Marmara Denizi’ni kaplayan deniz salyası

Cesedin çürümesidir bu

Gözümüzün önünde, adım adım büyük bir cinayet işlendi. Dünyanın en genç, en bereketli, en ilginç denizlerinden Marmara taammüden öldürüldü. Birkaç aydır yoğunlaşarak, gitgide yayılarak suyun yüzeyini ve derinlerini saran müsilaj, ya da balıkçıların deyişiyle deniz salyası, ölümün ilanı oldu. Marmara Denizi’nin yok edilişinin tarihini, nedenlerini, nasılını, kahreden hakikati MAREM (Marmara Environmental Monitoring –Marmara Çevresel İzleme) projesi yürütücüsü, hidrobiyolog Levent Artüz’den dinliyoruz.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 29 Mayıs 2021
  • 19:05

Mart ayında, hatta biraz öncesinde, balıkçılar Marmara Denizi’nde “deniz salyası”, yani müsilaj görmeye başladıklarını söylüyordu. Müsilajın gitgide yayılması, yoğunlaşması ve bir türlü geçmemesiyle konu medyaya yansıdı. Hatta şu sıralarda Karadeniz’de de müsilaj ortaya çıktı. Müsilaj neden ortaya çıkar?

Levent Artüz: Müsilaj durup dururken ortaya çıkmadı. Ortaya çıkan müsilaj agregatın Marmara’nın özgün yapısıyla inatlaşarak yapılan uygulamalarla direkt ilişkisi var. Marmara Denizi’nin kirletilme tarihiyle de doğrudan bağlantılı. Marmara dünyanın en genç denizidir, su kütlesi çok gençtir, üst ve alt akıntılarının günümüzdeki haline gelmesi yaklaşık 2000 sene öncesine dayanıyor. Genç, dinamik ve gürbüz olmasının yanısıra, Marmara’yı diğer denizlerden ayıran başka farklılıklar da var. Denizlerde akıntılar dünyanın dönüşünün itici gücünün etkisiyle (coriolis) oluşur. Coriolis kuzey yarı kürede saat yönünde, güney yarı küredeyse saat yönünün tersine dairesel akıntılar oluştururken Marmara’da Karadeniz’in fazla gelen su bütçesinin kontrol ettiği doğrusal akıntılar vardır. Marmara’nın alt akıntısı Akdeniz’den Karadeniz’e, üst akıntısıysa Karadeniz’den Akdeniz yönüne, doğrusaldır. Karadeniz’in su bütçesi bu durumu kontrol eder. Karadeniz’in su bütçesiyse hinterlandına düşen yağış miktarına bağlı olarak değişir. Karadeniz’de, Ege ve Marmara’ya göre göreceli bir yükseklik farkı var. Bu yükseklik -5 cm. ile 45 cm.’e varan yelpazede değişiyor, yani sabit bir yükseklik değil. Karadeniz kimi zaman daha aşağıda, kimi zaman yukarıda. Bu iki farklı yöndeki akıntı sistemini ilk fark eden, yazıya döken Luigi Ferdinando Marsili. Marsili 1681’de İsveç kraliçesi Christina’ya yazdığı mektuplarda Marmara Denizi’yle ilgili bu durumdan bahsediyor. 1917’de Alfred Merz ve Lotte Möller, 1950’lerde Hüseyin Pektaş, ‘60’larda Angelina Kirkova Bogdanova Marmara Denizi ile Karadeniz arasındaki seviye farkını ortaya koymuşlar. Marmara’nın oşinografik özelliğinden dolayı çok ciddi biyolojik farklılıkları da var. Üst su kütlesinde Karadeniz, alt su kütlesinde Akdeniz kökenli canlılar ağırlıkta. Karadeniz’in biyoçeşitliliği düşüktür. Ama örneğin hamsi gibi, fert adetleri yüksek türler barındırır. Alt akıntıda yer alan canlılarınsa, ağırlıkla kökenlendiği Akdeniz’de olduğu gibi, tür çeşitliliği çok zengin, ama fert adetleri düşüktür. Üst su kütlesinde eury-topic dediğimiz çok büyük sıcaklık ve tuzluluk farklılıklarına tolerans gösterebilen canlılar, alt su kütlesinde ise steno-topic dediğimiz çok dar sıcaklık ve tuzluluk aralıklarına adapte olabilen canlılar yaşayabilir. Bu canlılar, bu iki tabaka arasında kısa süreli geçişler yapsalar da, iki alanı beraber kullanamazlar. Kendi biyotopları içerisinde belli gruplar oluştururlar. Marmara Karadeniz ve Akdeniz’in biyoçeşitliliğinin mikro ölçekte bir araya gelmiş halidir.

Müsilajı tarifle anlatmak gerekirse, oklava şeklinde bir tavuk yumurtası düşünün, bir plankton, kısa sürede anormal artış gösteriyor. Daha sonra patlıyor. Kırılınca hücre içi sıvısı ortama yayılıyor. Tıpkı yumurtanın beyazını su dolu bir bardağa dökmek gibi. Çok yapışkan, bulaşkan bir yapı...

Marmara’yı diğer denizlerden farklılaştıran tek etken akıntılar mı?

Marmara’nın diğer önemli özelliği farklı katmanlardaki tuzluluk farkları. Kapalı bir deniz olan Karadeniz’in tuzluluğu Boğaziçi’ne girdiğinde yaklaşık binde 19’lardadır. Çanakkale Boğazı’na doğru gidildikçe binde 28’lere kadar yükselir. Akdeniz’den gelen ve alt su kütlesini oluşturan sular ise Çanakkale Boğazı girişinde binde 39’larda, İstanbul Boğazı’na doğru geldikçe kademeli olarak binde 33’lere düşen tuzluluk seviyelerine sahiptir. Marmara’da farklı karakterdeki iki su kütlesi tuzluluk farkının oluşturduğu yoğunluktan dolayı, birbirine karışmaksızın, ama etkileşerek birbirinin üstünde yer alıyor. Bu olay dünyanın bir-iki noktasında var, ama hiçbir denizin tümünde böyle bir tabakalaşma görülmez. Üst su kütlesinin sıcaklığı atmosferle temasından dolayı, sene boyunca +5 ile +29 derece arasında dalgalanma gösterir. Akdeniz’den gelen alt su kütlesiyse ortalama 14,2 derece sabit sıcaklığa sahiptir. Yani üst su kütlesinin sıcaklığı değişken, alt su kütlesinin sıcaklığı stabildir. Üst su kütlesi atmosferle temasından dolayı oksijen alabilir, zenginleşebilir. Alt su kütlesiyse, üst su kütlesiyle keskin bir ara yüzeyle (interface) kısıtlandığı için ancak Akdeniz’den Çanakkale Boğazı’na girişte ihtiva ettiği suda çözünmüş oksijeni Marmara’ya ve Marmara boyunca taşıyabilir.

Marmara Denizi’nin nasıl bir jeolojik yapısı var, kendine has bir jeolojisi olduğu söylenebilir mi?

