Dün, 26 Haziran Birleşmiş Milletler İşkenceyle Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü. İşkencenin olağanlaştırıldığı rejimlerde bu insanlık dışı suça karşı mücadele ne kadar zorsa, işkence mağdurlarıyla dayanışmak da o kadar elzem. Fakat her türlü baskı ve yıldırma politikasına rağmen bu mücadele ve dayanışmayı sürdüren Türkiye İnsan Hakları Vakfı 30 yaşını devirdi. 1986 yılında kurulan ve çok sayıda üyesini faili meçhule kurban verme pahasına işkenceyle, insan hakları ihlalleriyle mücadeleden taviz vermeyen İnsan Hakları Derneği ise 34 yaşında.
Yaşı müsait olanlar bu ülkede, 1992 yılında yapılan bir polis nümayişinde, Tanıl Bora’nın tabiriyle “kanı donduran, aklı bitiren” ‘Kahrolsun İnsan Hakları’ sloganını bile duydu.
Fakat “Kahrolsun İnsan Hakları” sloganının atıldığı yılların zihniyeti tarihe karışmadı. Bugünlerde işkence görüntüleri, bizatihi uygulayıcılar tarafından alenileştiriliyor. Anayasa, TCK ve Türkiye’nin en azından kâğıt üstünde tâbi olduğu uluslararası sözleşmelerde mutlak suç sayılan işkence, istikrarlı bir biçimde cezasız bırakılıyor. Peki hâlihazırda Türkiye’de işkence ne boyutlarda? Ne tür işkence yöntemleri kullanılıyor? “işkenceye sıfır tolerans” politikası güttüğünü söyleyen iktidar, nasıl bir pratik sergiliyor? Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı ve ülkenin en önemli Adli Tıp uzmanlarından Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’ya bağlanıyoruz.
İktidar, “işkenceye sıfır tolerans” politikası güttüğünü söylerken, insan hakları savunucuları Türkiye’de işkencenin sistematikleştiğini açıklıyor. Hak ihlalleriyle ilgili günlük çetele tutan, raporlama yapan ve işkence mağdurlarının tedavisini üstlenen Türkiye İnsan Hakları Vakfı olarak siz, elinizdeki verilere dayanarak nasıl bir tespitte bulunuyorsunuz?
Bir kere Türkiye’de işkence yeni değil, hep sistematikti. İşkencenin tekrarlanan yöntemlerle uygulanması, devletin istikrarlı biçimde buna göz yumması, yargının işkencecileri istikrarlı bir biçimde cezasız bırakması, bunun sistematik olduğu anlamına geliyor. İşkence suçunun cezalandırılmaması bizde hep vardı. 1980’lerde “işkence var” dediğinizde hükümet veya ilgililer inkâr eder, bu iddiayı dile getirdiğiniz için de yargılanırdınız. 1990’larda apaçık ortaya konan işkence olayları için de “münferit” kılıfı bulundu. Devlet işkence yapıyor, işkenceciyi koruyor ama bir yandan da bu uygulamayı inkâr ediyordu. Fakat son yıllarda devletin bu eylemleri sahiplendiğini, failleri koruduğunu, ama inkâra gitmek şöyle dursun, işkenceyi olumlayan, gerekçelendirmeye çalışan bir tutum içine girdiğini görüyoruz.
Bu ne anlama geliyor?
Yani artık bu uygulama alenen sahipleniliyor, meşrulaştırılıyor. Yapılan eylemi işkence olarak tanımlamıyorlar ama sahiplendikleri uygulamanın adı işkence. İşkenceye maruz kalan kişilerin görüntülerine yönelik tepkilere gelen “iyi de siz onların ne suçlar işlediğini biliyor musunuz” sorunun kendisi zaten işkence uygulamasını sahiplenmek, meşru görmektir. Oysa işkence, kişinin suçu ne olursa olsun, mutlak yasaktır. Hiçbir koşulda insanlara işkence yapamazsınız. Anayasada, yasalarda, bağlı olduğumuz uluslararası sözleşmelerde işkencenin suç olduğunu kabul etmişiz.
Yetkililerin işkenceyi meşru gören ne tür açıklamaları oldu?
