Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden iktisatçı Prof. Dr. Yalçın Karatepe, kurların yükselmesiyle halihazırda yüksek olan enflasyonun artmaya devam edeceğini, satın alma gücünün düşeceğini, yoksulluğun daha da derinleşeceğini vurguladı.
Bankalardaki toplam mevduatın yaklaşık yüzde 55’inin döviz hesaplarından oluştuğunu, son alınan faiz kararıyla artmaya devam edeceğinne dikkat çeken Karatepe, “Madem faiz ve kur artışı arasında bir ilişki yoktur, o zaman neden 128 milyar dolar sattılar” diye sordu.
“Yarın nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımız konusunda öngörüde bulunmakta bile zorlanıyoruz” ifadesini kullanan Prof. Dr. Yalçın Karatepe ile ekonomideki son gelişmeleri konuştuk.
- TL’deki erimenin nedenleri neler? Dolar nereye kadar çıkar, bir öngörünüz var mı?
Dolar kurunun yükseliyor olmasının sebebi iktidardır. Uygulanan kötü ekonomik politikalar nedeniyle artan belirsizlikler ve riskler, ilk etkisini kurların yükselişinde gösteriyor. Yarın nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımız konusunda öngörüde bulunmakta bile zorlanıyoruz. Durum bu olunca, herkes kendisini ekonomik olarak korumaya çalışıyor. Bugün TL cinsi enstrümanların getiri oranı enflasyonun altındadır. TL tasarruf edenler paralarının satın alma gücünü bile koruyamıyorlar. Bu nedenle eline bir miktar para geçen dövize yöneliyor. Bankalardaki toplam mevduatın yaklaşık yüzde 55’i döviz hesaplarından oluşmaktadır ve bu son alınan faiz kararı ile birlikte artmaya devam edecektir. Tabii döviz alan sadece vatandaş değil, yabancılar da çıkıyor. Bütün bunlara bir de dış politikada yaşanan gelişmeleri eklediğimizde kurların yükselmeye devam edeceğini öngörüyorum. Artık kimse dolar 10 lira olur mu diye sormuyor, çünkü zaten o seviyeye çok yaklaştı. Artık merak edilen doların nereye kadar gidebileceğidir. Her yere gidebilir; bir tek yer hariç, aşağıya gitmez.
Enflasyon artacak
- Döviz kuru artışının ekonomiye ve vatandaşa etkileri kısa vadede ne olacak?
Döviz kuru artışının vatandaşa en hızlı etkisi enflasyon üzerinden olacak. Halihazırda yüksek olan enflasyon artmaya devam edecek, satın alma gücü düşecek. Bu da aslında açık bir biçimde vatandaşın daha fazla yoksullaşması anlamına gelecektir. Ücretlerde enflasyona paralel bir artış da olmayacağı için yoksulluk derinleşecek.
- Kuru düşürmek için 128 milyar dolar heba edildi. İktidar kanadı Merkez Bankası rezervlerinin artıda olduğunda ısrarlı. Bu ne kadar gerçekçi?
Türkiye’de, özellikle son yıllarda, artan ekonomik sorunlar, vatandaşı finansal kavramlar ve temel hesaplamalar konusunda uzman yaptı. Bu açıdan baktığımızda, sanırım finansal okuryazarlığı en yüksek toplum haline geldik. Hangi ülkede ortalama bir vatandaş swap işlemlerini günlük sohbetlerine konu eder? Bizde ediyor. Şimdi durum bu olunca, siz istediğiniz kadar “Bizim rezervlerimiz şu kadar” diye açıklama yapın. Vatandaş anında o telaffuz ettiğiniz sayının detaylarına bakıyor ve durumun hiç de öyle olmadığını görüyor. Sizin olan ile sizin olmayan arasındaki fark net durumunuzu gösterir. 15 Ekim tarihi itibarıyla 125.7 milyar dolar olarak açıklanan brüt rezervden 161.6 milyar dolan olan yükümlülüğü çıkardığımızda, net rezervin eksi 35.9 milyar dolar olduğunu görüyoruz.
