğretileriyle de bağdaşmamaktadır.

Şöyle ki öncelikle serbest dalgalı (esnek) kur rejimlerinde rekabetçilik, devalüasyonist kur ayarlamaları ile sağlanamaz. Kurun düzeyi, yani ulusal paranın (TL’nin) yabancı paralar karşısındaki değeri, döviz piyasalarında arz ve talep koşulları (ve ileriye yönelik beklentiler) üzerinden belirlenir. Burada değersizleştirilmiş olan paranın (yani Türk Lirası’nın) konumu, öncelikle ulusal ve uluslararası para ve finansal varlık piyasalarında, Türkiye ekonomisinin döviz kazanımı ve harcamalarındaki dengesizlik durumunu ifade etmektedir.

İkinci olarak, maliyet bileşenleri açısından Türkiye ekonomisi uluslararası yatırımcılar için zaten uzun süreden beri son derece ucuz ve cazip bir konumdadır. Taşeronlaştırılmış ve güvencesizleştirilmiş enformel istihdam biçimleri ve işsizlik tehditleriyle baskılandırılmış olan işgücünün reel ücretleri geriletilmiş, emeğin sendikaları ve siyasi örgütleri etkisiz hale getirilerek en temel sosyal hakları kısıtlanmıştır. Bu koşullar altında gerek çalışılan iş süreleri gerekse ücret düzeyleri açısından Türkiye, Avrupa’nın en ucuz işgücüne sahip ülkelerinden birisi olarak tanınmaktadır.

Örneğin değerli araştırmacı arkadaşımız Necmettin Kaymaz tarafından Atlantic Council sitesinde yer alan “Küresel Değer Zincirlerinin Bozulması: Tehditler Ve Fırsatlar” başlıklı çalışmasında yer alan verilere göre, Türkiye’de sanayi sektöründe saatlik ücretler 5.8 dolar ile küresel ekonominin en düşük işçilik maliyetlerini yansıtmaktadır. Söz konusu işçilik maliyeti Çin sanayisi ile aynı düzeyde olup sadece Meksika (4.2 dolar) tarafından geride bırakılmaktadır. Çalışmada sunulan veriler sanayide saatlik ücretlerin Polonya’da 10.9, Macaristan’da 11.9, komşumuz Yunanistan’da ise 18 dolara ulaştığını göstermektedir. Gelişmiş Avrupa’nın ihracat devlerinde ise durum çok daha farklıdır: İtalya 31.7, Fransa 43.2, Almanya ise 45.8 dolara ulaşan sanayi ücretleri ile üretkenliğe dayalı gerçek rekabetçiliğin meyvelerini toplamaktadır.

Yoksullaştırıcı büyüme

Dolayısıyla, döviz kurundaki dalgalanmalar ya da siyasi/ekonomik baskılandırmalar sonucu elde edilen ücret maliyetlerine dayalı rekabetçilik gerçek anlamda ve sürdürülebilir bir rekabet avantajı sağlamamaktadır. Küresel ekonomide sürdürülebilir rekabetçiliğin olmazsa olmaz ana unsuru, teknolojik ilerleme ile beslenen üretkenlik kazanımlarına dayalı sanayileşmeden geçmektedir. Bu da büyük ölçüde sabit sermaye yatırımlarının sürekliliğine ve işgücünün eğitim kalitesine bağlıdır.

Oysa Türkiye, temel sanayi sektörleri yerine konut inşaatlarına ve imar rantlarına yönlendirdiği sabit sermaye yatırım deseni ve ezbere dayalı, dinselleştirilmiş eğitim sistemiyle, üretkenlik kazanımlarında tökezleyen taşeron bir ekonomi görünümündedir.

Uluslararası işbölümü içerisinde ucuz işgücü deposu olarak yer almak çalışanlara refah değil, yoksulluk getirmektedir. Dibe doğru yarışa dayalı bu türden işçilik maliyeti sayesinde elde edilen “sahte” rekabetçilik, iktisat yazınında yoksullaştırıcı büyüme (immiserizing growth) kavramıyla ifade edilmekte ve kalkınma kuramlarının odak noktasını oluşturmaktadır.

Ücretin sadece bir maliyet değil, aynı zamanda gelirin de bir unsuru olduğunu öngöremeyen ekonomiler sadece yoksulluk ve eşitsizlik üretmeye mahkûmdur.

Cumhuriyet / 19.08.20