Herkesin bildiğini tekrarlamayayım ama İçişleri Bakanı’nın daha yakın zamanda, İzmir’deki camiden Çav Bella çalınmasıyla ilgili yaptığı açıklama akıllarda. Bakan bu eylemi gerçekleştiren kişi için “Buluruz, buluruz ve ona caminin dibinde de ezanı dinletiriz” dedi. Bir insana zorla ezan dinletmenin muhafazakâr camia açısından ne anlam ifade ettiği ayrı mesele ama insanlara zorla herhangi bir şey dinletmek de bir işkence yöntemi olarak hapishanelerde yıllarca uygulandı. Aynı bakan, 2018 yılında da polislere hitaben yaptığı konuşmada, “uyuşturucu satıcısını gören güvenlik görevlisi ne yaparsa yapsın sorumluluğu bana ait. Uyuşturucu satıcısının ayağını kırmayan polis görevini yapmamış demektir” ifadelerini kullanmıştı. Bu tutum, işkencenin sürmesinde de çok önemli bir etken.
‘Kolluk, işkence yapmadan önce önce devletin tutumuna bakar’
Yani kolluk bunu bir talimat olarak mı görüyor?
Kolluk, işkence yapmadan önce devletin tutumuna, yaklaşımına bakar. Devlet işkence karşısında nasıl bir tutum alıyorsa, kolluk da ona göre davranır. Son zamanlarda bırakın üstü kapalı onayı, bu suç açıktan destekleniyor.
Rakamlar, işkenceye dair nasıl bir tablo gösteriyor?
İşkence rakamlarına ilişkin dolaylı yoldan bir tespit yapmak mümkün. TÜİK ve Adalet Bakanlığı’nın verilerine dayanılarak hazırlanan İHD raporuna göre sadece 2018 yılı içinde, TCK’nın 265. maddesi kapsamında, “kamu görevlisine direnme” veya mukavemet suçundan yurttaşlara açılan soruşturma sayısı 163 bin 32. Bu soruşturmaların 48 bin 64’ü davaya dönüşmüş.
Kolluk güçlerine direnme suçu kapsamında açılan soruşturma ve davalar neden işkenceye dair veri oluşturuyor ki?
Çünkü bu rakamlar aslında kolluk güçlerinin yaptığı işkence sayısıdır. Zira kolluk güçleri, insanların işkence iddiasıyla başvuru yapmasını, şikâyet etmesini engellenmek için, kendilerine mukavemette bulunulduğuna dair şikâyette bulunuyorlar. Yani işkence mağdurlarını sindirme, şikâyette bulunmalarını engelleme amacıyla açılan soruşturma ve davalardır bunlar.
2018 yılında kolluğa mukavemet suçundan 163 bin 32 kişiye soruşturma açılırken, işkence ve kötü muameleye ilişkin kolluk güçleri aleyhine açılan soruşturma sayısı kaç?
2018 yılı boyunca sadece 2 bin 196!
‘İşkence şikâyetiyle açılan soruşturmalar bile “eziyet” suçu kapsamına alınıyor’
Yani 2 bin 196 kişi, işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını söyleyerek suç duyurusunda mı bulunmuş?
Evet, ancak 2 bin 196 kişi ısrarcı olmuş, kendisine yönelik işkence ve kötü muamele uygulamasına karşı şikâyette bulunabilmiş. Kolluk adına açılan 163 bin 32 soruşturmaya karşın vatandaş adına 2 bin 196 soruşturma, aslında insanların şikâyette bile bulunamadığını gösteriyor. Bana göre bu 2 bin 196 sayısı ile 163 bin 32 sayısını topladığımızda, vatandaşa uygulanan işkence ve kötü muamelenin gerçek sayısına ulaşabiliriz. Bununla birlikte, insanlar işkenceden dolayı suç duyurusunda bulunurken, kolluk hakkında açılan soruşturmaların bir kısmı, işkenceyi yasaklayan Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 94. maddesinden değil, TCK 96. maddede düzenlenen “eziyet” suçundan açılmış.
Neden?
“Eziyet suçu” bireysel bir suç ve cezası daha düşük. Ayrıca kolluk mensubu bundan ceza alsa bile, 94. maddeden farklı olarak, kamu görevinden çıkarılmıyor. Bu çok kritik bir konu. Çünkü işkence suçunu işlemiş birinin kamu görevinde kalmaması gerekiyor. Ama soruşturma bu maddeden açılmayınca, işkenceci ceza alsa bile görevine devam edebiliyor.
‘İşkence mağdurları şikâyet etmesinler diye haklarında ‘mukavemet’ davaları açılıyor’
İşkence ve kötü muamele ile “eziyet” suçundan kolluk güçleri hakkında açılan 2 bin 196 soruşturmanın kaçı davaya dönüşmüş?
