‘Testere Babası’ ithamından kardeşliğe - Fehim Taştekin

Kasımda BAE ile el sıkışan Erdoğan şubatta Suudi Arabistan’a gidiyor. Katar bağlantılı gerilimin bitmesinin ardından taraflar Kaşıkçı cinayetini de arkada bırakmaya hazır. Erdoğan’ı kucaklaşmaya iten faktör mali kriz.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 08 Ocak 2022
  • 08:29

Yeni Osmanlı tınılı özgüven patlamasıyla Arap dünyasında fincancı katırlarını epey ürkütmüş olan Türkiye şimdi paldır küldür normalleşme heyecanı yaşıyor. Doğu Akdeniz ve Libya’daki hamlelerin tıkanması üzerine Mısır ile ilişkileri normalleştirme arayışıyla başlayıp sürpriz bir şekilde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile el sıkışan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan rotayı Suudi Arabistan’a kırdı. 

Bir nevi “ulusal güvenlik danışmanı” sıfatıyla dış ilişkilerin güvenlik tarafıyla ilgilenen Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “2022 normalleşme adımlarının hızlandığı bir yıl olacak” açıklamasından birkaç gün sonra Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin düzenlediği etkinlikte Suudilerle ihracat sorununa el atmasını isteyen bir iş insanının sorusu üzerine şubatta Suudi Arabistan’a gideceğini duyuruverdi. Dilinde utangaç bir hâl vardı. Kimden bahsettiğini belirtmeden “Tamam da dur bakalım. Şu anda şubatta beni bekliyor. Söz verdi, ben de şubatta Suudi Arabistan’a ziyaretimi yapacağım” dedi. 

Sözü kim verdi? Kral Selman mı, işleri fiilen götüren oğlu Veliaht Prens Muhammed bin Selman (MbS) mı? Resmi olarak kuşkusuz Cumhurbaşkanı’nın muhatabı Kral olmalı. Fakat normalleşme olacaksa bunun asıl muhatabı Cemal Kaşıkçı cinayetinden sorumlu tutulan MbS. Erdoğan, Katar’a ablukaya karşı takındığı tutum yüzünden ilişkilerin sarpa sardığı 2017’den beri oğluna parmak sallasa da babasına hürmetlerini eksik etmedi. İki kutsal şehir Mekke ve Medine’nin hizmetkârı anlamında “Hadım’ul Harameyn” olarak anılan Kral’ı bayramlarda arayıp tebriklerini sundu, halini hatırını sordu. 

Erdoğan ve çevresinin anlatısına göre Riyad’la ilişkilerin bozulmasının nedeni 15 Temmuz 2016 darbe girişimini finanse eden Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in (MbZ) etkisinde kalan MbS idi. Kaşıkçı’nın 2018’de Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda öldürülüp cesedinin yok edilmesi MbS’nin üzerinin çizilmesi konusunda Erdoğan’a bir fırsat verdi. Beştepe Sarayı yerel ve uluslararası medyaya sızdırdığı bilgilerle MbS’yi hedef aldı. Erdoğan isim vermeden cinayetten Veliaht Prensi sorumlu tuttu. Riyad’ın beklentisi bu meselenin Suudi yargısına bırakılması ve uluslararası bir kampanyaya dönüştürülmemesiydi. MbS’ye taht yolunu tıkayan gelişmelerin tetiklenmesi arzulandı ama olmadı. Şimdi uzun süre MbS’yi Ebu Minşar (Testere Babası) diye yeren iktidar medyası Suudilerle kardeşçe kucaklaşmanın ne kadar elzem olduğunu anlatmakla meşgul. “Türk ürünlerine hasret kaldılar” diye göz yaşartıcı manşetlere rastlamak mümkün. 

