Fransa’da sendikacılar bir taraftan yargı ve polis kıskacı altına alınarak bastırılmaya çalışılırken, diğer taraftan bunu fırsat bilen patronlar grev hakkını ortadan kaldırmak için daha cüretkar davranıyor. Genel Emek Federasyonunun 17 yöneticisi de dahil 1000 üyesi yargılanıyor.
Almanya’da bir milyondan fazla çocuk sürekli yoksulluk içinde yaşıyor. Siyaset bu sefaleti hafifletebilir. Ancak federal hükümetin orduya 100 milyar avroluk fon, sermayeye ucuz enerji, iflas eden tekellere milyarlık yardımlar gibi başka öncelikleri var.
Gazze’ye saldırılar devam ederken İsrail Başbakanı Netanyahu, Hamas militanlarının “İsrailli kadınlara tecavüz ettiği” iddiasını gündeme getirerek destek istedi. İngiltere merkezli The Counterfire’dan Lindsey German, bu haftaki yazısında bu konuya değindi. “Hiç kimse tecavüz ve cinsel saldırıyı haklı gösteremez ve göstermemelidir” diyen German, öte yandan Netanyahu’nun Gazze’de gerçekleştirdikleri vahşeti meşrulaştırmak için kadınları kullanmasını eleştirdi.
17 CGT yöneticisine dava açıldı: Sendika karşıtı baskılar yoğunlaşıyor
Naim SAKHİ
Humanite
Aralarında CGT örgütlerinin 17 genel sekreterinin de bulunduğu 1000’den fazla sendikacı, emeklilik reformuyla bağlantılı olan ya da olmayan eylemleri nedeniyle soruşturma altında. Genel Emek Konfederasyonu (CGT), Macron’un politikalarının bedelini ağır ödüyor. CGT Konfederal Sekreteri Myriam Lebkiri cuma günü jandarma tarafından ifade vermeye çağrıldı. Lebkiri, 5 Eylül’de Sébastien Menesplier’in ardından, üç ay içinde, emeklilik reformu konusundaki anlaşmazlık sırasında CGT tarafından alınan önlemler nedeniyle ifade vermeye çağrılan ikinci konfederasyon bürosu üyesi oldu.
Toplamda 1000’den fazla sendikacı şu anda disiplin ya da yasal takibat altında ya da polis tarafından ifadeye çağrılmış durumda. Enerji sektöründe, 2023 yılında 400 şikayet yapılmış ve bu şikayetler Bordeaux’da 2, Marsilya’da 3 ve Valenciennes’de 6 sendikacı hakkında disiplin soruşturması ve bazen de dava açılmasına neden oldu. Dahası, CGT genel merkezinden gelen rakamlara göre, örgütlerinin en az 17 genel sekreteri hakkında dava açılmış.
Bu çerçevede CGT Genel Sekreteri Sophie Binet salı akşamı Başbakan Elisabeth Borne’a açık bir mektup gönderdi: “CGT liderlerinin mahkemeye çağrılması, işverenlerin baskısını sorun olmaktan çıkarma etkisi yarattı”.
CGT Genel Sekreterine göre, “Giderek daha fazla sayıda işveren, hakaret bahanesiyle sendikal ifadeyi yasaklamaya ya da grev hakkına meydan okumaya çalışıyor”. Emeklilik reformuna karşı yapılan protestoların ötesinde, 2016’dan bu yana ve İş Kanunu’na dayandırılarak, CGT’nin sendikal eylemlerinin kriminalize edilmesine tanıklık ediyoruz. Bunu Humanite’nin hazırladığı sendikacı portrelerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Son haftalarda da bunun pek çok örneği yaşandı. Loiret, CGT’ye bağlı Sağlık Sendikasından Sylvie Bertuit, bir bakım evi yöneticisini karaladığı düşünülen bir broşür nedeniyle mahkemeye verildi. Yerel mahkemede suçlu bulunan sendika lideri temyizde beraat etti. CGT du Nord’dan Jean-Paul Delescaut, 7 Ekim’de Filistin davasını destekleyen bir bildiri yayımlamasının ardından “Teröre bahane oluşturmak” suçlamasıyla polis tarafından gözaltına alındı. Bourges’da Cher bölgesi sendikal birliği militanı beş sendikacı, grev sırasında kamu otoyolunda lastikleri ateşe verdikleri gerekçesi ise 21 Aralık’ta mahkemeye çıkacak. Bu tarz eylemler ise 19. yüzyıldan beri bir sendikal eylem biçimi. Bu konuda sendika karşıtı baskılardan sorumlu Konfederal Sekreter Céline Verzeletti, “CGT tarafından gerçekleştirilen eylemlerin insanlara yönelik herhangi bir şiddet söz konusu olmadığına ya da ekipmana ciddi bir zararı içermediğine” dikkat çekmekte. Verzeletti, aşırı sağcı grupların 18 Kasım’da Drôme bölgesindeki Crépol’de Thomas’ın trajik ölümünün ardından “Irkçı veya yabancı düşmanı yorumlar yaparken hatta bazen izinsiz bile olsa yürüyüş yapabildikleri” göz önüne alındığında sendika faaliyetlerinin kriminalize edilmesi daha da “endişe verici” diyerek, bu kriminalizasyonu kınadı.
