Prof. Dr. Cem Eroğul, Ekim Devrimi’nin 100. yılı dolayısıyla Ayrıntı Dergi’ye verdiği röportajda, “Yıkıldığında (Sovyetler) artık bir işçi devleti değildi. Ama, yeniden işçi devleti haline gelmek için gizli bir güç taşıyordu. Batıdakiler dahil dünyadaki yüz milyonlarca emekçinin ancak düşünde görebileceği bir sosyal devletti” diyordu. Böyle düşünecek olursak Aralık 1991’de ‘son kızıl bayrağın’ Moskova gönderinden indirilişi elbette ülkedeki emekçilerde büyük bir yara açmıştı…
Parçalanan Lenin heykelleri… Yıkılan Berlin Duvarı… Boris Yeltsin’in tankların üzerine çıkarak ‘darbeyi’ durduruşu… Bugün artık isteyen istediği görüntüyü kullanarak ‘sosyalizmin çöküşünü’ kolayca sembolleştirebiliyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşten çok önce sosyalizmden uzaklaşarak içine düştüğü bürokratik yönetim bataklığını bir tarafa koyalım. Anlatacaklarımız, “Moskova’da açılan ilk McDonalds’da” sıraya girmeyenlerin -ya da başka bir deyişle BigMac’den ağzı yandıktan sonra yoğurdu üfleyerek yiyenlerin- orak çekiçli kızıl bayrağı tekrar dalgalandırmaya çalışması üzerinedir. Övgü ya da yergi değil tam aksine bir anlama çabasıdır.
BAŞLANGICIN SONU, SONUN BAŞLANGICI…
Sovyetler Birliği’nin dağılmasına doğru yaşanan darbe girişimi sırasında yüzünü elleriyle kapatmış asker, tankın üzerindeki Yeltsin’e eşlik eden ‘takım elbiseliler’ ve Rusya bayrağı… ‘Demokrasi kahramanı’ Yeltsin’i fotoğraflayan bu kare, Rusya’da gelecek günlerin idealize edilmiş bir tablosuna benziyordu. Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kuruluşu, çöküş öncesinde ülkeler arası farklı içerikte bir ekonomik, siyasi işbirliği kurarak zaten gelecek günlerin nasıl şekilleneceğinin işaretini vermişti. Oligarkların yağmasıysa, resmi çöküşle birlikte hız kazanır ve ekonomik çöküş nihayet 1993 yılında, başta tankın üzerine çıkanların meclisi tank mermileriyle dövmesiyle sonuçlanır.
Hikaye aslında ‘büyük umutlarla’ yıkımı müjdeleyenlerin iktidarıyla başlıyor. Rusya, görülmemiş bir hızla devlet kaynaklarını yağmalayarak zenginleşen bir ‘oligark grubunun’ oluşumuna tanık olur. Yoksulluk ve işsizlik de oligarklara eşlik etmektedir. GSMH’de düşüş, Ruble’nin değer kaybedişi, ağır yeni vergiler, üretimde düşüş, krediler, iflaslar… Sovyetler Birliği izleri taşıyan yürütme modeli, Yeltsin yönetimi açısından ekonomik kaosu daha da derinleştirmiştir. Bu nedenle Yeltsin, gözünü parlamentoya ve Yüksek Sovyet’e çevirir. Daha fazla yetki ve meşruluğunu kanıtlamak için 1993 Nisan ayında referanduma gider ve buradan kendisi için olumlu bir sonuç alır.
KAMYONLAR POLİSLERE KARŞI: KANLI 1 MAYIS
Ülkede çok geçmeden Sovyet yanlısı gösteriler patlak verir. Aslında Ekim ayındaki parlamento çatışmalarından önce sokak gösterileri kendini 1 Mayıs 1993’te gösterir. Referandumun ardından öfkeli 100 bin gösterici polis barikatlarıyla karşılaştığında ilk kan dökülür. 1 polis ve 3 gösterici hayatını kaybeder. Olayların kamera kayıtlarında 1 Mayıs için kızıl bayraklarla süslenmiş kamyonun polis barikatının içine girmesi, çatışmanın boyutunu da gözler önüne seriyor.
Başkana oldukça geniş yetkiler tanıyan yeni bir anayasa için kolları sıvayan Yeltsin, Kanlı 1 Mayıs geride kaldıktan sonra parlamento engeliyle karşılaşır ve 21 Eylül günü Yüksek Sovyet’i reddettiğini açıklar. Ortada tek bir sorun vardır: Anayasal olarak Yeltsin’in böyle bir hakkının olmayışı! Dolayısıyla ortaya çıkan ayrılıkta artık son perde açılır ve Parlamentonun kararı tanımaması üzerine Yeltsin’in doğrudan saldırısı başlar. Parlamentonun kuşatılmasına karşı yüzbinlerce kişi desteğe gelecektir.
PARLAMENTOYU KİMLER SAVUNDU?
Burada yaşanan siyasi gelişmelerin detayları kadar, gösterilerin karakterini özellikle incelemek gerekiyor. “Yeltsin nasıl daha önce karşısına çıktığı tanklarla kazandı?” önemli sorusu tarihçiler tarafından defalarca yanıtlandı. O halde biz de şu sorulara yanıt arayarak devam edelim: “Nasıl oldu da binlerce kişi sokakları doldurup Sovyet bayraklarıyla polis barikatlarını aştı?” ve “Kimdi bu insanlar?”