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun mayısta Suudi Arabistan'a gitmesi, Suudi Ticaret Bakanı Mecid bin Abdullah el Kasabi’nin kasımda İstanbul’da Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay tarafından ağırlanması sıranın liderler görüşmesine de geleceğine işaret ediyordu. Suudi Arabistan ziyaretinin 14 Şubat’ta BAE’ye öngörülen iadeyi ziyaretle birlikte olup olmayacağı şimdilik meçhul.
Erdoğan 6-7 Aralık’ta Katar’ı ziyaret ettiğinde MbS de aynı dönemde Umman, Bahreyn, Katar ve BAE’yi kapsayan bir bölge turuna çıkmıştı. Türk tarafının, Erdoğan’ın MbS’yle Doha’da görüşme talebini ilettiği ama “programın uygunsuzluğu” nedeniyle kabul edilmediği aktarılmıştı. 

Ankara, MbZ’nin kasımda Erdoğan tarafından “başkan protokolü” ile ağırlanmasından sonra Suudi Arabistan’ın da bölgedeki normalleşme trendine bigâne kalamayacağı öngörüsüyle beklentideydi. Erdoğan’ın ziyareti duyurmasını müteakip bir üst düzey Türk yetkili, Middle East Eye’a “Geçmişte biz onlara yanaştık fakat onlar ciddi değildi. Bu sefer onlar bize yanaştı. Suudiler bölgesel uzlaşmadan dışlanmış gibi hissetti. Bunun bir parçası olmak istiyorlar” dedi. 

MbS, Erdoğan’a Doha’da görüşmek yerine “Riyad’a buyur” denilmesini Kaşıkçı cinayetiyle ilgili izlenen siyasetin telafisi ya da özrü olarak da görüyor olabilir.

 

Suudilerin İranlılarla Bağdat üzerinden görüşmesi, BAE’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnun bin Zayid’i Tahran’a göndererek İran’la yeni sayfa açma hamlesinde bir itici faktör olabilir. Aynı şekilde önce Şeyh Tahnun ardından MbZ’nin Ankara’ya gelmesi, Türkiye’ye 10 milyar dolarlık bir yatırım planından söz edilmesi ve silahsız insansız hava aracı Bayraktar TB2 ile ilgilenilmesi Suudileri kışkırtmış olabilir.

Fakat Ankara’nın şiddetle normalleşme arayışı içinde olması jeopolitik boşluklara “sert güç” ile atlama hevesinin gerilediği ve “yumuşak güç” tasavvurunun öne çıkacağı anlamına gelmiyor. Özellikle Türk savunma sanayi ürünlerine ilginin arttığı bir düzlemde bu beklenti karşılıksız kalmaya mahkûm. Tam olarak Kalın’ın ifadesiyle iktidarın yeni bakışı şöyle: “Bölgesel sorunlar ve krizler devam edecek görünüyor. Ama eş zamanlı olarak Türkiye’nin bu krizlere yumuşak ve sert güç kullanarak müdahale etme ve methaldar (müdahil) olma imkân ve kabiliyetleri de her gün artıyor. (…) Bölgesel gelişmelere bigâne kalmamız söz konusu değil. Türkiye ön alıcı bir dış politika perspektifiyle milli imkân ve kabiliyetlerini arttırırken, bölgesel ve küresel ittifaklarını da güçlendirmeye devam edecek.” 

Elbette Körfez-Mısır ekseninin beklentisi bu değil. Ekonomik ilişkilerin ivme kazanmasına karşılık Türkiye’nin “müdahaleci” dış siyasetine ayar vermesini bekliyorlar. Geçen yıl Mısır’la diyalogun iki istikşafi görüşmenin ötesine geçememesi de bu tür beklentilerin henüz karşılık bulmamasıyla ilgiliydi. Fakat Mısır’dan farklı olarak BAE ve Suudi Arabistan’ın esnemek için farklı nedenleri var. ABD’nin İran’la el sıkışma isteği, bölgede askeri-diplomatik enerjisini tüketecek büyük gerilimlerden kaçınması, Yemen savaşındaki katkısını sınırlaması, Afganistan’dan hızla çekilmesi, bu şekilde müttefikleri koruma taahhüdünün zayıflaması bölge ülkelerini Çin ve Hindistan gibi aktörlerle ilişkileri çeşitlendirmeye, arızalı ilişkileri tamir etmeye ve düşmanlık arz eden ilişkileri daha güvenli sulara çekmeye itiyor. Körfez’in Ocak 2021’de Katar’la barışmasından sonra Türkiye’ye karşı zemin de yumuşadı. Yemen’deki ortaklığın bitmesinden beri eski rekabet düzenine geri dönen Suudiler ve Emirlikler de yeni jeostratejik denklemde Türkiye’yi karşı tarafın kolunda görmek istemeyebilir. 

