Almanya ve Hollanda’yla yaşanan diplomatik savaş, Türkiye’nin yarım asırlık Avrupa Birliği (AB) yolunun sonuna gelinip gelinmediği tartışmalarına yol açtı. Bırakın AB üyelik sürecinin işlemesini, yakın zamanda imzalanan mülteci anlaşmasının bile rafa kaldırılması gündemde. Peki ne oldu da AKP, Avrupa ülkeleriyle gırtlak gırtlağa geldi? Krizin temel sebebi 16 Nisan’daki referandumun sonucunu etkileme hedefi mi yoksa “büyük resim” farklı mı?
Türkiye’nin en önemli dış politika uzmanlarından Prof. Dr. İlhan Uzgel, Türkiye’nin hem AB hem de ABD’yle ilişkilerine Büyük Ortadoğu Projesi ve bu projenin çöküşü çerçevesinde bakmamızı salık veriyor. Geçtiğimiz ay çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’yle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden ihraç edilen İlhan Uzgel’in AKP’nin geleceğine ilişkin öngörüde bulunmamızı sağlayacak kapsamlı değerlendirmesine buyrunuz.
‘HOLLANDA KRİZİNİN TESİRİ BİRKAÇ GÜNE GEÇER’
Sizinle buluşmaya gelirken tesadüfen Prof. Baskın Oran arayınca Hollanda’yla gerilimin muhtemel sonuçlarını sorduk. “AKP 15 Temmuz’daki gibi bu gerilimden de nemalanmak isteyecek ama her aksiyonun bir de reaksiyonu olur” dedi. Siz Hollanda’yla gerilimi bu boyutta ciddi buluyor musunuz?
Bu gerilimin hükümete ve Erdoğan’a 15 Temmuz derinliğinde bir getirisi olmaz. Gündem çok sık değişiyor ve bir boşluk oluşmuştu. Hollanda krizi o boşluğu doldurmanın bir fırsatı oldu sadece. Birkaç gün içinde tesiri geçer. Bir başka krize kadar da unutulmuş olur.
Fakat Erdoğan, Hollanda Başbakanı Mark Rutte’un krize ilişkin “Türkiye ile ilişkilerimizi düzelteceğiz” sözünü hatırlatıp, “Neyi düzelteceksin? Daha sen bedel ödemedin, önce bunun hesabını vereceksin” diyerek krizi sürdüreceğinin sinyalini verdi.
Nasıl sürdüreceksin? Böyle bir zemin yok. Kriz, bakanlara izin verilmemesinden çıkmıştı ama izin verdiği anda o krizin zemini bitmiş olacak. Dolayısıyla buradan hükümete uzun süreli ekmek çıkmaz. Kriz ancak şiddet boyutuna ulaşırsa sürebilir. Türkiye de çok kırılgan bir ülke ve bunu kaldırabilecek durumda değil. Hollanda hem Türkiye’nin ciddi yatırım ortağı hem ticari partner hem de ciddi bir turizm geliri var. Dolayısıyla bu krizi süreklileştirmek veya orta-uzun vadeli tutmak çok mümkün görünmüyor.
‘AKP AVRUPA’DAKİ TÜRK VATANDAŞLARINI HARCADI’
Peki bu son krizin Avrupa’da Türkiye’ye karşı yeni bir hareketlenmeyi tetiklediği söylenebilir mi?
Bir miktar evet. Bunun sonuçlarını da öncelikle Avrupa’daki Türk vatandaşları görecek. AKP onları harcadı. Referandumdan birkaç puan fazla almak için oradaki vatandaşların kısa ve orta vadedeki geleceklerini riske attı. Onlara yönelik baskılar artabilir, imajları zaten bozuldu. Muhtemelen Almanya, Avusturya, Belçika, İsveç gibi ülkelerdeki İslam karşıtı ve yabancı düşmanı siyaseti de güçlendirici etkisi oldu bu krizin. Avrupa’daki sağ popülizmin ırkçılığa varan boyutları bizdekinden daha fazla ötekine ihtiyaç duyuyor. Avrupa siyasetinde de şu an öteki rolünü oynayacak en güçlü aday Türkiye ve Türkler.
Neden örneğin Araplar değil de Türkler?