Sophie Binet de kimi zaman terörle mücadele araçları da kullanılarak toplumsal hareketlerin giderek daha fazla kriminalize edilmesi karşısında hükümeti uyarıyor: “Eğer bir talihsizlik sonucu aşırı sağ iktidara gelirse, tüm muhalefeti bastırmak için tüm araçlar devrede olacaktır.” Yoksa bu sermayenin gizli gündemi mi?
Çeviren: Eren Can
Sobe, oyundan çıktın: Almanya’da çocuk yoksulluğu
Susanne KNÜTTER
Junge Welt
Çocuk yoksulluğunu azaltmak için çaba sarf eden ülkeler var. Almanya bunlardan biri değil. Birleşmiş Milletler çocuk yardım örgütü UNICEF tarafından çarşamba günü yayımlanan bir araştırmaya göre, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünun (OECD) 39 üyesi ve AB ülkelerinin 17’si 2012 yılından bu yana yoksulluk riskini yüzde on oranında azaltmayı başardı. Hatta Polonya, Slovenya, Letonya ve Litvanya bu oranı yüzde 30’a kadar düşürdü. Örneğin Polonya aile yardımlarına yatırım yaparak, Slovenya ise asgari ücreti arttırarak çocuk yoksulluğunu azalttı.
Almanya ise çocuk yoksulluğunun yıllardır azalmadığı, aksine arttığı ülkelerden biri. “Refahın ortasında çocuk yoksulluğu” adlı araştırmaya göre, bu ülkede 18 yaş altı çocukların yüzde 15.5’i şu anda yoksul. Yüzde 7.9’u ya da bir milyondan fazla çocuk ise sürekli yoksul. Bir UNICEF sözcüsünün beyanatına göre bu da muhafazakar bir rakam. Örneğin yardım örgütü Paritätische Gesamtverband, 18 yaş altı çocuklar arasında yüzde 21’den fazla bir yoksulluk oranına ulaşıyor. Ancak UNICEF araştırmasının genel değerlendirmesinde Almanya, analiz edilen 39 ülke arasında 25. sırada yer alıyor. Ve böylece alt orta sıralarda yer alıyor. ABD, Büyük Britanya, Fransa ve İsviçre gibi ülkeler daha kötü durumda.
Bu da bir başka önemli sonucu ortaya koymakta: Yoksulluk riski ülkenin ekonomik gücüne bağlı değildir. Örneğin, İspanya ve Slovenya’nın kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasılası benzer şekilde yüksektir, ancak Slovenya’da çocuklar arasında yoksulluk riski İspanya’dan önemli ölçüde daha düşüktür. Almanya’da da yoksulluk ekonomik performansa bağlı olarak yüksektir.
UNICEF çocuk yoksulluğuyla mücadele için sosyal güvenlik sistemlerinin genişletilmesini ve eğitim altyapısına erişimin iyileştirilmesini öneriyor. BM örgütüne göre Almanya’nın sunduğu imkanlar yetersiz. Asgari geçim düzeyi hesaplanırken çocukların tüm temel ihtiyaçları dikkate alınmıyor. AB genelinde ilköğretime en az yatırım yapan ülkeler Almanya ve Romanya. Gençlik yardımları ise kesiliyor.
UNICEF, daha aile dostu bir iş dünyasını başka bir kaldıraç olarak görüyor. Zira Almanya’da ebeveynleri çalışmayan ailelerin çocuklarının yüzde 69’u yoksul. Her iki ebeveynin de tam zamanlı çalıştığı çift ailelerden gelen çocuklar için bu rakam sadece yüzde bir.
