Afganistan, kitap ve makalelerde imparatorlukların mezarlığı olarak tanımlanan topraklar. Bu toprakların zorluğu, Rus Çarlığı ile Büyük Britanya İmparatorluğu’nun hegemonik mücadelesini ele alan Büyük Oyun’dan (Great Game)’ SSCB’nin 1979 müdahalesine ve 2001’den günümüze uzanan yenilgilerle, güçlü devletlerin merceğinde yok sayılan zaman dilimleriyle ölçülüyor. Örneğin 1979’un geride bıraktığı sadece “batağa saplanmış” bir SSCB değildir, El Kaide olarak bilinecek örgütün de nüvelerinin bırakıldığı zamandır. “Ne pahasına olursa olsun SSCB geriletilmelidir” hedefiyle Yeşil Kuşak Politikasıyla Pakistan’da konuşlanacak şekilde bugün radikal olarak tasnif edilen örgüt ve düşünce zemini güçlendirildi.
Ne var ki ne 1856-1907 arasına yayılan büyük oyunun Afganistan’da bıraktığı izler ne 1979 sonrası da benzer biçimde ele alındı. Yeşil Kuşak’ın yarattığı tahribat, neden dinsel bir politikaya destek verildiği tartışılmadı, bunun yerine “SSCB işgalci miydi”; “SSCB’nin dağılmasında Afganistan müdahalesi ne kadar paya sahip” konusu ele alındı. Kaba bir tabirle fillerin savaşında çimen olmaya mahkum edilen, başka da bir anlam yüklenmeyen bir halk karışımızda..
1989’da SSCB Afganistan’dan çekildikten sonra Afganistan ve orada yaşayan halk, yine yeniden görünmez oldu. Objektiflerin, kameraların uzak olduğu, gitmediğimiz görmediğimiz için hiç bizim olmayacak bir yer haline geldi. Ta ki Türkiye’de öğleden sonra saatlerine denk gelen ve canlı yayında izlediğimiz 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar.
Dünya Ticaret Merkezi gözümüzün önünde yıkılıyorken, insanların o binaların yüksek katlarından bir umut beton zemine atladıklarını gördük. Sonrasında sığınağından çıkan Beyaz Saray Yönetimi, Irak, Kuzey Kore ve Afganistan’ı işaret ederek şer ekseninden bahsetti, sanki doğuştan kötülük varmış gibi doğuştan şeytanlık dağıtılıyordu, muktedir olan, şeytanı ve ona ne yapılacağını söyleme hakkına sahipti. Nihayetinde El Kaide’ye karşı yedi düvel Afganistan’a yığıldı. El Kaide ortadan kalkmadı, farklı örgütlere ve yapılara geçiş yaptı.
Afganistan’daki savaşı konu alan bir dizide Taliban lideri oğluyla konuşurken şunu söylüyordu: “İnsan gücünün sınırlarını bilmeli, biz Batı’nın burada kazanmasını engelleyebiliriz, ancak biz kazanamayız, onların kazanmasına engel olabiliriz sadece” Bu lider, aslında güncel olan yapımda Doha Görüşmeleri’ne atıf yapıyordu. Dünyanın bildiği sır olmayan görüşmeler, bugünkü çekilme süreci ve yaratılan dramın başladığı, formüle edildiği yerdi. 2016’da görünür olan bu görüşme süreci, 29 Şubat 2020’de ABD ile Taliban arasındaki “barış” anlaşmasıyla noktalandı. Takvim işletildi ve nihayetinde ABD ve müttefikleri bölgeden çekilmeye başladı.
Medyada alternatif kanallarının genişlemesiyle beraber, Afgan halkının yaşadığı trajedi görünür olmaya, uykuları kaçırmaya, boğazda düğümlere neden oldu, en azından insan olmaya başkasının başına gelenleri dert etmeyi ekleyenler için.
Afgan kadınların çığlıklarına en çok dünyanın neresinde olursa olsun yine kadınlar ses olmaya çalıştı, çalışıyor. Kadınlar, dünyada Taliban eliyle yaşatılanların varacağı boyutları tahmin edebilecek, bedeninde hissedebilecek, ayrımcı, dışlayıcı, yok sayıcı, şiddetle beslenmiş bu mekanizmayı tanıyorlar. Afganistan’da gördükleri, duyduklarının, kadın kardeşlerinin yaşadığının aslında perdelenmiş, bir şekilde dışlanmışlığın acımasız, bencil, kıyıcı halinin olduğunun farkında. Tam da bu nedenle öfkeli ve ses çıkarma derdindeler. Bazı ülkelerde, Afganistan’da dahil, sokağa dökülüyor. Öfkenin sokaktan mikrofonlara yüzlere yayıldığı bir yer daha vardı, NATO Genel Sekreteri’nin dün gerçekleşen basın toplantısı.
“20 yıldır bunun için mi buradaydınız!”
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in 17 Ağustos’taki basın toplantısına dünyanın farklı yerlerinden binden fazla gazeteci online olarak katıldı, en az 10 tanesi soru sordu.. Soruların içeriği kadar tonu ve yüzlerdeki ifadeler dikkat çekiciydi. Gülünecek bir şey yoktu zaten, herkes üzüntülüydü, ancak özellikle kadın gazetecilerde öfke vardı. Bazı erkek meslektaşları Afgan ordusuna ayrılan bütçeyi sorarken, onlar kadınları, kalanları, çocukları sordu. Ama en çok şunu dediler:
"'Bugüne kadar bu kadar para, şu kadar asker yolladık' dediniz, uzun uzun bize alınan kararı işleyen diplomatik süreci anlattınız, bu çabanız bu yaptıklarınız bunun için miydi? Sizi dinleyen bir Afgan kadına ne söylüyorsunuz!"