Elbette. Karadeniz’den Marmara’ya su transferi dar ve sığ İstanbul Boğazı’yla kısıtlanıyor. Ayrıca, diğer yanda Marmara’yı kısıtlayan Çanakkale Boğazı var. Okyanuslarla temasını etkileyen Anadolu ve Mora Yarımadası arasında yer alan sığlıkla, Akdeniz’le olan kısıtlaması da var. Süveyş Kanalı ile Kızıldeniz, dolayısıyla Hint Okyanusu’na doğru bir kısıtlaması ve yine Cebelitarık Boğazı’yla Atlas Okyanusu’na da dar ve sığ bir kısıtlaması var. Ancak yine bu yolla, Marmara’nın diğer denizlerle, okyanuslarla biyolojik alışverişi de var. Bir de dikey yönde kısıtlamalar mevcut. Boğaziçi’nin Karadeniz çıkışında “eşik” adı verdiğimiz yapı dikey kısıtlamaların en önemli noktalarından biri. Bu sığlık çok ciddi bir kısıtlama yapıyor. Marmara Denizi’ni bir leğen, leğenin kenarını da eşik olarak düşünün. Leğene dolan su ancak kenarı, yani eşiği aştığı takdirde başka bir yere akabilir, eşiği aşmadığında su Marmara’nın içinde kalır. Başka bir kısıtlama, yani eşik, Üsküdar-Yenikapı arasında yer alıyor, diğer eşik de Çanakkale Boğazı ve buradaki sığlıklar. İki boğaz arasında 1272 metrelik Doğu Marmara çukuru, Silivri ve Tekirdağ arasında 1100 metrelik Batı Marmara çukuru, Uçmakdere önlerinde 1000 metrelik Orta Marmara çukuru var. Bu çukurların platoları da farklı kısıtlamalar oluşturuyor. 

Gemlik Körfezi

MAREM’in raporlarından Marmara’nın çukurlarının denizin ekolojisinde önemli bir rol oynadığını anlıyoruz. Bu çukurların denizin sağlığına etkisi var mı?

Marmara akıntı sistemiyle, çukurlarıyla bir bütün. Marmara Denizi Kuzey Anadolu fay hattında bir çöküntü olarak oluşmuş. Bu çöküntüyle birlikte Çanakkale ve İstanbul Boğazı’ndan gelen sularla da bugünkü oşinografik yapısı oluşmuş. Kuzey Anadolu fay hattının geçtiği birçok yerde, deniz dibinde kaynama noktaları var. Sıcak ve soğuk suların, besleyici elementlerin ve çeşitli gazların geldiği alanlarda kendine özgü biyotoplar oluşmuş vaziyette. Bu alanlardan ilk defa MAREM’in dünya literatürüne kazandırdığı beş tür var. İlk bulduğumuz ostrakot türüne MAREM projesine ithafen Cytherella maremensis adını verdik. Bu 1-1,5 milimetre boyunda bir canlı. Bulduğumuz bir istakoz türüne kurucularımızdan İlham Artüz’e ithafen Stereomastis artuzi dedik. Bundan başka Marmara Denizi deniz çayırlarında iki özgün isopod türü adlandırıldı. Bunlardan biri yine MAREM projesinin kurucularından Olav Aaasen’e ithaf edilirken (Stenosoma aaseni), diğeri de projenin yürütüldüğü Sevinç-Erdal İnönü Vakfı dolayısıyla Erdal İnönü’ye ithaf edildi (Stenosoma inonuei). Bir de, fosil bir tür var, o da Prof. Dr. Samime Artüz’e ithaf edildi (Marmacuma samimei). Halihazırda üzerine çalıştığımız bir balık türü var, onunla ilgili çalışmalar tamamlanınca yakın bir tarihte literatüre gireceğini umuyorum.

Marmara’daki farklı tuzluluk oranları biyoçeşitliliğe nasıl etki ediyor?

Pelajik, yani üst su kütlelerinde yaşamlarını sürdüren balıkların büyük bölümü üreme mevsimlerinde tuzlu ortamlardan daha tatlı sulara göç etme eğilimindedir. Örnek olarak, Marmara lüfer ve palamutun göç koridorudur. Ben Beykozluyum; evimizin önündeki dalyanda kılıç ve orkinos tutulurdu. O zamanlar akıntılar vasıtasıyla değişen suda çözünmüş oksijen alışverişi ve farklı tuzluluktaki su kütlelerinin birlikteliği Marmara’ya zenginlik katıyordu. Karekin Deveciyan’ın Türkiye’de Balık ve Balıkçılık isimli kitabından bu denizde avcılığı yapılan, alınıp satılan 124 çeşit ekonomik öneme sahip balık türü yaşadığını biliyoruz. Artık bu türlerin neredeyse hiçbiri yok.

Bu münferit bir olay değil, bir zincir, bir sonuç. Marmara 1989’da öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir. Denizdeki tür çeşitliliği vahim bir darbe yedi, içi boşaldı, türler arasındaki rekabet ortadan kalktı. Sorun kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamadır.

Marmara’nın diğer denizlerle, okyanuslarla ilişkisinden bahsettiniz. Denizlerin ekosistemi açısından Marmara’nın nasıl bir önemi var?

Denizler bir ekosistemdir, bütündür. Zincirin bir halkasında olanlar diğerlerini de mutlaka bir şekilde etkiler. Marmara Denizi bu bakımdan kilit bir konumdadır. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra, birçok istilacı türün Akdeniz’e, aynı zamanda Marmara’ya geçtiğini biliyoruz. Boğaziçi veya Çanakkale Boğazı’nı kapatırsanız Karadeniz devreden çıkar. Önce Kuzey Ege’yi kaybedersiniz. Daha sonra, Akdeniz’de ciddi değişimler görülmeye başlar. Bu değişimler zamanla okyanuslara da yansır.

Günümüze, müsilaj meselesine gelirsek...

Bu münferit bir olay değil, bir zincir, bir sonuç. Bundan sonra da böyle anomaliler göreceğiz. Marmara Denizi 1989 yılında öldü. Gördüğümüz, bir cesedin çürümesidir. Müsilajı kavrayabilmek için bu olgunun tarihine bakmalıyız.

Müsilaj Marmara’da ilk kez hangi tarihte görülüyor?

Marmara Denizi tarihinde ilk defa 2007’nin Eylül ayında müsilaj agregat görülüyor. Marmara Denizi’nin tür çeşitliliği vahim bir darbe yedi, içi boşaldı, dolayısıyla türler arasındaki rekabet ortadan kalktı. Esas sorun Marmara’da kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması ve kirliliğe dayanabilen türlerin fert adetlerindeki patlamalar şeklindeki artıştır. Bugün müsilaj agregatı yapan bir fitoplankton oldu, ama başka bir şey de olabilirdi. Ortamı orda yaşayanlar bakımından boşalttığınızda veya yaşayan türleri seyrelttiğinizde, rekabet şartları da değişir. Yeni ortama dayanabilen canlı, en avantajlı duruma geçer ve büyük miktarlarda ürer, çoğalır. Yakın bir tarihte, Kadıköy sahilinde kırmızı algler karaya vurdu. O bölgede o kadar fazla kırmızı alg olmaması gerekir. Kırmızı alglerin etrafındaki türler azaldığı için, baskın hale gelmiş ve çoğalmışlardı. Bunun nedeni ne küresel ısınma ne de nitrat, fosfat gibi tuzların artışı. Tabii ki bunlar da etmendir, ama ikincildir. Sebep olarak nitelememiz yanlış olur. Tek ve gerçek sebep, tür çeşitliliğindeki azalışa bağlı olarak, mevcut türlerin fert adetlerindeki artıştır.