Rapor şu sonuca varıyor: “Politikacılar çocuk yoksulluğuyla etkin bir şekilde mücadele etme gücüne sahiptir.” Federal Maliye Bakanlığı çarşamba günü bu konuda kendini sorumlu hissetmedi ve topu Aile İşleri Bakanlığına attı. Bakanlık endişelerini dile getirdi ve planlanan temel çocuk koruma programına atıfta bulundu.
Bu konudaki yeni planlar çarşamba günü açıklandı. Federal Aile Bakanı Elisabeth Paus (Birlik 90/Yeşiller) temel çocuk sigortasına ilişkin takvimi gözden geçiriyor. Süddeutsche Zeitung gazetesinin çarşamba günü hükümet içi bir belgeden aktardığına göre, ilgili yasanın “1 Ocak 2025’te yürürlüğe girmesi” gerekiyor. Ancak hükümet şu anda “Bu tarihte ayarlama yapılmasının gerekli olup olmadığını ve eğer gerekliyse nasıl (...) yapılacağını” inceliyor. Daha geç ya da aşamalı bir uygulama, 2025 yılında maliyetleri azaltabilir. Bu da 2025 bütçesiyle ilgili “sorunları” hafifletebilir. Ne de olsa federal hükümetin önceliği çocuklar ya da yoksullar değil, militaristleşme, sermayenin masraflarını azaltıp kârının artmasını sağlama ve dengeli mali durum.
Çeviren: Semra Çelik
Tecavüz, savaş ve insan hakları: Gerçek hikaye
Lindsey GERMAN
The Counterfire
“Kadın hakları örgütlerine, insan hakları örgütlerine sesleniyorum: İsrailli kadınların tecavüze uğradığını, korkunç vahşetleri, cinsel sakatlanmaları duydunuz. Hâlâ neredesiniz? Tüm medeni liderlerin, hükümetlerin, ulusların bu vahşete karşı seslerini yükseltmelerini bekliyorum.”
Bu sözler Benyamin Netanyahu’nun bu hafta BM’de İsrail’in 7 Ekim saldırıları sırasında bir dizi korkunç tecavüz vakası yaşandığını ileri sürdüğü oturumun ardından sarf ettiği sözlerdi. Netanyahu’nun eleştiri oklarını kadın ve insan hakları örgütlerine yöneltmesi çok manidar, zira bu örgütler özellikle Gazze’deki sivillere yönelik toplu cezalandırmayı eleştirdikleri için İsrail hükümetinin saldırısına uğrayan örgütler.
Bu tür örgütlerin hepsi tecavüz ve diğer cinsel saldırıları kınamaktadır ve hiçbirinin bu tür saldırıları herhangi bir şekilde meşrulaştırdığını görmedim. Dolayısıyla Netanyahu’nun kınaması en iyi ihtimalle yersizdir ve en kötü ihtimalle de suçu başka yöne çekerek kendi eylemlerini savunmaya çalışmaktadır. O gün tam olarak ne olduğunu bilmek mümkün değil, ancak bu tür durumlarda cinsel şiddet ve tecavüzün gerçekleştiği bağlama bakmaya çalışmak mümkün.
İsrail’deki 7 Ekim saldırılarının tanıklarının tecavüz hikayelerini okumak acı verici. Öldürülmeden önce tecavüze uğrayan kadınlardan, kanlar içinde ya da çıplak olarak kaçırılanlardan ve bu saldırılara tanık olanların yaşadığı travmadan bahsediliyor.
Bu tür eylemler haklı gösterilemez, savaş durumlarında ne yazık ki yaygındır. ABD’li Feminist Susan Brownmiller 1975 tarihli çığır açan kitabı Against Our Will’de (İrademize Karşı) bu konu üzerine kapsamlı bir şekilde yazmış; tecavüz ve cinsel saldırının kadın nüfusa boyun eğdirmek ve toplumun genelinde korku yaratmak için önemli bir savaş silahı olduğunu vurgulamıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından Rusya ve Doğu Avrupa’da hem Yahudi hem de Yahudi olmayan nüfusa karşı kullanılmıştır. 1945 yılında Berlin ve Viyana’da Rus birlikleri tarafından kadınlara yönelik yaygın tecavüzler yaşanmıştır.