Cevap kem küm ve yerel mekanizmaları güçlendirme gibi proje dillerinden, kalkınma metinlerinden, inşaat terimlerini devşirilmiş, "Aslında buna bir cevabım yok" kompozisyonuydu. Ve sözü Afgan gazeteci Lailuma Sadid aldı.
'Nazizmi, faşizmi, emperyalizmi yenen AB, NATO ve dünyanın büyük güçleri nasıl oluyor da Taliban’ı yenemedi'
Lailuma Sadid, uykusuz, yüzünden saatlerce ağladığı belli olan haliyle ağlamamak için çabalayıp, boğazı düğümlense de sorusunu sordu: "Afgan kadınları binlercesi şunu merak ediyor. 20 yıldır NATO ve müttefikleri topraklarımızda, şimdi ne oldu, neler oluyor gidiyorlar, aradan geçen 20 yıl yok mu oldu? 20 yıl önceye mi döndük? Bizi 2001’deki duruma mı terk ediyorsunuz? Şunu merak ediyorum, bu kadar güçlü olan, tarihte Nazizm’i, faşizmi “emperyalizmi” yenen, yendiklerini söyleyen AB, NATO ve dünyanın büyük güçleri nasıl oluyor da Taliban’ı yenemedi? Bu 20 yılda nasıl yapılamadı? Bize gelecek için ne söylüyorsunuz?" Sadid bu sözlerinin ardından nicedir bırakmamaya çalıştığı göz yaşlarına hakim olamadı ancak sözlerini söylemekten geri de durmadı. "Taliban’ı hiçbir şart altında tanımayın” dedi. Devam etti:
“20 yıl ne anlama geliyor? NATO 20 yıl boyunca Afganistan'daydı. Bu nasıl mümkün olabilir? ABD ve AB, medeniyetin beşiği olarak geçen; faşizm ve emperyalizmle mücadele edemediler. NATO ve AB büyük bir yapıydı ve buna rağmen Taliban'a karşı bir müdafaa yapamadılar. Şimdi 20 yıl sonra hiçbir şey yapmadan çıkıyorsunuz!”
Bu yakarışa, isyana, göz yaşlarına gelen yanıt daha da yürek burkucuydu:
"Afganistan'daki NATO misyonuna son verme kararı son derece zor verildi. Sizin acınızı paylaşıyorum. Öfkenizi anlıyorum. Geçtiğimiz yıllarda Afganistan'a birçok kez gittim, çok sayıda kadınla tanıştım ve kaydedilen ilerlemeyi gözlemledim. Ülkenin yeni yönetiminden kadın hakları dahil temel insan hakları konusunda 'hesap sormaya' devam edeceğiz. Öfkeyi anlıyorum ama aynı zamanda şu mesajı iletmekle sorumluyum. Plan hiçbir zaman, Afganistan'da sonsuza kadar kalmak değildi. Plan, bir Afgan devleti ve güvenlik gücü yaratmaktı."
NATO Taliban’ı tanımış da haberimiz yokmuş
Aradaki laf kalabalığını geçip cevaba bakalım. Sadid “Sizden ne şartla olursa olsun Taliban’ı tanımamanızı istiyoruz” dedi. Oysa Stoltenberg, yönetimi çoktan tanımış gibi. Yeni yönetime kadın hakları dahil insan hakları konusunda hesap sormaya devam edeceğiz dediğine göre. Yeni yönetim öyle mi? Ne oldukları, insana, kadına nasıl baktıkları hiç de sır olmayan Taliban’a Brüksel’deki konforlu, klimalı odanızdan hesap soracaksınız öyle mi! Genel Sekreter Afgan ordusunun başarısızlığını anlatırken “Neden Irak’ta bunu başardık da Afganistan’da olmadı” dedi. Irak’ta başarı mı? Irak’ta başarılan neydi ki bu örnek neden Kabil’de işlemediyi dert edinmişti. Irak’ta başarı olarak verilenin milyonlarca göçe, ölüme, işkenceye, tecavüze kıyıma neden olduğu hesaba dahil edilmiyordu elbette.
Sadid’i izleyen dinleyen pek çok gazeteci, hızla haberi hazırlarken, ara ara kulaklıklarını çıkardı, klavyelerine dökülen gözyaşlarını sildi. Belki haberi bile yazamadı, hiçliğe terk edilmişliğe, yalnızlığa itilen kadınların yerine kendini koydu, nefes alamadı, bu satırları ancak yazan bu yazının yazarı gibi.
Sadid’in çığlığı ve gözyaşları, tek başına Afganistan’daki kadınların, çocukların hayat memat davasına çözüm olmaya yetmiyor. İşte bu noktada baskıya, ölüme rağmen ses veren kadınlara, Taliban’ın kırbacını bedeninde defalarca hissettiği için sesi kısılana ses olmak zorundayız. Kolay mı bu hiç değil, ama şunu da biliyoruz ki ağlamak da çare olmuyor ki… Sadid ve Afgan halkına ses olmak zorundayız, bir yandan ağlayıp bir yandan “yeter” demek zorundayız. Yoksa sıradaki biz olabiliriz diye düşündüğümüz için değil, bir kadının daha eksilmemesi için.
Gazete Duvar / 18.08.21