Bostancı İskelesi, İstanbul (Fotoğraf: Yunus Emre Günaydın)

2007’de görülen müsilaj da bugünkü kadar geniş bir alana yayılmış mıydı?

2007’deki müsilaj oluşumu da çok büyük boyutlardaydı. Adalar’dan Çanakkale Boğazı’na kadar bir alanda ciddi etki etmişti. 2007’de salyaya neden olan plankton farklı bir tür, ancak bugünkünün akrabasıydı. Bugün ortaya çıkan müsilajın hacminin tam olarak hesaplanabilmesi için biraz zaman geçmesi gerekli. Ama 2007’dekinden daha yaygın olduğu görülüyor. Ocak ayından bu yana çalışmalarımız devam ediyor. Müsilajın bıraktığı hasarla ilgili kesin sonuçlara tahminim ağustos ayı gibi varabiliriz.

Müsilaj nedir?

Bir tarifle anlatmak gerekirse; oklava şeklinde bir tavuk yumurtası düşünün, bilimsel ismi Proboscia alata olan plankton, kısa sürede anormal artış gösteriyor. Daha sonra patlıyor. Patlama derken bomba patlaması değil, çiçeklenme, tomurcuk patlaması. Ölüp kırılıyor. Kırılınca hücre içi sıvısı ortama yayılıyor. Tıpkı yumurtanın beyazını su dolu bir bardağa dökmek gibi… Müsilaj kökenlendiği canlıya bağlı olarak genelde üst su kütlelerinde oluşur. Denizin çalkalanmasıyla içinde hava kabarcıklarını hapsederse suyun yüzeyine çıkar. Askıda katı madde dediğimiz denizin içindeki partikülleri hapsederse ağırlaşıp çöker. Yani, içine katı maddeyi hapsederse batıyor, yoğunluğu azalırsa yüzüyor. İncelemelerimizden gördüğümüz kadarıyla, müsilaj esas olarak ara yüzey dediğimiz alanda birikmiş vaziyette. Dalgıçlar beş-on metrelik derinliklerde gözlemleyebiliyor. Ama, büyük miktarlarda çökmüş müsilaj alt su kütlesinde, yani 50-100 metre derinliklerde de görülüyor.

Ses dalgalarıyla derinliği ölçen aletler Marmara’nın büyük bir bölümünde altınızdaki derinlik bin metre de olsa 25 metre gösteriyor! Çünkü çok büyük bir müsilaj yoğunlaşması var. Bin metreyi aşkın derinliklerden, çukurlardan, su numuneleri alıyoruz. O derinliklerde de müsilaj var.

Deniz tabanına müsilajın etkisi oluyor mu?

Marmara Denizi’nin tabanına ses dalgası yollayarak derinliği ölçtüğümüz cihazlarımız var. Ses dalgalarıyla derinliği ölçen aletler Marmara Denizi’nin büyük bir bölümünde derinliği 25 metre gösteriyor. Altınızdaki derinlik bin metre de olsa alet 25 metre gösteriyor! Çünkü çok büyük bir müsilaj yoğunlaşması var. Ses dalgaları çarpıp geri dönüyor. Tam derinliği ölçmenin imkânı yok. Bin metreyi aşkın derinliklerden, çukurlardan, su numuneleri alıyoruz. O derinliklerde de müsilaj var. An itibarıyla interface dediğimiz ara yüzeyde büyük bir birikim gözlense de, Marmara Denizi’nin tüm su kolonunda müsilaj agregat mevcut.

Müsilaj denizin farklı katmanlarında yaşayan canlıları nasıl etkiliyor?

Müsilaj agregat çok yapışkan, bulaşkan bir yapıya sahip. Balık yumurtalarının büyük çoğunluğu denizin yüzeyindedir. Yumurtanın içinde yağ damlacığı vardır ve yüzerler. Yüzeydeki yumurtalar müsilajın içinde hapsoluyor ve yaşama şansları kalmıyor. Larvalar için de aynı şey söz konusu. Müsilaj ortamdaki hayvansal besini, yani zooplanktonu içine hapseder. Müsilaj zamanla, hareket edemeyen (sesil) midye, istiridye, tunikatlar gibi canlıların üzerine de çöker. Deniz çayırlarını örter ve ışıkla temaslarını keser. Bu canlıların beslenmesini ve solunumlarını etkiler. Böylece tür çeşitliliği daha da azalır. 

Heybeliada sahili (Fotoğraf: Siren İdemen)

Şu anda çoğalan türler hangileri?

Müsilajın olduğu ortamda rahat eden mikroskobik bir canlı var. O da başka bir bela. Müsilajı seven bir haplofit. Bu şimdilerde müsilaj agregat oluşumuyla eş zamanlı olarak çoğalıyor, ancak çoğalma henüz etkili olacak boyutlarda değil. Tahminim, ki umarım yanılırım, bundan sonra bu türün yaratacağı müsilajla ve çok büyük köpüklenmelerle uğraşacağız. İki-üç insan boyu köpüklerle karşılaşma ihtimalimiz var. Korkarım henüz etkileriyle tanışmadığımız bilimsel ismi Phaeocystis globosa olan bu plankton ileride baskın bir hale gelecek ve başımıza yeni belalar açacak.

Müsilajın ana nedeninin deniz suyu sıcaklığındaki artış olduğu sık sık söyleniyor. Deniz suyundaki artış da küresel ısınmayla ilişkilendiriliyor…

Marmara Denizi’nde yaşanan sıcaklık artışının küresel ısınmayla doğrudan ilişkisi yok. Tabii ki küresel ısınmanın etkisi var. Ama komşu denizler küresel ısınmadan etkilenmiyor mu? Komşu denizlerde ısınma dünya ortalaması olan 1 dereceye yakınken Marmara’daki sıcaklık artışı 2,5 derece. 2000 senesinde sıcaklık artışı 1,8 derece civarında. 2000’den beri Marmara’nın üst su kütlesinde inanılmaz bir sıcaklık artışı var. MAREM olarak yaptığımız çalışmalardan biliyoruz ki, önlem alınmaksızın yapılan Derin Deniz Deşarjlarından dolayı oluşan bulanıklık sebebi ile özellikle üst katmanda deniz suyu sıcaklığının anormal bir şekilde arttığını görüyoruz. Marmara Denizi artık küresel değil, bulanıklık sebepli, sadece bu denizimizin üst su kütlesini etkileyen lokal bir ısınmayla karşı karşıya. Keşke Marmara’daki sıcaklık artışı küresel ısınma ortalamalarında olsaydı. Bu artış küresel ısınma ortalamalarının çok üstünde ve sebebi de bulanıklık.

Balık yumurtalarının büyük çoğunluğu denizin yüzeyindedir. Yüzeydeki yumurtalar müsilajın içinde hapsoluyor ve yaşama şansları kalmıyor. Larvalar için de aynı şey söz konusu. Müsilaj ortamdaki hayvansal besini içine hapseder, zamanla, hareket edemeyen midye, istiridye gibi canlıların üzerine de çöker.

2000’lerin başında ne değişiyor da sıcaklık radikal biçimde artış gösteriyor?

