Geçen hafta Türkiye’de iklim krizinin hem siyaset açısından hem toplum açısından nasıl ifade bulduğuna dair önemli iki ayrı gelişme oldu.
Konda Araştırma ve İklim Haber tarafından gerçekleştirilen “Türkiye’de İklim Değişikliği ve Çevre Sorunları Algısı 2020” araştırması yine toplumdaki iklim krizine dair algıyı ortaya koyan ilginç sonuçlarıyla karşımızda duruyor.
Araştırmaya göre, Türkiye’de her iki kişiden biri iklim krizinin virüsten daha büyük bir kriz olduğunu düşünüyor.
Toplum böyle düşünedursun, AKP siyaseti ya da siyasetsizliği mi demeli, geçen hafta G20 Liderler Zirvesi Sonuç Bildirgesi’ndeki Paris İklim Anlaşması’na vurgu yapan maddeye şerh koydurdu.
Bu gelişme, Paris Anlaşması’nı imzalayan G20 ülkelerinin 2020 itibariyle uzun vadeli düşük seragazı emisyonuna ulaşma stratejilerini raporlamayı kabul ettiklerini hafta sonu görüşmelerinde belirtmelerinin ardından yaşandı.
Türkiye yine bilindik, iklim zirvelerinde ortaya süre süre artık kabak tadı veren argümanlarına sığındığı itiraz açıklamasında, “Türkiye, iklim değişikliğiyle mücadeleye azami önemi gösterir ve küresel iklim eylemine aktif olarak katkıda bulunurken, UFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) kapsamında adil bir statüye ulaşma konusundaki kararlılığını da ifade etmektedir. Bu nedenle Türkiye, Kyoto Protokolünü onaylamış ve Paris Anlaşması’nı imzalamıştır. Mevcut iklim mimarisindeki adaletsiz statüsü nedeniyle Türkiye, Paris Anlaşması’nı henüz onaylamamıştır. Türkiye’nin küresel iklim eylemine dair anlayışı uluslararası çabalara, iklim değişikliği rejiminde açık olarak belirtildiği gibi ortak ama farklılaşan sorumluluklar ve herkesin olanakları ölçüsünde katılması çerçevesinde hakkaniyet ölçüsünde katkıda bulunmaktır. Seragazı emisyonlarında ihmal edilebilir düzeyde (yüzde 1’den az) tarihsel sorumluluğu bulunan gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye, bütün tarafların karşılıklı anlayışı ve katkısıyla bu soruna adil, makul ve tümüyle tatmin edici bir çözümün mümkün olan en kısa zamanda, tercihen COP26’da (26’ncı Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı) bulunmasını dört gözle beklemektedir. Bu meseleye karşılıklı kabul edilebilir bir çözümün getirilmesi Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelesindeki çabasını artırmasını mümkün kılacaktır” ifadeleri ne yer verdi.
Tükiye, iklim kriziyle mücadelenin önemli kilometre taşlarından Paris Anlaşması’nı onaylamayan G20’deki tek ülke. 188 ülke tarafından imzalanıp onaylanan anlaşma Türkiye’nin de dahil olduğu altı ülke tarafından imzalandığı halde parlamentolarında onaylanarak resmiyet kazandırılmadı.
Bu Türkiye’nin dünyada iklim siyasetindeki gelişmeleri okuyamayarak, tamamen negatif ayrıştığını gösteriyor.
Konda Araştırma’nın son çalışmasına tekrar dönecek olursak, araştırmanın temel birtakım tespitleri var: Her iki kişiden biri, iklim krizinin virüsten daha büyük bir kriz olduğunu düşünürken, her 10 kişiden yedisi iklim değişikliği için endişeli olduğunu belirtiyor.
Toplum, Covid-19 sonrası ekonomik toparlanma için tarım ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapılmasını isterken, toplumun yüzde 75’i iklim değişikliğine karşı yeşil alanların korunması gerektiğini öne sürüyor. Toplumun 85’i ise ekonomik kalkınma için ormanların kesilmesine karşı olduğunu belirtiyor.