Kolluk aleyhine açılan soruşturmaların sadece üçte biri, 766’sı davaya dönüşmüş. 1035 kamu personeli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı çıkmış. Yani dava bile açılmamış. Özetle, 2018 yılında işkence ve kötü muamele ile ilgili 2 bin 196 kamu personeli hakkında soruşturma açılırken, kamu personeli lehine 163 bin 32 vatandaşa karşı soruşturma açılmış. Bu farkın dramatikliği, devletin pozisyonunu net olarak ortaya koyuyor. Düşünün, öyle büyük bir direniş var ki, 163 bin 32 vatandaş kolluk güçlerine mukavemette bulunurken, sözümona öyle nazik bir kolluk var ki, sadece 2 bin 196’sına karşı soruşturma açılıyor ve bunların da sadece 766’sı davaya dönüşmüş! O davaların da nasıl sonuçlandığını bilmiyoruz. Sonuç itibariyle Türkiye nüfusuna oranladığımızda her 500 kişinin kolluğa direndiği sonucu çıkarılabilir. Oysa bize göre bu rakamlar, Türkiye’de her 500 kişiden birinin işkence mağduru olduğunu gösteriyor. Çünkü bunlar, insanlar işkenceye uğradıklarına ilişkin başvuruda bulunmasın diye açılan yıldırma soruşturma ve davalarıdır.
Yani Soma’da madenciyi tekmeleyen şahsın, ayağının incindiğine dair rapor alarak şikâyette bulunması, buna mukabil tekme yiyen madencinin kamu aracını tekmelediği iddiasıyla 10 ay hapis cezasına çarptırılması belki de bu 160 bin küsur soruşturmanın içeriğine dair geçmişten somut bir örnek olabilir. Peki polis veya jandarmaya “mukavemet” suçu kapsamında yurttaşlara soruşturma, dava açılması esas olarak 2018 yılında mı artmış?
2019 yılı verileri henüz elimize geçmedi. Ama insan hakları savunucuları olarak bizler, uzun yıllardır bu yıldırma yöntemine de sistematik olarak başvurulduğunu biliyoruz. Öte yandan 2018 yılında kolluğa mukavemetten vatandaşa açılan 163 bin 32 olan soruşturmanın 48 bin 64’ü davaya dönüşmüş. Ama 2017 yılında bu sayı 26 bin civarındaydı. 2018’de vatandaşa açılan dava sayısının 2017’ye göre çok daha fazla olması da çarpıcı.
‘Tihv’e son 20 yılda en çok başvuru 2019 yılında oldu’
Peki işkence mağdurlarının size yaptığı başvurularda nasıl bir seyir söz konusu?
Bize 2000 yılındaki açlık grevlerinden sonraki en yüksek başvuru 2019 yılında yapıldı! Geçen sene bize yapılan 908 başvurunun 838’i doğrudan işkence mağduru. Bunların 379’u emniyet müdürlüklerinde, 120’si polis karakolu gibi resmi gözaltı merkezlerinde işkenceye maruz kalmış. Bunlar içinde 214 kişi aynı zamanda güvenlik güçlerinin araçlarında işkence görmüş. Bize başvuranların 309’u da açık alanlarda ve gösteriler sırasında işkence gördüğünü belirtmiş. 170 kişi de baskınlar sırasında evlerinde veya işyeri gibi mekânlarda işkenceye maruz kalmış.
‘Filistin askısının yerini ters kelepçeyle ayakta durmaya zorlama aldı’
Ne tür işkence yöntemleri uygulanıyor?
İşkence ve kötü muamelede birinci sırada hakaret ve tehditler geliyor. Aşağılama, öldürme ve tecavüz tehdidi, yakınlarına yönelik tehditler bunun içinde yer alıyor. Fiziksel işkencede ise, gösterilerde çok sık rastladığımız kaba dayak, tek bir noktaya tekrarlayan vurma… Keza çok az sayıda olmak üzere kırbaçlı, hortumlu, falakalı işkence yöntemleri de var. Ters kelepçe bir pozisyonel işkence olarak kullanılıyor. Plastik kelepçenin çok sıkı bağlanması nedeniyle, son birkaç yıldır bize yapılan başvuruda el bileğinden geçen sinir sıkışmaları sonucu mağdurlarda kalıcı veya geçici sinirsel hasarlar görebiliyoruz. Eskiden Filistin askısı varken, şimdi çok sıkı bir biçimde ters kelepçeleyip zorla ayakta durmaya zorlama işkencesi uygulanıyor. Soğukta, sıcakta bekletme, basınçlı suya, havasızlığa maruz bırakma gibi uygulamalar da var. Zorla kaybedilen ve uzun süre bulunamayan kişilerden birine hem şok tabancasıyla hem de eski usül elektrik işkencesi uygulanmıştı. Yine zorla kaybedilenlerden bir başkası da, mahkeme ifadesinde, benzer uygulamalardan söz etmişti. Resmi işlemler sırasında yapılan muayeneler de bu ifadeleri destekliyordu. Kayıplardan birinin vücudunda sigara söndürülmüş. Cinsel işkence, çıplak arama, soyma ve çıplak bekletme, bir kişide tecavüz… Tecavüze uğrayan kişi de zorla kaybedilenlerden biriydi. Yine bize yapılan başvurular içinde temel gereksinimlerin engellenmesi, uyutmama, aç ve susuz bırakma, tuvalete çıkarmama, sağlığa erişimin engelleme gibi uygulamaların olduğu ortaya çıkıyor.