1960’lı yıllarda iskeleden denize 2,5 lira atardık, dalıp parayı çıkarırdık. Öyle berraktı deniz. Bugün bir metreden bile o parayı çıkartamazsınız. Marmara deniz suyunun bulanıklığı artıyor. Su ne kadar bulanıksa güneşten gelen sıcaklığı o derece emer ve sıcaklık artar. 1989 yılından önce, bulanıklık seviyesiyle ilgili yapılmış ölçümlerde suyun bulanıklık seviyesinin ortalama 8 metre olduğunu görüyoruz. 2015 yılında yaptığımız ölçümlerde ise bulanıklık seviyesi ortalama 1,4 metreye kadar düşmüş durumda. Hatta Haliç Marmara Denizi ortalamasına katıldığında, bu değer 1,2 metreye kadar düşüyor. 2015’den bu yana da, sırf bulanıklığa bağlı olarak, kış dönemi yüzey suyu sıcaklıklarında mevsim ortalamalarının 1-1,3 derece üzerinde ciddi bir artış yaşanmaya başlandı.

Müsilajın görüldüğü yerlerde, denizdeki durum o sahildeki yapıyla bağlantılı mıdır, örneğin Pendik’te görülen müsilaj Pendik sahilinin kirliliğiyle mi alakalıdır?

Hayır, alakalı değil. Marmara Denizi’nde çözünmüş oksijen miktarı yerlerde sürünüyor. Oksijen şu an müsilaj yüzünden daha da düşük. Marmara Denizi’nin “o bölgesi bu bölgesi” yok. Bir havuza içme suyu doldurup bir köşesinden pis su bassanız o su içilir mi? Marmara Denizi de böyle. Marmara diğer denizlere göre küçücük bir deniz. Dünya haritasına baktığınızda Marmara Denizi’ni bulmak için çaba harcarsınız. Marmara’yı bir yerinden kirletirseniz her yeri etkilenir. Önce körfezlerde kirlilik çok yoğundu. Zaman içinde kirlenme arttı ve sonuç ortada.

Heybeliada, Çam Limanı (Fotoğraf: Birgül Taştan)

Müsilaj denizde varlığını daha ne kadar sürdürür sizce?

Müsilaj agregat yapının yok olmasının tek bir yolu var. O da bakteriyolojik olarak parçalanması. Bakteriyolojik olarak parçalanması için gerekli suda çözünmüş oksijen de ortamda yeterli miktarda yok şu anda. 2007’de Marmara Denizi’nde çözünmüş oksijen seviyesi bugünküne nazaran daha fazlaydı. Buna rağmen, müsilaj yapı iki senede parçalandı. Şimdi oksijen çok daha az. Ne olacağını kestirmek güç. Bakteriyolojik parçalanma sonucu parçalanma ürünleri ve bu kütleyi parçalayacak bakteri biyokütlesinin de ne olacağı ve bu durumun olası kümülatif etkileri de meçhul. Net ölçüm yapabilmemiz için deniz ortamının durulması gerekiyor. Şu aşamada bakıp “vah vah” demek dışında yapacak bir şey yok.

Bazı belediyeler müsilajı toplamak için gemilerle çalışma yapıyor. Baş edemediklerini, ama çalışmalara devam ettiklerini söylüyorlar. Gemilerin pervanelerinin suyu oksijenlendireceği ve müsilajı azaltacağı ileri sürülüyor. Bu mümkün mü?

Bildiğim kadarıyla Kocaeli Belediyesi bunu yapan. Müsilajı toplamanın imkânı yok. Suyu gazlarca zenginleştirmeye, “oksijenlendirmeye” gelince. Bir gazın suda çözünebilmesi için gerekli şartlar vardır. Çözünebilirlik su sıcaklığıyla ters orantılıdır. Su ne kadar soğuksa içinde o kadar çok gaz çözünür. Oksijen de bu gazlardan biri. Velev ki teorik olarak bu bölgelere oksijen enjekte ettiniz, o durumda bile oksijen ilk önce oksidasyonda kullanılacaktır. Yani, ortamdaki kirleticiler bu oksijeni kullanacak ve okside olacaktır. Yani, bu oksijeni bir anlamda müsilaj kullanacak. Bunlar basit kimya kuralları. Hem denizdeki fosfat ve nitrat dengesinin bozulduğunu hem de denize oksijen verileceğini söylüyorlar. Bu kadar büyük bir kütleye iki-üç pervaneyle nasıl müdahale edilebilir? Çınarcık çukuru 1272 metre. Deniz yüzeyini çalkalamaktan nasıl bir fayda gelir?

Keşke Marmara’daki sıcaklık artışı küresel ısınma ortalamalarında olsaydı. Bu artış küresel ısınma ortalamalarının çok üstünde ve sebebi de bulanıklık. Su ne kadar bulanıksa güneşten gelen sıcaklığı o derece emer ve sıcaklık artar. 1989 öncesinde suyun bulanıklık seviyesi ortalama 8 metreydi, 2015’te 1,4 metreye kadar düşmüş durumda.

Bir yandan da müsilajı küresel ısınmaya bağlayarak ve “doğa olayı” diyerek buradaki sorumluluğu üstlenmekten kaçınma tavrını yaygın olarak görüyoruz. Müsilajın “doğal bir olay” olması ne anlam ifade ediyor?

Ölüm de doğal bir olay, hepimizin başına gelecek. Ama trafik kazasında ölüyorsanız bu doğal ölüm değildir. Müsilaj o anlamda “doğal” bir olay değil. Doğal bir olay olsaydı, Marmara’nın 2000 senelik oşinografik tarihinde buna mutlaka rastlardık. Osmanlı’da Marmara Denizi kızarsa kayıtlara geçmez miydi? Marmara Denizi’ndeki anomaliler 1989’dan itibaren başlıyor. ‘89’dan önce böyle şeyler yok ki. Bunu biraz oturup düşünmek gerek.

89 öncesi durum nasıldı?

Marmara’da balık bol, biyoçeşitlilik tavan... Kırmızı veya yeşil su, salya, deniz anası istilası görülmüyordu. O zamanlar Marmara Denizi bir sinyal vermiyordu. Kumkapı’da sekiz-dokuz kiloluk sinarit, Beykoz’da on kiloluk kırlangıç tutulurdu. Uskumruya çıktığımızda sandal batırırdık. Palamut o kadar çok tutulurdu ki, eve getirdiğimizde “yine mi?” diye büyüklerimizden fırça yerdik. 

Büyükada açıkları (Fotoğraf: Şebnem Coşkun)

1989’da ne oldu?

1960’larda Haliç’in kirlenmesiyle deniz kirliliği olgusu hayatımıza girdi. Ama o kirlilik bugün anladığımız türden bir deniz kirliliği değildi. Denizde yüzen sebzelerin yarattığı kirlilik veya dağınık noktalardan yüzeye ulaşan çok daha az bir nüfusun atıkları, bugünkü kirlilikten çok farklı. Haklı olarak o tarihlerde devlet ve yerel idare İstanbul’un kanalizasyon ve yağmur suyunun bertarafı ile içme suyunun planlanması için yabancı mühendislik firmalarının içinde olduğu DAMOC (Daniel-Mann-Jhonson/Alvard-Burdic/Mendhall/Havson Motor-Chechi and Comp) konsorsiyumunun projesi üzerinde çalışmaya başladı. O günkü teknolojik şartlarda İstanbul’un atık suyunun bertarafı için biyolojik arıtma sistemleri kurulması öngörülüyordu. Kanalizasyon arıtma sistemleriyle ilgili projelendirme yapıldı. Hatta DAMOC projesi İstanbul’da atık suyun arıtılmasının deniz kenarındaki bölgelerde değil, karasal bölgelerde yapılmasını öneriyordu. Proje 1971’de sunuldu. DAMOC projesi hayata geçseydi İstanbul’un o günkü sorunu çağdaş bir şekilde çözülecekti. Proje gerçekleştirilmedi, Marmara’dan çok “sular aktı”.