Araştırmanın detaylarına baktığımızda siyasi iktidarın iklim krizi algısıyla toplumdaki iklim krizi algısının nasıl ayrıştığını ve iklim kriziyle mücadele konusundaki eylemsizliğin nasıl su yüzüne çıktığını da görüyoruz.
Daha önce 2018 ve 2019 yılında gerçekleştirilen Türkiye’de iklim değişikliği algısına dair araştırmalar da aslında Türkiye toplumunun iklim değişikliğinin gerçekliği ve tehdidin büyüklüğü konusunda mutabık olduğunu göstermişti.
Araştırmanın bazı detaylarına bakalım.
İklim değişikliği endişesi büyüyor: Daha önceki iki çalışmada da yöneltilen “İklim değişikliği konusunda endişeli misiniz? Ne kadar endişelisiniz?” sorusunu bu yıl da “endişeliyim” ve “çok endişeliyim” diye cevaplayanların toplamı yaklaşık yüzde 70’i bulurken (2018’de yüzde 74,7 ve 2019’da yüzde 60,5), “endişeli değilim” ve “hiç endişeli değilim” diyenlerin toplam oranı ise sadece yüzde 17,2’de kalıyor.
İklim krizi kaynaklı afetler artıyor: Üç yıldır katılımcılara yöneltilen “Sizce son yıllarda Türkiye’de sel, fırtına, aşırı sıcaklık, kuraklık gibi düzensiz hava olayları arttı mı, azaldı mı?” sorusuna, “arttı” yanıtını verenlerin oranı ise geçen yıla göre -geçen yılki oran yüzde 71,1- büyük bir artış göstererek yüzde 85,2’e ulaşmış durumda. “azaldı” diyenlerin oranı ise yıldan yıla daha da düşüyor. 2018’de yüzde 6,5, 2019’da yüzde 5,4 ve 2020’de ise yüzde 2,5 olarak ölçülmüş.
İklim krizi insan faaliyetlerinin sonucu: Bu yıl katılımcılara ilk kez yöneltilen “İklim değişikliğine dair düşüncenizi şimdi okuyacaklarımdan hangisi daha iyi açıklıyor?” sorusunu, katılımcıların yüzde 71,4’ü “insan faaliyetlerinin sonucudur” derken, yüzde 28,6’sı ise “doğal bir süreçtir” şeklinde cevapladı. Katılımcılara iklim değişikliğinin sebepleri sorulduğunda ilk üç sırada ormanların ve yeşil alanların yok olması (yüzde 65,7), petrol kullanımı (yüzde 41,6) ve kömür madenciliği ve kömürden elektrik üretimi (yüzde 32,6) cevapları yer aldı.
İklim krizi Coronavirus’ten daha büyük bir krizdir: Türkiye’de yurttaşların iklim değişikliği konusundaki bu yüksek farkındalığını test etmeye yönelik bu yılki bir başka soru ise, “Kimileri iklim değişikliğinin Coronavirus’ün yarattığından daha da büyük bir krize, tahribata yol açacağını söylüyor. Sizin düşüncenizi şimdi okuyacaklarımdan hangisi daha iyi açıklıyor?” oldu. Pandemi sürecinin içinden geçerken katılımcıların yüzde 51,5’i “evet, iklim krizi virüsten daha büyük krizdir” yanıtını verdi. “İklim krizi de ciddi ama o kadar acil bir mesele değil” yanıtı yüzde 42 oranına ulaşırken, “iklim krizi diye bir şey yoktur” diyenlerin oranı ise yüzde 6,5’te kaldı.
Covid-19 sonrası toparlanma yeşil olmalı: Bu yıl pandeminin özel ve olağanüstü koşulları nedeniyle araştırmaya eklenen bir başka soru ise, “Coronavirus sonrası hangi sektörlere yatırım yapılmasını gerekli görüyorsunuz?” oldu. Pandeminin ekonomik etkilerini derinlemesine yaşayanların ekonomik iyileşmede nasıl bir tercih yapacaklarını görmeyi hedefleyen bu soruya, “yenilenebilir enerji” yanıtı verenler yüzde 36,5 ve “tarım” diyenler yüzde 53’ü bulurken, “inşaat” diyenler sadece yüzde 8,7’de, “kömür, gaz gibi yakıtlar” diyenler ise yüzde 13 gibi bir oranda kalmış durumda.