İşkenceye maruz kalanların tedavi, rehabilitasyon süreci nasıl oluyor?
2019 yılında bize yapılan başvurulardan biri, 1982 yılında işkence görmüş. İşkence, yıllar sonra ortaya çıkan ruhsal sorunlar yaratabiliyor. Mağdurlar bazen tedavi gördükten sonra tekrar sorunlar ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla bize daha önce de işkence görmüş olanlar da başvurabiliyor. İşkence, kişinin sadece o anda maruz kaldığı bir şiddet biçimi değil. Etkileri yıllarca devam edebiliyor. Bazı insanlar maruz kaldıkları işkencenin ruhsal etkisiyle, on-on beş yıl sonra, tetikleyici bir nedenle karşı karşıya kalınca yaşamaya başlayabiliyor.
Size yapılan başvurular üzerinden baktığınızda, işkence esas olarak siyasi saiklerle mi, yoksa hem adli hem siyasi nedenlerle mi yapılıyor?
Eskiden beri bize yapılan başvurular, büyük oranda siyasi nitelikte. Bu yıl, geçmiş yıllardan biraz farklı olarak, yüzde 5 civarında adli nitelikteki suçlar nedeniyle gözaltında veya cezaevinde işkence görenlerin başvuruları var. Adli nitelikteki suçlardan gözaltına alınan veya tutuklanan insanlar işkenceye maruz kaldıklarına ilişkin şikâyette bulunduklarında, bu başvurularının kendilerine yeni ve daha ağır işkenceler olarak dönme kaygısı taşıyorlar. Keza bu insanlar İHD, TİHV gibi kurumlardan haberdar olmadıkları için de başvurmuyor olabilirler.
Cezaevlerinde, özellikle nakiller sırasında çıplak arama uygulaması devam ediyor mu?
Bunlar nakil değil, sürgündür ve bu da bir işkence yöntemidir. Öte yandan son zamanlarda cezaevlerinde çıplak arama işkencesine yönelik şikâyetlerde artış var. Özellikle 15 Temmuz 2016 sonrasında terörle mücadele kapsamında kolluk güçlerinin işlediği iddia edilen suçlarla ilgili soruşturmanın yapılmayacağına dair düzenlemenin de bu tür ihlalleri artırdığını söylemeliyiz. Bu tür koruma mekanizmaları, kolluğun “elini” rahatlattı. Ayrıca hapishanelerde zaten gündelik hayatta ihlallerin sürdüğünü, yoğunluk nedeniyle koğuşlarda kapasitenin çok üstünde insanın kaldığını biliyoruz. Bu pandemi sürecinde bile, Urfa Cezaevi’nde dört gün boyunca suların akmadığına dair bilgi paylaşıldı.
‘Hapishanelerde ajanlaştırma faaliyeti yürütüldüğü biliniyor’
İnfaz Yasası’ndaki düzenlemeyle tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi tutukluların sorgulanmak üzere istihbarat birimleri tarafından cezaevinden alınmalarının açılmak istendiği söylenmişti…
Bize bununla ilgili yapılmış bir başvuru yok ama zaten gizli tanıkların bu şekilde oluşturulduğu, ajanlaştırma faaliyetinin fiilen yürütüldüğü biliniyor.
İşkence mağdurları, mahkemeye çıkıp başlarından geçenleri mahkeme heyetine aktardıklarında herhangi bir soruşturma başlatılıyor mu?