Neydi o “sular”?

İstanbul bugünkü kadar büyük değildi, ama o zaman da “megakent” denirdi. Yine yeni bir konsorsiyumla İstanbul Kanalizasyon Projesi Revizyonu adı altında CAMP-Tekser isimli bir proje üretildi. DAMOC İstanbul Kanalizasyon ve Su Temini projesiydi, CAMP-Tekser ise onun “revizyonu!”. İlk iş arıtmalar “ön arıtmaya” çevrildi. Politik akıl ve onun şakşakçıları “Pisliği kolektörlerde toplarız, Derin Deniz Deşarjıyla Marmara’nın alt akıntısına basarız ve Karadeniz’e göndeririz” dediler. En iyi şartlarda alt akıntının sadece yüzde 10’u Karadeniz’e ulaşıyor. Bilim insanlarının yüzde 90’ı ayağa kalktı. “Bu olmaz” dendi. Ama dinleyen olmadı. Kamuoyunda büyük tartışmalar yaşandı. Fakat idare bilimle inatlaşarak bu revizyonu uygulamaya soktu. Bu, Bedrettin Dalan’ın “Haliç gözlerimin rengi gibi olacak” dediği dönemdir.

Marmara’da oksijen miktarı yerlerde sürünüyor. Oksijen şu an müsilaj yüzünden daha da düşük. Marmara Denizi’nin “o bölgesi bu bölgesi” yok. Bir havuza içme suyu doldurup bir köşesinden pis su bassanız o su içilir mi?

Teknik olarak bu nasıl uygulandı?

İlk önce Kuzey ve Güney Haliç kolektörleri yapıldı. Haliç’in bütün pisliği borularla (kuşaklama kolektörleri) toplanarak Ahırkapı önünden Derin Deniz Deşarjı yöntemiyle Marmara’ya basıldı. Denizin alt akıntısını taşıyıcı bir bant (konveyör) gibi düşündüler ve atık suların Karadeniz’e gitmesini umdular. Velev ki bütün atık su Karadeniz’e ulaşsaydı, o zaman da Karadeniz kirlenecekti. Ne yazıktır ki, kısa sürede bu Derin Deniz Deşarj yöntemi Türkiye’deki tüm belediyelere örnek oldu. Karadeniz, Marmara ve Ege’deki tüm kurum ve kuruluşlar bu kervana katıldı. Geçen zaman zarfında Derin Deniz Deşarjını aklamak için yönetmelikler çıkarıldı. “Derin Deniz Deşarjı seyreltmeyle arıtma yapıyor” dendi. Evet, seyrelme oluyor. Bir bardak temiz suya bir damla kirli su eklesem kirlilik seyrelir. Ama o su içilir mi? Hiçbir arıtma yapmaksızın, nasıl olsa seyreliyor düşüncesiyle atıklar denizlere boca edilmeye başlandı. Ne kadar seyrelirse seyrelsin, 32 senenin sonunda geldiğimiz nokta bu. Ancak, Derin Deniz Deşarjına taraftar olanlar zamanında alt akıntının kendi “keşifleri” olan ODTÜ kanalı yoluyla “güldür güldür” Karadeniz’e gittiğini söylüyorlardı. Bunu ispatlamak için “Marmara Denizi’nin alt akıntısını boyadılar”. Neden boyandı? Marmara’nın dip akıntısının Karadeniz’e gittiğini ispatlamak için boyadılar. Alt akıntının ancak yüzde 10’u Karadeniz’e ulaşıyor, o da uygun şartlar altında. Şimdi de öyle, geçmişte de öyleydi. Bunca şey yaşandıktan sonra, “Marmara Denizi zaten hastaydı” deniyor. Değildi, bu hale 1989 sonrası getirildi, daha doğrusu taammüden öldürüldü.

Bahsettiğiniz yıllar İstanbul’a neoliberal müdahalelerin başladığı yıllar. Marmara Denizi’nin sağlığının neoliberal kentleşme politikalarıyla nasıl bir ilişkisi var?

1989 İstanbul için tasarlanan neoliberal politikaların devreye sokulduğu döneme denk geliyor. O zamanlar CAMP-Tekser projesine karşı ÇED raporunun muadili olan İngiltere konumlu Jones and Stokes Associates tarafından hazırlanan çevre etki değerlendirme çalışmaları bugünkü durumu tarif ediyordu. “Derin Deniz Deşarjı yaparsanız, Türkiye’de balıkçılığa nokta koyarsınız. Tür çeşitliliği azalır mevcut türlerin fert adetinde artış olur. Oksijen dramatik şekilde düşer, canlılık yok olur” deniyordu. Tam olarak belirtmek gerekirse, Biyolojik Rapor ve Çevresel Değerlendirme bölümünde, giriş kısmı sonunda, “Biyolojik bakımdan, projeden etkilenebilecek deniz kaynakları, Ege Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanmaktadır Kısa vadede ölçülenebilir etkiler, proje sahası sınırları içinde kalabilir. Ancak, uzun vadede, İstanbul ve İzmit’in yerleşme sahalarının, Ege’den Karadeniz’e kadar bütün saha içinde, su niteliğini ve biyolojik kaynakları etkilemesi beklenmektedir” vurgusu yapılıyor. Ama bugün de pek çok projede gördüğümüz gibi bilimle inatlaşarak bu garabet sistem hayata geçirildi.

Kadıköy sahili, deniz altından görünüm... (Fotoğraf: İsa Şahintürk)

Derin Deniz Deşarjı nerelerde yapılıyor?

Derin Deniz Deşarjı her yerde yapılıyor. Tekirdağ, Bursa, Kocaeli… Fabrikalarda sanayide, kasabalarda, köylerde, tatil sitelerinde aklınıza gelebilecek her tesiste hep bu yöntem kullanılıyor. Yasal olduğu için “basarım alt akıntıya suyu” deniyor. Bazı yerlerde üç beş metrelik borularla, derin deşarj bile diyemeyeceğimiz yöntemlerle 10-15 metre derinliğe veriliyor atıklar. İlk yapılan Güney ve Kuzey Haliç kolektörleri hâlâ çalışıyor, toplanan atıklar Ahırkapı’dan Boğaziçi girişinde 63 metre derinlikte Marmara Denizi’ne basılıyor. Burada “ön arıtma” yapılıyor, ama senelerce topluma bunun arıtma” olduğu söylendi. Kolektörler, yani toplayıcı kanallar geçmişte arıtma sistemi” olarak lanse edildi. Kurbağalıdere ve Göksu aynı palyatif yöntemle temizlenmiş gibi yapıldı. Büyük borularla bu derelerin kirliliğini toplayıp Derin Deniz Deşarjı yoluyla arıtmadan denize verdiler. Atık suyu göstermelik bir arıtmayla denize deşarj ederseniz kirlenmeye yol açarsınız. İçme suyu ayarında arıtsanız bile, bu miktar tatlı suyu Akdeniz kökenli alt akıntıya deşarj ettiğinizde kirlenme anlamına gelir. Çünkü ortamın tuzluluğuna etki eder. Şaka değil, İstanbul’dan 3-3,5 milyon metreküp, tüm Marmara Denizi çevresinden de 10 milyon metreküpü aşkın atık sudan bahsediyoruz.