Vietnam savaşında ABD askerlerinin Vietnamlı kadınlara, genellikle toplu tecavüzler şeklinde, tecavüz ettiğine dair çok sayıda örnek görülmüştür. Pakistan ile Bangladeş arasındaki 1971 savaşında, çoğunluğu Müslüman olmak üzere Hindu ve Sihlerin de aralarında bulunduğu 400 bin kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmektedir.
Daha yakın zamanlardan Iraklı ve Afgan kadınların işgalci askerler tarafından tecavüze uğradığını biliyoruz. Ayrıca işgal altındaki Ebu Garip Hapishanesinde ABD’li gardiyanlar tarafından Iraklılara yapılan korkunç işkence ve cinsel istismarı da biliyoruz.
Dolayısıyla tecavüzün savaşın ayrılmaz bir parçası olduğuna dair yeterince kanıt bulunmaktadır. Eğer savaş kapitalist toplumsal ilişkilerin aşırı ve şiddetli bir biçimiyse, tecavüz de kapitalist toplumdaki cinsel ilişkilerin aşırı ve şiddetli bir biçimidir. Ve eğer kadınlar toplum tarafından bir şekilde boyun eğdirilmiş ya da aşağı görülüyorlarsa -ki öyledirler- o zaman bu durum onlara yönelik şiddetli saldırıları teşvik eder. Aynı zamanda erkeklerin malı olarak görülüyorlarsa, o zaman belirli bir grup erkeğe zarar vermek isteyenler ‘onların mallarına’ zarar verme olasılığını haklı göreceklerdir.
Savaş ortamı aynı zamanda kurbanlarını insanlıktan çıkararak ‘normal’ kuralların geçerli olmamasını ve dolayısıyla öldürme, yağmalama ve tecavüzün meşrulaştırılmasını sağlar.
Bir dizi nedenden ötürü 7 Ekim’deki tecavüzlerin boyutunu bilmiyoruz ve o gün İsrail hükümeti ve askeri yetkililerden duyduğumuz ve doğru olmadığı ortaya çıkan diğer iddialara karşı temkinli olmalıyız. Ancak tecavüzün gerçekleşmiş olmasının muhtemel olduğunu da kabul etmeliyiz.
İsrail’deki saldırıları bir bağlama oturtmak da önemli. Bu son derece çatışmalı, şiddet dolu bir toplum, Filistin halkının ulusal kurtuluş özlemlerini bastıran militarize bir yerleşimci-sömürge devletidir. Devletin ırkçı doğası, baskıyı yaşamın her alanına dahil edecek şekildedir. İşgal altındaki toprakların gerçekliği ortada: Gazze, mevcut bombardımandan önce bile neredeyse yirmi yıldır kuşatma altında olan bir hapishane gibiydi. Batı Şeria, etnik temizlik amacıyla artan yerleşimci şiddetine maruz kalmaktadır.
Buna ek olarak, İsrail devletinin Filistinlilere yönelik şiddeti, çoğu zaman suçlama olmaksızın ve mahkumlara yönelik tecavüz ve cinsel saldırı suçlamalarının tekrarlandığı toplu hapis cezalarını da içermektedir. İsrail hapishanelerinde genç mahkumlar saldırıya uğradı; Hebron’da kadınlar çırılçıplak soyuldu ve aşağılandı; kadın mahkumlar için düzenli cinsel saldırı ve istismar rapor edildi. Bunların hiçbiri yeni değil: Filistinlilerin topraklarından sürüldüğü 1948 Nakba’sında Israil askerlerinin tecavüzlerine tanık olunmuştu, örneğin Safsaf katliamında erkekler bağlanıp kurşuna dizilmiş ve bazı kadınlara tecavüz edilmişti.
Hiç kimse tecavüz ve cinsel saldırıyı haklı gösteremez ve göstermemelidir. Ancak bu, Netanyahu ya da bir başkası tarafından Gazze’de silahlı kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen ve savaşlarını desteklemek için kadın haklarını ve ‘insani müdahaleyi’ defalarca kullanmış olan İngiliz ve ABD hükümetleri tarafından desteklenen vahşeti meşrulaştırmak için kullanılmak yerine, genel olarak uygulanan bir ilke olmalıdır.
Teröre karşı savaş, Hilary Clinton ve Cherie Blair gibi isimler tarafından bu gerekçelerle meşrulaştırılmış, Afganistan ve Irak’taki kadınlar için feci sonuçlar doğurmuştur. Bugün Netanyahu’nun konuyu silah haline getirme girişimlerini reddetmeliyiz.
Çeviri: Sarya Tunç
Evrensel / 10.12.23