Ekonomik kalkınma için ormanlar kesilemez: Türkiye’de son yıllarda ormanlar madencilik faaliyetleri kaynaklı tehditlere maruz kaldı, pek çok sivil direniş ve mücadele başladı ve devam ediyor. Bu kapsamda araştırmaya “Ekonomik kalkınma için ormanlar kesilebilir” cümlesi eklenerek, katılımcılardan değerlendirmeleri istendi. “kesinlikle yanlış” diyenlerin oranı yüzde 55,5, “yanlış” diyenlerin oranı yüzde 29,4 ile toplamda yaklaşık yüzde 85’lik bir kesim bu yargının karşısında yer alırken, “doğru ve “kesinlikle doğru” diyenlerin oranı toplamda sadece yüzde 6’da kaldı.
Açıkçası, araştırmada böyle yüksek bir farkındalığın çıkmasından medyada iklim krizinin olumsuz etkilerine ve çözüm olarak yapılabileceklere yönelik doğru bir habercilik yapıldığında toplumun bunu göz ardı etmediğini de söyleyebiliriz.
Özellikle sosyal medyanın da etkin ve doğru kullanıldığında insanların iklim krizinin yakıcı etkileri konusunda daha iyi bilgilendiğini görüyoruz.
Nasıl göz ardı edilebilir ki zaten? İnsanların büyük bir çoğunluğunun yaşadığı yerlerde köyünde, kırsalında, yerelinde ormanlar, tarım alanları, dereler, dağlar, hava, su, toprak yok ediliyor, kalkınma, büyüme, istihdam sağlama bahanesiyle enerji projeleriyle ülkenin altı üstüne getiriliyor.
Bu aynı zamanda iktidarın bu büyüme, kalkınma ve istihdam yaratma zırhıyla koruma altına alarak sürdürdüğü projelerin toplumda çok anlamlı bir karşılığının da olmadığını göstergesi.
Elbette toplumun bu yüksek bilinç ve farkındalık seviyesi çok önemli. Bu alanda sorumlu yayıncılık yapan medya, akademisyenler, sivil toplum, çeşitli direniş alanlarındaki aktivistler yıllardır bunları bıkmadan, usanmadan anlatıyor, konunun yakıcı noktalarına dikkat çekiyor.
Ancak, toplumun farkındalığının yüksek olması tek başına yetmez, toplumun endişe ve beklentilerinin karşılanmasını en az iktidar kadar muhalefetin de sorun etmesi gerekir.
Toplumdaki farkındalığın bir iklim kriziyle mücadele eylem planına dönüşmesi, sistematik, ekonomik faaliyetlerle ve diğer alanlarla eşgüdümlü, takvimlendirilmiş bir karbon emisyonları ve fosil yakıtları azaltım politikalarının uygulanabilir şekilde ortaya konması gerekir.
Konda Araştırma’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın araştırmanın sonuçlarına yöneli değerlendirmesinde şu tespite katılmamak mümkün değil:
“Sanayi toplumunun ölçek ekonomisine ve standart üretimine ve daha çok tüketim modeline dayanan bu yaşam biçiminin sürdürülebilmesi artık mümkün değil. Ama bu değişimin hangi yöne doğru, hangi temel ilkelere yaslanarak temel hedeflere doğru olması konusunda henüz küresel bir mutabakat yok. Hatta geleceğe dair bir hikaye ve bu hikayeden beslenen siyasi hareketler de yok. Belki de iklim değişikliğini, çevre meselelerini kendine dert edinen hareketlerin, bilim insanlarının, siyasetlerin yalnızca felakete dikkat çeken söylem ve politikalarından daha çok, olması gerekene, geleceğin hikayesine odaklanmalarının zamanı geldi.”
Artı Gerçek / 29.11.20