Sorunlar büyüyor
- Merkez Bankası Başkanı (TCMB), Meclis komisyonunda yaptığı sunumda “Kurlardaki yükseliş ile bizim faiz indirme kararımız arasında bir ilişki yoktur” açıklaması yaptı. Bu açıklamalar ne kadar gerçekçi, yeni bir faiz indirimi bekliyor musunuz?
Bunun doğru olmadığı geçen hafta Merkez’nin almış olduğu faiz indirimi kararı sonrası kurlarda yaşanan sıçramada gördük. 200 baz puanlık indirim sonrası anında 9.50’ye kadar çıkan kurlar buradan da yükselmeye devam etti. Madem faiz ve kur artışı arasında bir ilişki yoktur, o zaman neden 128 milyar dolar sattılar?
Maalesef bizde şöyle bir durum var: Yetki bende, söz bende, ben bildiğimi yaparım. İyi güzel, siz bildiğinizi yapıyorsunuz da sizin bildiğinizin yanlış olduğunu herkes görüyor ve bunun ağır faturası da geniş halk kesimlerine çıkıyor. Bunu ne yapacağız? Hatada ısrar etmenizin bedelini ödemeye mahkûm muyuz? Türkiye sizin yanlış fikirlerinizi test edeceğiniz bir oyun alanınız değildir. Özellikle, bağımsızlığı kanununda yazılı olan bir kurumun başkanı bu tür değerlendirmeler yaparken ekonomik gerçeklik ile talimatına uymak zorunda hissettiği siyasi irade arasında sıkışmamalı, özgürce doğru kararların altına imza atmalıdır. Ama maalesef Türkiye’nin yönetim modeli, bir kişinin her alanda söz söyleme yetkisine sahip olduğu inancı ve kurumsal yapının da bunun karşısında dur(a)maması sorunlarımızın giderek büyümesine yol açıyor. Günün sonunda, olan çalışan halk kesimine oluyor: Daha fazla yoksulluk.
Temel sorun kötü yönetim
- Türkiye ekonomisinin en can yakıcı sorunları neler? Çözüm için neler öneriyorsunuz?
Türkiye’nin temel sorunu kötü yönetiliyor olması. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adını verdikleri ve tüm yetkinin bir kişide toplandığı, kurumların işlevsiz hale geldiği, kuralların bağlayıcılığının olmadığı, bir kişinin hayatın her alanına ilişkin istediği gibi kararlar alabildiği bu sistem, diğer alanlarda olduğu gibi ekonomide de çok kötü sonuçların ortaya çıkmasına yol açıyor. Ekonomik anlamda en önemli ve giderek artan sorunumuz yoksullaşmadır. Özellikle kurların artmasıyla birlikte artan enflasyon, bu yoksullaşmayı derinleştiriyor. Çalışanlar karınlarını doyuracak bir gelire bile sahip değiller. Ama maalesef, üzülerek görüyoruz ki “rekabetçi kur politikası” dedikleri yaklaşımla çalışanların reel anlamda daha da yoksullaştırılması üzerinde kurgulanmış bir politikayı benimsemiş görünüyorlar.
Fatura ağır olacak
- Türkiye’nin brüt dış borcu 448 milyar doları aştı. Bu borcu döndürmek için nasıl kaynak bulunacak?
10 ülke büyükelçisinin “istenmeyen kişi” ilan edilme çağrısı, Türkiye’nin Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından “karaparanın aklanması ve terörizmin finansmanı” ile mücadele konusunda üzerine düşeni yapmadığı gerekçesi ile “gri listeye” alınması, dış finansman konusunda sorunlara yol açabilir.