Suç duyurusunda bulunulduğunda bunu ciddiye alarak takip eden savcı ve hakimler var ama bunlar azınlık. Ama genel olarak ipe un seriliyor. Tutuklu kişiye genelde “şuraya başvurunu yap” deniyor ama bunu yapma olanağı sınırlı. Israrcı davrananlar, soruşturma açılmasını sağlasa bile, bunun davaya dönüşmesi mümkün olmayabiliyor. Demin de söylediğim üzere, 2019 yılında başlatılan 2 bin küsurluk soruşturmanın sadece 700 küsuru davaya dönüşmüş.
”İşkenceye sıfır tolerans’ sözü topluma, kolluğa değil, uluslararası kurumlara hitaben söyleniyor’
Türkiye toplumunun işkenceye yönelik bakışını, yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Geçtiğimiz günlerde bir polisi öldürdüğü için gözaltına alınan ve işkence görüntüleri yayınlanan zanlıya yönelik yaklaşıma bakalım. Sayısız insan, bir polisi öldürdüğü için zanlıya işkenceyi müstahak gördü. Oysa işkence mutlak suçtur. Dahası, az önce de söylediğim gibi bu topraklarda her 500 kişiden biri işkence görüyor ve o bir kişinin yakınlarının da işkenceye tanıklık ettiğini hesap edersek, bu toplum işkencenin ne olduğunu çok iyi biliyor.
İktidarın özellikle işkenceyi meşru göstermeye çalıştığını söylüyorsunuz ama hükümet yetkilileri yakın zamana kadar “işkenceye sıfır tolerans” politikası güttüklerini ifade etmeye devam ediyor…
“İşkenceye sıfır tolerans” sözünü Türkiye toplumuna veya kolluk güçlerine değil, uluslararası kurumlara hitaben söylüyorlar. Sonuçta Türkiye pek çok uluslararası mekanizmanın bir parçası. Artık hiçbir ülke kendi başına yetmediği ve sıkı ekonomik işbirliklerini sürdürmek zorunda olduğu için dışarıya hoş görünme diğer ülkelerle ilişkisi önemli ve bu ilişki de uluslararası mekanizmalar üzerinden yürüyor. Türkiye’nin, çeşitli uluslararası sözleşmenin de tarafı, imzacısı olduğu için uluslararası kamuoyuna verdiği sözler var. Dolayısıyla onlara hitaben “işkenceye sıfır tolerans” sözü onlara hitaben sarf ediliyor. Tabii artık uluslararası kurumların, mekanizmaların, Türkiye’de işkence yapılmasını umursayıp umursamaması da ayrı bir sorun.
İnsan hakları savunucuları, anneleriyle birlikte hapiste kalan çocuklarla ilgili soruna da sıklıkla dikkat çekiyorlar. Halihazırda hapiste anneleriyle bulunan kaç çocuk var?
İnfaz düzenlemesinden sonra sayı değişmiş olabilir ama eldeki son veriye göre bu sayı 780. Ki bu çok yüksek bir rakam. Aslında bizim infaz yasamızda, gebelik süreci ve doğum sonrası için infaz erteleme söz konusuydu. Fakat 15 Temmuz’dan sonra bu tamamen rafa kaldırıldı. Polisler tutuklama yapmak üzere doğumhanelerin önünde bekliyor. Öte yandan yeni infaz yasası düzenlemesiyle birlikte, ayrımcı bir karar alınarak “terör suçlarında” infaz ertelemesi kaldırıldı.
Bu sene 30. yılını dolduran TİHV, kurulduğu günden bu yana kaç işkence mağduruna tıbbı destek sağladı?
18 bin 370 işkence mağduruna destek sunduk. Ve düşünün, bize yapılan başvurular, işkence mağdurlarının çok azı. Bize yapılan başvurular, yıllara göre değişkenlik gösteriyor. Demin de söylediğim gibi en yüksek rakam 2000 yılındaki açlık grevi sürecinde oldu. Çünkü Wernicke Korsakoff hastası olanlara yaygın biçimde tıbbi destek sunduk o dönem. Bize her yıl 400 ila 600 kişi başvururken, 2013’teki Gezi sürecinden beri başvurularda istikrarlı bir yükseliş de var. 2013 yılında bize yapılan başvuru 800 civarındaydı. 2015 yılında çok sık yaşanan bombalı saldırılar, seçim süreci dolayısıyla yapılan müdahaleler nedeniyle yine bir artış söz konusu oldu. Neticede bize 2000 yılından sonraki en yüksek başvuru 2019’da yapıldı. İnsanların zaten sokağa çıkmaya korktuğu, en ufak bir basın açıklamasına bile çok şiddetli müdahale edildiği bir dönemde böylesi bir artış dikkatlerden kaçmamalı.
İrfan Aktan / Gazete Duvar – 27.06.20