Fakat Türkiye’yi “U” dönüşlerine götüren ortam çok daha zorlayıcı nedenler barındırıyor. Suriye, Libya ve Irak’taki askeri operasyonlarla denklemde oyun bozucu olsa da nihai başarıdan uzak bir patinaj hâlinden çıkamıyor. Mesela Suudilerin Suriyeli Kürtlerin Araplarla Suriye Demokratik Güçleri’ni oluşturmasındaki rolü ya da BAE’nin Iraklı Kürtlerle yakın mesaisi Ankara’nın korkularını büyüten etkenlerdi. En önemli bilek büken faktör ekonomideki tökezleme. Erdoğan’ın 2023 seçimine giderken ekonomiyi yönetilebilir bir düzeye taşıması için dış yatırımlara ve ticari ortaklıklara şiddetle ihtiyacı var. 

Suudi Arabistan’la ticaret dengesinin geldiği hal bu ihtiyacı çarpıcı bir şekilde resmediyor. Suudilerin gayri resmi olarak Türk mallarına uyguladığı boykot yüzünden Türkiye'nin 2019’da 3,2 milyar dolar, 2020’de 2,5 milyar dolar seviyesinde olan ihracatı 2021’in ilk 11 ayında 189 milyon dolara geriledi. Buna karşın Suudi Arabistan 2021'de Türkiye'ye 3 milyar dolarlık mal satarak rekor kırdı. Bu rakam, 2019’da 1,9 milyar dolar, 2020’de 1,7 milyar dolardı. İhracatçılar Suudilerin kendilerine gümrüklerde zorluk çıkarmasından yakınıyor.

Normalleşmenin ekonomik ayağı siyasi yüklerden ayrı tutulabilirse taraflar ilerleme sağlayabilir. Uzlaşmazlık konularını farklı kompartımanda tutma becerisi ancak karşılıklı anlayışın hasıl olmasına bağlı. Türk tarafı, Körfez ülkelerinin Doha ile gerilime son verdikten sonra Katar’daki Türk askeri üssünün kapatılması şartının da kendiliğinden düştüğünü düşünüyor. Fakat Türkiye’nin İran gibi bölgesel nüfuz kapasitesini artırmasına yönelik rezervlerin masadan kalkması beklenen bir durum değil. Libya’da üs edinme, Somali’deki üs sayesinde Afrika Boynuzu’nda etkisini artırma, Ömer el Beşir’in devrilmesiyle akamete uğrasa da Savakin adasındaki üs planıyla Kızıldeniz’de varlık gösterme çabaları itiraz konuları olmaya devam ediyor. Tersinden Türkiye’nin belli beklentileri de karşılık bulmayabilir. Bunların başında Doğu Akdeniz’deki enerji ve yetki alanlarını paylaşım kavgasında Arapların Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile dayanışmaya son vermesi geliyor. Karşı taraf da Ankara’nın jeostratejik düzlemdeki mevcut kazanımlarını koruyarak ticari ilişkileri eski hâline döndürmeyi umduğunu görüyor. 

Özetle Erdoğan’ın ekibi ABD ve AB’nin yanı sıra Arap dünyasıyla ilişkileri çukurdan çıkarmak için “olumlu gündem yaratma” söylemini İngiliz anahtarı gibi kullanıyor. BAE ile yakalanan normalleşmenin ardından 2022’de koşulların Suudi Arabistan’ın yanı sıra Mısır ve İsrail ile normalleşmeye imkân verecek şekilde olgunlaşacağı öngörülüyor. Bozucu faktörler göz ardı edilirse gayet iyimser bir beklenti.

Al-Monitor / 07.01.22