Bu mikrobiyal kirlenmeye mi yol açıyor?

Marmara’da her türden kirlenme var. Atık suyu deniz ortamına boca ettiğinizde enfeksiyona neden olacak mikrobiyal kirlenmeye yol açarsınız. Menekşe Plajı ve çevresinde deşarj yapılıyor. Bu alanda suya girdiğinizde çok ciddi enfeksiyon kapabilirsiniz. Ama daha önemlisi var. Örneğin bir ortama çivi bıraktınız. Yüz sene sonra çiviyi bulamazsınız, havanın oksijeniyle reaksiyona girer, paslanır ve yok olur. Hangi kirleticiyi atarsanız atın oksidasyon nedeniyle denizin oksijenini tüketir. Canlılar solunum yapamaz hale gelir. Bugün evlerimizde parlatıcılar, lavabo açıcılar gibi çok ciddi kimyasal maddeler kullanıyoruz. Koskoca bir megapolün ve Marmara Denizi’ni çevreleyen alandaki nüfusun atıklarından bahsediyoruz. Mikrobiyal kirlenmenin tabii ki payı var. Ama Marmara’da çok ciddi bir kimyasal ve buna ek olarak plastik kirlenmesi var.

Ölüm doğal bir olay, hepimizin başına gelecek. Ama trafik kazasında ölüyorsanız, bu doğal ölüm değildir. Müsilaj da o anlamda “doğal” bir olay değil. Doğal bir olay olsaydı, Marmara’nın 2000 senelik oşinografik tarihinde buna mutlaka rastlardık. Marmara’daki anomaliler 1989’dan itibaren başlıyor. Bunu biraz oturup düşünmek gerek.

MAREM olarak plastikler konusunda da ölçümler yapıyor musunuz?

Evet. Marmara Denizi mikroplastik kirliliği konusunda neredeyse dünya birincisi. Geçen sene de 17 halk plajında büyük plastik atıklarla ilgili çalışmalar yaptık. Makro plastik kirliliğinde de berbat seviyedeyiz. Yaptığımız çalışmada maalesef Marmara Denizi’nin plastikler ve çöp konusunda dünyanın sayılı kirli denizlerinden biri olduğunu gördük. Elimizde imkân olmadığı için nanoplastiklerle ilgili çalışma yapamıyoruz. Kim bilir nanoplastikler konusunda durum ne?

Marmara Bölgesi gibi küçük bir alanda 25 milyon insan yaşıyor. Buna ek olarak, bölgede sanayi de çok yoğun. Hava kirliliği ile deniz kirliliği arasında nasıl bir ilişki var?

Deniz ortamına ulaşan hava kökenli kirlenme çağımızın belalarından biri. Çok ciddi bir olgu, yadsımam. Ama Marmara Denizi’ndeki kirlenmenin boyutlarına bakınca devede kulak. Evsel ve endüstriyel kirlilik olmasaydı, atmosfer nedenli kirlilik Marmara Denizi’nin başının belası olurdu. Ama Derin Deniz Deşarjı yüzünden o kadar büyük bir kirlenme yaşanıyor ki, bu tür kirlenmeler ikincil kalıyor. Marmara Denizi zaten öldü. Sorunu hava yoluyla kirlenmeye bağlamak “ölmüş birinin yanında sigara içelim mi, içmeyelim mi” diye düşünmeye benzer.

Çanakkale Boğazı

Deniz kıyılarının karaya dahil edilmeye çalışılmasının, kıyıların doldurularak kentsel mekân yaratılmasının Marmara Denizi’ne nasıl bir etkisi oldu?

Her denizin kendine has yapısı vardır. Gölcük depremine kadar Marmara Denizi’nden aklınızın almayacağı kadar kum alındı. Bölgedeki bütün inşaatlar bu kumla yapıldı. Kumun da kendine göre bir ekosistemi var. Deniz kumu kullanımı yasaklandı, ama hâlâ yapılıyor bu. Marmara Denizi’ne yapılan deşarjlardan dolayı bazı yerlerde dört-beş metreyi bulan sediman, yani çamur birikimi var. Buralarda deniz canlılarının yaşaması imkânsız. Bu tür yerlerde yaşayabilen denizkestanesi popülasyonunda çok ciddi bir artış var. Artış derken baskın, neredeyse başka tür yok. Kıyılardaki dolgu alanları da Marmara Denizi ekosistemini olumsuz etkiliyor. Bir denizin en önemli bölgelerinden biri olan kıyı ekosistemini mahvediyorsunuz, ne bekleyebilirsiniz? Zamanındaki “kazıklı yollar” tartışmalarını da hatırlıyorum, her zamanki gibi konuşuldu konuşuldu, inatla yapıldı ve bugünlere geldik. Doğanın, Marmara Denizi’nin başındaki bela bir değil ki, binlerce. Biz bunlar içinde en kötüsünü, atık deşarjlarını konuşuyoruz.

Kirlenmeye bağlı anomalilerin emareleri ilk nasıl görülür oldu?

Marmara Denizi tarihinde ilk defa, 1989 Temmuz’unda Ktenefor denen deniz anaları yüzünden suyun yüzeyinde kırmızı bölgeler, kırmızı adacıklar görülmeye başlandı. Bu olay basına “Marmara’da kızıl su olayı” diye yansıdı. Bunu takiben, ‘89’un ekim ayında Üsküdar, Kartal ve Adalar üçgeninde muazzam bir balık ölümü yaşandı. Koca koca karagözler, kırlangıçlar, ağırlıkla dip balıkları öldü. Valilik İstanbul ve Karadeniz’in bazı bölümlerinde balık satışını ve tüketimini yasaklamak zorunda kaldı. 1992’de Marmara Denizi çimen yeşili bir renge büründü. O tarihe kadar istavrit çaparileri beyaz tüyden yapılırken ‘92’den sonra yeşil iplerden yapılmaya başlandı. Çünkü hayvansal plankton azaldı, yerini bitkisel plankton doldurdu. Balıkların da besin rejimleri değişti, bir anlamda vejetaryen oldular. Geceleri ışıl ışıl görünen yakamoz dediğimiz canlı 1993 Temmuz’unda öyle bir çoğaldı ki, Marmara Denizi kıpkırmızı kesildi. 1995’te eylül ayında ilk defa taraklı medüzlerin istilası yaşandı. Balıkçılar bu olaya “kaykay” ismini verdiler. Taraklı medüz istilasından dolayı iki sene balık avlanamadı. Çünkü ağlar kalkmıyordu. 1996-97’ye kadar orkinos avcılığı Sivriada’nın açıklarında yapılırdı. Beykoz’a kadar kılıç balığı avlanabiliyordu. Bunlar ortadan kalktı. Avcılıkları çok az miktarda Marmara Adası batısında yapılabilir hale geldi, ama kayda değer değil. Marmara Denizi’nde beyaz kum midyesi denen bir canlı var. 1996-97’ye kadar büyük miktarlarda beyaz kum midyesi istihsali yapılırdı. Çok kıymetliydi, yurtdışına ihraç edilirdi, Türkiye’ye ciddi bir ekonomik getirisi vardı. Beyaz kum midyeleri DSP ve PSP adı verilen biyolojik zehirden dolayı ithal edilen ülkeler tarafından iade edilir oldu. Biri diyaretik, yani ishal yapan, diğeri paralitik, yani felç eden zehirler. Bu zehirler denizdeki planktondan kaynaklanıyor. Başta, ihracat aksamasın diye konu ile ilgili ölçüm laboratuvarları kuruldu, düzenli ölçümler yapıldı. Bu planktonun sürekli arttığı fark edildi. Bu yüzden 2000 yılında kum midyesi avcılığı yasaklandı ve halen de stoklar olmasına rağmen yasak altında. 2000’lerin başına gelindiğinde Marmara’da balık istihsali dramatik bir şekilde düşüyor. Zamanında Marmara’da yaşayan ekonomik öneme sahip 124 balık türü erozyona uğruyor. Bütün üretimi bir-iki tür taşır hale geliyor. Bunlar da artık balıkların daha küçük formları, yani lüfer yerine çinekop ve istavrit, sardalya gibi balıklar. 2010’da su ürünleri endüstrisinde önemli rol oynayan balık türlerinin sayısı dörde, beşe düşüyor. Bu arada belirtmek gerek; kirliliğin dünyaca kabul edilen üç fazı vardır. Birinci fazda, kirletici unsurlara dayanabilen türler kalır, dayanamayanlar ya ölür ya da ortamı terk eder. İkinci fazda, ortamda kalan dayanabilen türlerin fert adetlerinde patlamalar olur, tür çeşitliliği azalır. Üçüncü ve son fazdaysa biyotik ortam abiyotik ortama, yani canlı ortam, cansız ortama dönüşür.

