Tek başınasın- Ayça Söylemez

Sessiz sedasız başlayan bu yeni hapishane paradoksumuzun sonuçlarını da muhtemelen, uzmanların söylediği gibi zamanla görmeye başlayacağız…

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 20 Şubat 2024
  • 13:30

“İrlanda ve ABD’de giderek daha fazla oranda yüksek güvenlikli cezaevine geçiş var. Türkiye de bu ülkelerden biri.”

Bu tespit, Dr. Denis O'Hearn’e ait. 13 yıl önce İstanbul’a geldiğinde söylemişti. O dönem New York Eyalet Üniversitesi (SUNY) Sosyoloji Bölümü’nde ders veriyordu. Bobby Sands, IRA ve açlık grevlerini anlattığı “Yarım Kalmış Bir Şarkı” adlı kitabı Yordam Kitap tarafından Türkçeye de kazandırıldı.

Konuya ilgisi, doğup büyüdüğü Belfast’ta başlıyor, İstanbul’da da “Türkiye Modeli F-Tipi Cezaevleriyle Karşılaştırmalı Olarak, İrlanda ve ABD’de Tecrit” konferansında konuşmuş, ta 13 yıl önceden, bugünün bize neler hazırladığını anlatmıştı: “Sands'in biyografisi 2002'de yayınlanınca ABD'deki yüksek güvenlikli cezaevlerindeki mahkûmlarla bağlantıya geçtim. Kitabım en çok Ohio Eyalet Cezaevi'nde satmıştı. En yakın arkadaşım olan Mani Şakur'la da burada tanıştım. Ölüm cezasına çarptırılmış olan Şakur, 18 yıldır tam tecritte.”

Bahsettiği “tam tecrit” bizim aşina olduğumuz bir şey değil, Mani Şakur hapiste olduğu 18 yılda hiçbir insanla temas etmemişti.

Son aylarda hapishanelerden “yüksek güvenlikli” denen cezaevlerinin koşullarıyla ilgili mektuplar yağınca, Denis O'Hearn’ün yıllar önce anlattıklarını hatırladım: “ABD'de 1993'te ülkenin en büyük cezaevi ayaklanması gerçekleşti. Lucasville Cezaevi'ndeki ayaklanmanın beş lideri ölüm cezasına mahkûm edildi. Bu beş mahkûm için Ohio Eyalet Hapishanesi kuruldu. Bu, ABD'nin ilk yüksek güvenlikli cezaeviydi ve beş mahkûm 18 yıl boyunca tam tecritte yaşadı. Bir insanla temas kurmalarına bile izin yoktu, günün 24 saati yalnızdılar. Beş mahkûmun kapatıldığı Ohio'ya daha sonra toplum için ‘tehdit oluşturduğu düşünülen’ diğer mahkûmlar da getirildi ve ülkede ‘yüksek güvenlikli cezaevi’ kavramı yaşama geçti. ABD'de şimdi 55 yüksek güvenlikli cezaevi var. O cezaevlerine, toplumun dışına tamamen itilmiş ve ‘kötünün kötüsü’ olarak adlandırılan, ağır suç işlemişleri koyuyorlar.”

Burada da öyle ama bizdeki “kötünün kötüsü” suçlular malum, ABD’deki gibi seri katiller değil: “Siyasiler”…

∗∗∗

Onlardan biri, mektubunda kendinden “kuyunun dibindeki insan” diye bahsediyordu: “Her şey tek başımıza yaşamamıza göre ayarlanmış. Girişte de söylüyorlar, ‘Artık tek başınasın’…”

Kuyunun dibinden gelen bilgiye göre hayatı, yatak, tuvalet, banyo ve mutfağın içinde olduğu 12 metrekarede geçiyordu:

“Burada bize adeta ‘kafes hayvanı’ muamelesi yapılıyor. Alt katlara güneş hiç inmiyor, avlunun eni de çok dar. Önümüzde boş bir avlu var. Oraya açılan bir kapı da var ama oraya hiç çıkarılmıyoruz.

Hücre içine de birer vida taktılar. Banyo kapısından pencereye ince bir ip asabilirmişiz. 23 saat içerideyiz ve çamaşırlarımızı da bu kuyunun dibinde, güneş görmeyen bir hücredeki ipe asacakmış, orada kurutacakmışız. Burası tasarlanırken giysi konusu hiç düşünülmemiş.

Hücre 6 adım uzunluğunda, 5 adım genişliğinde. Tabii bunun 2 adıma 2 adımlık kısmı banyo ile kaplı. Tezgah, masa, dolap, ranza derken doluyor.

Bir saat havalandırma hakkın var. Eğer uyumluysan, kurul kararıyla 1,5 saat havalandırmaya çıkabiliyorsun. Yine ‘uyumluysan’ aynı koridorda bulunan mahpuslarla da havalandırmaya çıkabilirsin.”

Değilsen? Başta da dediği gibi: Tek başınasın.

O ilk akla gelen soruyu ben de sordum: “İnsan delirmez mi?” (Yani, şöyle sordum: Etkileşim yokluğu ve izolasyon, insan psikolojisine uygun mu?)

∗∗∗

Ankara Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu yanıtladı:

“İnsan, kendisiyle iletişim halinde olan diğer insanlara ihtiyaç duyarak yaşayabilen bir varlıktır. Diğer insanları duymak, görmek, işitmek ve dokunmak ister. Bunların olmadığı her ortam insan ruhunu, benliğini zayıflatır, güçsüzleştirir.

Yaşam-mekanın ilişkisinin belirgin olduğu cezaevi gibi çeşitli alanlarda; kişilerde depresyon, saldırganlık, algıda ve duygularda küntleşme, düşünce içeriğinde bozulma gibi birçok ruhsal bozukluklar geliştiği, çeşitli bilimsel araştırmalarla desteklenmiştir.

Uzun süreli yapay ışıklarla ve 24 saat aydınlatılmış ortamlar, pencerelerin dış mekanının görülemeyeceği yükseklikte ve küçük olarak yapıldığı odalarda yaşayan kişilerde hem ruhsal hem de bedensel sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır.”

Sessiz sedasız başlayan bu yeni hapishane paradoksumuzun sonuçlarını da muhtemelen, uzmanların söylediği gibi zamanla görmeye başlayacağız…

BirGün / 20.02.24