Komünist partiler 1993 eylemlerinin omurgasını oluşturmuştu. Bununla birlikte sayısı komünistlere göre daha az olan bir grup milliyetçinin de parlamentoyu desteklediği biliniyor. Gösteriler ve ardından yaşanan çatışmalar idari/siyasi sorunlarla patlak vermişti ancak büyük bir ekonomik kriz dalgasından ve Yeltsin yönetiminden bıkan örgütsüz kitlelerin eylemlerdeki ‘gizli çoğunluk’ olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Polisin sert müdahalesinin ardından bu kesimlerin katılımı ile eylemlerin kitleselliği ve çapı da oldukça genişlemişti.
28 Eylül günü 10 bin göstericiyle polis arasında ilk büyük çatışmalar başladı. Takibindeki günlerde kayıplar verilirken 2 Ekim günü polisin kitleye doğrudan ateş açmasının ardından 80 kişi hayatını kaybetti. Bu kayıplar eylemlerin daha da genişlemesine neden oldu. Ertesi gün Gorki Parkı’nda 50 bin gösterici toplandı. O gün ITAR-TASS haber ajansından bir gazeteciyle eylemciler arasındaki ilginç diyaloğu geçti. Gazeteci, kendini tanıttıktan sonra bir kişi ‘burada olanlar hakkında gerçeği yazması gerektiğini’ söylüyordu. Gazeteci bunun kendi işi olduğunu hatırlattıktan sonra, “Eyleme gelenlerin yalnızca lümpenler olduğu söyleniyor” sorusunu yöneltiyordu. Kitlenin yanıtı kahkahalar olurken arada şunlar söyleniyordu: “Ben bir mühendisim…”, “Ben öğrenciyim…”, “Ben işçiyim…”, “Ben bir teknisyenim…”, “Evet sadece lümpenler ve evsizler!”
TANKLARIN ARDINDAKİ GÜÇ..
“Yeltsin hapse!”, “Lenin! Sosyalizm!” gibi sloganlarla parlamentoya yürüyen kitle polis barikatıyla karşılaşmıştı. Bir gün önce 80 kişiyi öldürenler aynı polisler olmasına karşın öfkeli kitle polis engellerini deldi ve parlamentoya yürüyüşe devam etti. Moskova Belediyesi’nden kitleye ateş açılınca olaylar çok daha farklı bir boyut aldı. Göstericiler belediye binasına girdi ve ateş eden etmeyen, kim varsa silahlarını ele geçirdi. Belediye binasındaki bayrak, kızıl bayrakla değiştirildi. Geri kalan kitleyse coşkuyla parlamentoyu savunanların yanına ulaştı. Böylece olaylar parlamentonun dahi beklentisinin çok daha ötesinde bir boyuta ulaştı. Akşam saatlerinde göstericilerin Ostankino Televizyonu merkezine hareket etmesi farklı bir çatışma başlattı. Burada pek çok kişi hayatını kaybetti. Rusya’nın farklı yerlerinde göstericiler kimi yerleri ele geçirse de dönüm noktası ertesi sabah yaşanacaktı.
Başlangıçta ordu gelişmeler karşısında tarafsız kalmıştı… Ancak Yeltsin’in kimi generallerle anlaşması sonucu tanklar ve zırhlı araçlar parlamento binasına girdi. Göstericilerse önce bu araçların parlamentoyu korumak için gönderildiğini sandı. Tankları sürdüren gücün kimler olduğu uyarı yapılmaksızın kitleye ateş açılınca acı bir şekilde anlaşılacaktı. Saatler sonra ordunun bombaladığı parlamento büyük kayıplarla düştü. Tanka karşı demokrasi kahramanı olanlar şimdi tanklarla gücüne güç katıyordu! Komünistlerin onlarca yayın organı, programları, kurumları kapatıldı. Yüzlerce kişi tutuklandı. Parlamentodan yana kim var kim yok tasfiye edildi… İşin daha ilginç yanı parlamentoyu temsil eden dönemin kimi liderlerinin çok geçmeden ‘yeni Rusya’ trenine atlayıp, ‘anti komünist’ kimlikle valilik koltuklarına oturacak olmasıydı.
Peki sonuçta bombalanarak başarısızlığa uğrayan bu eylemleri ‘saf bir halk hareketi’ olarak değerlendirmek doğru olabilir mi? Böylesi bir yargıda bulunmadan önce meselenin aslında ‘parlamentoyu savunmak’tan çok daha ötede olduğunu görmek gerekiyor. 1993 eylemleri bugün Rusya’da hatırlanmak bile istenmiyor. Batı merkezli burjuva medya kuruluşları ne dün ve ne bugün yaşananları gündemine almadı/almıyor. Başlıca nedense, elbette yaratılan ‘Berlin Duvarı gibi yıkılan sosyalizm’ efsanesinin arkasında olup bitenlerin tartışılmaması. Ne de olsa ‘tarihin sonu’ 1991 yılında ilan edilmemiş miydi?
Ama işte üzerinden yıllar geçtikten sonra bile kimi toplumsal olaylar zihinlerdeki arşivlerden ortaya çıkabiliyor. Sovyetlerin çöküşünün ardından -en azından bu deneyim adına- Moskova Belediyesi’nde son kez yükselen kızıl bayrağın hikayesi de o günü bekliyor…
Gazete Duvar / 06.04.19