“Pisliği kolektörlerde toplarız, Derin Deniz Deşarjıyla Marmara’nın alt akıntısına basarız ve Karadeniz’e göndeririz” dediler. Bilim insanlarının yüzde 90’ı ayağa kalktı. “Bu olmaz” dendi. Fakat idare bilimle inatlaşarak bu revizyonu uygulamaya soktu. Bu, Bedrettin Dalan’ın “Haliç gözlerimin rengi gibi olacak” dediği dönemdir.

Oluşan bu ortamın insan sağlığına nasıl etkileri var? Örneğin bugün Marmara’da yüzmek ya da bu sularda yetişen deniz ürünlerini yemek insanları nasıl etkiler?

32 senedir açık foseptik haline getirilmiş bir denize giriyoruz. Hatta bu durum çoğu yerde “mavi bayrak”la teşvik ediliyor. Deniz salyasını görünce mi aklımıza geldi denize girip giremeyeceğimiz? Marmara Denizi menşeli balıklar ve diğer su ürünlerinin tüketimine gelince; Marmara’da yakalanmış sinarit mi kaldı? Ya da kalkan balığı? Gelincik bulabiliyor musunuz? İstrangilos desem ne olduğunu anlayacak kaç kişi var? Marmara ve Boğaziçi’nin tepsi gibi karagözleri nerede? Marmara’dan yakalanmış istakoz mu var da bana soruyorsunuz? Lüfer, ki o da yok, en kabası sarıkanat, palamut gibi göçer balıklar konu dışı. Yerlilerden hiçbir şey kalmadı ki! Bir tek “amman” diyeceğim su ürünü midye, siz siz olun sakın ha…

Koskoca bir denizin yok olması ve ona bağlı türlerin sessiz sedasız ortadan kalkması, bu tepkisizlik de garip değil mi?

Garip tabii. Bütün bunlar göz göre göre oldu. 2000’li yıllardan itibaren Adalar’ın batısından Gemlik Körfezi’ne kadar uzanan hattan başlayarak batıya doğru, anladığımız anlamda hayat neredeyse tamamen bitti, tür çeşitliliği birkaç türe kadar indi. Yaptığımız çalışmaların da, balıkçıların ifadelerinin de ortaya koyduğu, bu bölgede görülen tek canlı denizkestanesiydi. İlginçtir, bu alandaki denizkestaneleri büyüyemeden, çok büyük miktarlarda ürüyorlar. Olgunluğa erişmeden ölüyorlar ve deniz tabanında katmanlar oluşuyor. 2010’da halk uyanmış, simge balıklarla ilgili kampanyalar yapılmaya başlamıştı. Lüfer şenlikleri yapılıyordu. Ama lüfer o tarihte bile kültürümüzden çoktan çıkmıştı. Çakal erikle yapılan gelincik balığı yahnisi var mı? Yok. Lakerdanın ne olduğunu artık çok az kişi biliyor. Sezon başında balıkçı “bu sene balık çok olacak” diyor. Sezon boyunca “sular soğumadı, ondan balık yok” diye bahane buluyor. Sezon sonu “bu sene de kötü geçti” deniyor. Öyle geçip gidiyor... 

Büyükada sahili

Kaybolan türlerin, örneğin lüferin yerini sözünü ettiğiniz gibi istilacı türler mi aldı?

2012’den itibaren balon balığı gibi istilacı türler görülmeye başlandı. İleride neye evrilir, bilmek zor. Midye ve istiridye yataklarını mahveden Styela clava diye bir tunikat var. İzmit Körfezi’nde yoğun bir popülasyonu var. Bazı istilacı kabuklular ve uzak denizlerden gelen deniz salyangozu türleri görülebiliyor. Henüz popülasyonu az olan bazı deniz kestanesi türleri var. İstilacı akınının başındayız. Marmara’da hangi canlının tutunacağını bilmiyoruz. Birçok istilacı tür geliyor, çünkü istilacılarla rekabet edecek tür yok. İstilacı türlerin Marmara’nın biyolojik yapısını nasıl evireceği meçhul. 1989’da Marmara Denizi öldü. Bu tarihten önceki Marmara’ya yeniden kavuşmak mümkün değil. Marmara Denizi yeni bir yol bulacak. Bu yolu açmakta yardımcı olursak belki kokmayan, simsiyah olmayan, iki çeşit de olsa balığı olan bir Marmara Denizi olmasını sağlayabiliriz. Ama eski Marmara’yı tamamen unutun, o gitti, öldürüldü, dönmez.