Ama şunu söylemek mümkün: Her koşulda dış finansman maliyetimiz artacaktır. Hem yurtdışı piyasalarda faizlerin artırıldığı bir döneme girmiş olmamız hem Türkiye’nin risklerinin artıyor olması birlikte değerlendirildiğinde, dış borcun çevrilme maliyetinin artacağı açıktır. Artan bu finansman maliyeti, borçlu şirketlerin bilançoların olumsuz etkileyecek. Özellikle dış borç ödemesi yapan ve geliri ağırlıklı olarak TL olan şirketlere etkisi daha yüksek olacaktır. Hem ülke riski primi hem de kurlar artıyor. Bunun, finansman gideri anlamında faturası ağır olacaktır.
- Yılsonu, büyüme, işsizlik, enflasyon ve faiz öngörüleriniz nelerdir? Bu alanlarda ne tür riskler görüyorsunuz?
Büyüme rakamının yüksek geleceği anlaşılıyor. Ama refah artışına yol açan bir büyüme durumu söz konusu değildir. Geniş tanımlı işsizlik neredeyse yüzde 30’a ulaşmış durumda. Bir taraftan yeni istihdam üretemezken diğer taraftan refah artışına yol açmayan büyüme verisine de çok fazla anlam yüklememek gerekir diye düşünüyorum. Enflasyonun artmaya devam edeceği açık. Faizlerde yapılan indirimin banka kredilerine yansımasını pek beklemiyorum. Halkbank’ın “Faizlerde bir indirim söz konusu değil” açıklamasından birkaç dakika sonra üç kamu bankasının kurumsal kredi ve konut kredilerinde faiz indirimine gidildiğinin duyurulması, Halkbank’ın bile faizleri indireceğini bilmediği anlamına gelir. Çünkü faizlerin indirilmesi kararını veren de iktidardır. Banka yöneticileri de bizim gibi kenardan seyrediyor. Bunun talimatla yapıldığı aşikâr. Üstelik ticari kredi ve konut kredisi faiz oranları indirilirken, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullandığı ihtiyaç kredisi faiz oranlarında bir indirime gidilmemiş olması, iktidarın ekonomik tercihlerinin ne yönde olduğunu açıkça gösteriyor.
Risklerin belirgin bir biçimde arttığı bir dönemde özel bankaların, sadece TCMB’nin bir haftalık faiz oranı düştü diye, uzun vadeli ve düşük faizden kredi kullandırmalarını beklemiyorum.
Güven tesisi şart
- Döviz kurunu belli bir seviyede tutmak için hangi adımlar atılmalı?
Döviz kurunun istikrar kazanabilmesi için öncelikle Türkiye ekonomisine olan güvenin tesis edilmesi gerekir. Bunun tesis edilmesi de bu iktidar anlayışı nedeniyle pek mümkün görünmüyor. Bunu açıkça belirmek gerekir. İktidarın ülke gerçekliği ile bağı kopmuş, tüm karar ve icraatlarını sınırlı bir zümrenin menfaatına ve bunların iktidar olmalarının olanaklarından ve dolayısıyla kamu kaynaklarından yararlanması üzerine kurulmuştur. Durum bu olunca bizim ekonomi kitaplarından öğrendiklerimizle yapacağımız önerilerin bir anlamı kalmıyor. Eğer Türkiye’de halkın refahını önceleyen ekonomi politikalarının uygulanması bekleniyorsa bunun ilk adımının mevcut iktidar anlayışının değişmesi olduğu açıktır. 20 yıldır iktidarda olanların ve şimdiye kadar uyguladıkları politikalar ile halkı derin yoksulluğa sürükleyenlerin değişmelerini beklemek de aşırı iyimser bir beklenti olur. Bu nedenle, Türkiye’de bir an önce seçime gidilmesi ve hukukun üstünlüğünü, ifade özgürlüğünü, temel hak ve hürriyetleri, akıl ve bilimi önceleyen, halkçı ekonomik politikaları hayata geçirecek bir anlayışın iktidar olması gerekir.
Şehriban Kıraç – Cumhuriyet / 27.10.21