MAREM raporlarında termik santrallerin deniz kirliliğine etkilerinden de bahsediyorsunuz…

Termik santrallerde kullanılan soğutma suları denizlerden alınıyor. Marmara’dan tuzlu soğuk suyu alıyorsunuz, sıcak su veriyorsunuz. O boruların içinde kısa sürede fouling organizma dediğimiz midyeler, tunikatlar çoğalıyor. Boru daralıp su geçmez hale geliyor. Boruları temizlemek için kimyasal madde kullanılıyor. Daralan boruların içine bu canlıları öldürmek için klor, klordioksit ve farklı kimyasallar basılıyor. Boruların bir ucu açık ve deniz içinde. Daha bakir olan Güneybatı Marmara’ya ve o bölge için planlanan termik santrallere bakalım. Orada santrallerin dışında, gemi parçalama ve metalürji fabrikaları var. Bu yapılar Akdeniz foklarının mağaralarının üzerine kuruldu. Mağaraların tepelerini delip içlerine beton enjekte ettiler. Marmara Denizi’nde çok az kalan deniz kaplumbağası popülasyonu var. Bu kaplumbağaların nerelere yumurtladıklarını araştırmak ve korumaya almak için araştırma yapmak istiyoruz, ama finans bulamıyoruz. Kaplumbağaların yumurtladıkları alana Şarköy Termik santrali yapılmak istendi, ÇED raporu safhasında durduruldu. Tekirdağ Marmara Denizi’nin “rehabilite edebilirsek en azından biraz balık gelir” diye düşündüğümüz yerlerinden biri. Ama Tekirdağ kıyılarında plansız bir şekilde faaliyet gösteren limanlar başa bela, ayrıca Tekirdağ Körfezi’ne kimyasal depolama alanı yapılmak isteniyor. En büyük bela da dünyanın en kirli akarsularından biri olarak kabul edilen Ergene Nehri kuşaklama kolektörleriyle çevrildi, bugün yarın Tekirdağ’dan Derin Deniz Deşarjıyla Marmara Denizi’ne basılacak. Marmara’nın dışında, Saros’ta da çok büyük bir bela var: Doğaya, bilime ve hatta hukuka inat yapılmak istenen likit doğalgaz limanı ve boru hattı hafriyat ve inşaat çalışmaları. 1989 öncesinde Marmara Denizi neyse Kuzey Ege de şimdi o durumda. Ne yazık ki, aynı inatlaşma Saros’u da Marmara Denizi’ne çevirecek gibi.

Bir bardak temiz suya bir damla kirli su eklesem kirlilik seyrelir. Ama o su içilir mi? Atık suyu göstermelik bir arıtmayla denize deşarj ederseniz enfeksiyona neden olacak mikrobiyal kirlenmeye yol açarsınız. 32 senedir açık foseptik haline getirilmiş bir denize giriyoruz. Hatta bu durum çoğu yerde “mavi bayrak”la teşvik ediliyor.

Marmara Bölgesi’nin dışına çıkmışken, MAREM raporlarında Ergene nehrindeki kirlenmenin Marmara Denizi’ne etkilerine de dikkat çekiyorsunuz...

Ergene dünyanın en kirli akarsularından biri olarak kabul ediliyor. “Suyu arıtıyoruz, ama tuzluluğunu gideremedik” diyorlar. Tuzluluk dedikleri arsenik ve siyanür tuzları! “Rengini gideremedik” diyorlar. O da suyun bulanıklığı. Tekirdağ’ın yanıbaşından Derin Deniz Deşarj yöntemiyle bu atık suyu da Marmara Denizi’ne basacaklar. Basıyor bile olabilirler. Ben sivil toplum örgütlerinde de bulunuyorum. Bize o bölgeyi gezdirdiler. “Kimyasal arıtmayı gösterin” dedim. Gösteremediler, halbuki Ergene’nin suyunun neredeyse tamamı kimyasal. Kuzey-Güney Haliç kolektörlerini yapıp pisliği Marmara Denizi’ne basan ekip aynı tiyatroyu Ergene’de sahneye koyuyor. Oyuncular aynı, oyun aynı, sahne farklı…

Bu manzara karşısında yerel yönetimler ve merkezi idareden bir ses çıkmıyor. Marmara Denizi’nin rehabilite edilmesi için ne yapılması gerekiyor? Yöneticilerin nasıl bir sorumluluk alması gerekir sizce?

Bugüne kadar yapılan palyatif mühendislik hizmetlerinin masaya yatırılması ve yapılan hataların açık bir şekilde kamuoyuna deklare edilmesi gerekir. İstanbul’da yeni bir yönetim var, geçmişin hataları onlara ait değil. Kirlenmenin tarihçesine bakıldığında başrolde İSKİ var. Şu anki İBB yönetimi “Bu iş bugüne kadar yanlış yapıldı. Bir program yaptık, önümüzdeki beş-on senede bunları düzelteceğiz” demeli ve akılcı, bilimle inatlaşmayan bir programı da ortaya koymalı. Bu yapılırsa, Pandora’nın kutusu açılır ve bakanlıklar, yani hükümetler mazeret üretemez. O zaman Ergene Derin Deniz Deşarjı da, Marmaray’ın hafriyatının neden Çınarcık Çukuru’na boşaltıldığı da, Kurbağalıdere’nin kirli sularının neden Marmara’ya basıldığı da, bunlara kimlerin yol verdiği de sorgulanır, ortaya çıkar. Bu problemi ancak ve ancak Marmara Denizi’nin kirletilme geçmişiyle yüzleşerek çözebiliriz.

Dünyanın en kirli akarsularından Ergene

Marmara Denizi’nin sadece bir suyolu olarak görülmesinin, toplumun denizle ilişkisinin kesilmesinin kültürel ve ideolojik nedenleri de var herhalde. Peki, sivil toplum denizle ilgili nasıl talepler geliştirmeli?

Belediye başkanlığı makamının Boğaziçi’nin ve denizin değerinin farkında olması lâzım. Okullarda Marmara Denizi’yle ilgili bir ders var mı? Dünyanın birçok kentinde doğa tarihi müzeleri var. İstanbul’da var mı? Yok. Doğa tarihi müzesi olgusu 1800’lerden bugüne gelir. Biz hiç değilse bir Boğaziçi müzesi yapabiliriz. O müzede çocuklar Marmara Denizi’nin akıntılarını tanıyabilir, canlılarını, jeolojisini tanıyabilir. Müze sadece gezdiğiniz, hayattan kopuk bir yer olmamalı. Müzede bir laboratuvar, kütüphane olmalı, denizle ilgili bilimsel araştırmaların yapıldığı bir yer olmalı, yani canlı bir mekân olmalı. Bizans’ta sikkelerin üzerinde balık figürleri var. Bir zamanlar İstanbul’un amblemi balıkmış! Bir zamanlar Boğaziçi’nden bahseden şarkılar varmış. Kültürden Marmara Denizi silinmeye çalışılıyor. İstanbul’da çoğu yerde erguvan, ıhlamur gibi ağaçlar yok. Böyle bir ortamda insanın duyarlı olması nasıl beklenebilir? İnsanlar kendine “bir tane bile İstanbul kelebeğinin adını biliyor muyum?” diye sormalı. Soyadında bosphorus olan, bu bölgeye endemik böcekler var. Biliyor muyuz, tanıyor muyuz? Bu böceklerden biri Yıldız Parkı’nda yaşıyordu. Yıldız Parkı’nın her yerini çim yaparken böceğin yaşayabilmesi için iki tane ağaç kütüğü bırakmadılar ki içine larvalarını bırakıp soyunu devam ettirsin. Mesela Beykoz civarındaki sarıasma kuşu… Bugün sarıasma kuşunun ötüşünü tek bir çocuk bile tanıyabilir mi? Boğaziçi ve çevresinin, Marmara’nın balıklarını, deniz canlılarını tanıyor muyuz, tanıtıyor muyuz? Peki, ne bekliyoruz?

Son söz?

Yüzleşmek, yüzleşmek, yüzleşmek… Hem Marmara Denizi’nde hem de başka bölgelerde bilime aykırı işler yapmanın bizi getirdiği noktayı görmemiz gerekiyor.

Siren İdemen, Anıl Olcan - birartibir.org / 28.05.21