Araplar tarihsel olarak böyle bir rolü oynayamıyorlar çünkü hep koloni olmuşlar. Ama Türklerin Osmanlı’dan gelen tarihsel bir konum ve pozisyonu var.
Yani ‘Viyana kapılarına dayanmış’ olmanın mirası bu rolü daha da etkin hale mi getiriyor?
Tabii böyle bir geçmişi var. Dolayısıyla Türkiye’yi bir düşman olarak konumlandırmak Avrupa sağ popülist siyaseti açısından daha olanaklı.
‘AKP ÖTEKİ YARATAMADIĞI SÜRECE SİYASETTE ZORLANIYOR’
Referandum öncesinde herkes Türkiye içinde bir hareketlenme beklerken esas aksiyon Avrupa’da yaşandı. AKP niye içeride bir gerilim hattı kurmak yerine Avrupa’yı tercih etti? Veya bu gerilim bir tercih miydi?
Hem zorunluluk hem de tercihti. İç siyasette gerilimi yükseltmenin bir yolu şiddetin yükseltilmesiydi ve bunu yaşadık. Fakat Türkiye toplumu artık bunu kanıksamaya başladı ve bu tür olaylar seçmenin siyasi tercihlerini, vereceği oyu etkilemez oldu. İkincisi de muhalefetle didişerek bunu yapabilirdiniz ama ana muhalefet de iktidarın suyuna gitti. CHP Anayasa Mahkemesi’ne gitmedi, yumuşak bir dil kullandı vs. Oradan da bir ötekileştirme yaratamayınca ya Kürt siyasetiyle bir şiddet boyutu yaratacaktınız veya muhalefeti ötekileştirecektiniz. İkisi de olmayınca bu sefer krizi dışarıda aramak zorunda kaldı.
O dışarısı neden Avrupa oldu?
Çünkü en yumuşak hedef orası… İslam karşıtlığı, ırkçılık yükseliyor ve orada Türkler var. Dolayısıyla Avrupa yeni bir mağduriyet hikâyesi için uygun bir kriz zeminiydi. AKP, öteki yaratamadığı sürece siyasette zorlanıyor.
‘ERDOĞAN, KAVGADA EN SON SÖYLENECEK SÖZÜ EN BAŞTA SÖYLÜYOR’
ABD ve Rusya, Suriye’de bildiklerini okuyor ve Türkiye’nin tepkilerini çok da dikkate almıyorlar. Türkiye’de potansiyel bir anti-Amerikancılık da var ve istendiği zaman harekete geçirilebiliyor. Neden gerilim buralarla tırmandırılmadı?
AKP ikisinden de çekiniyor çünkü. Dikkat ederseniz AKP’liler “üst akıl” ifadesini “Amerika” veya “Obama-Trump” diyemedikleri için kullanıyorlar. Fakat Avrupa siyasetinin Türkiye üzerinde manipülatif gücü zayıf görüldüğü için daha kolay bir hedef olarak seçiliyor ve kullanılıyor. Avrupalı siyasetçiler bu tür dış politika polemiklerine çok alışkın değiller. Erdoğan ise bunu çok rahat kullanıyor. Erdoğan’ın onlara karşı kullandığı “Nazi”, “faşist” gibi sözlere benzer sertlikte, örneğin “diktatör” diyerek yanıt vermediler. Avrupa siyasetinin de kendi dili, kavramları, tartışma biçim ve üslubu var. Sonuçta Erdoğan’la tartışmak istemiyor olabilirler. Çünkü Erdoğan’ın bir kavgada en son söylenebilecek sözü ilk söz olarak kullandığını da gördüler. Bu kriz belli ölçüde Avrupa siyasetine de yaradı ama dediğim gibi bu geçici bir krizdir. AB ile yapısal sorunlar var ama şu an tanık olduğumuz konjonktürel ve geçici bir sorun.
CHP’nin “iktidarın suyuna gittiği” tespitinizi konuşalım biraz. CHP’nin “yumuşak” muhalefeti AKP’nin “öteki” yaratmasını engelliyor mu?
CHP’nin bunu bir strateji olarak belirlemiş olduğu kesin. CHP, anayasa paketinin içeriğine girip bunun yaratacağı sorunları çok etkili bir dille ortaya koyabilir ve AKP’nin kurduğu hegemonik dili kırabilirdi. Sanırım bu konuda kendine güvenemedi. O yüzden de sessiz kalmak veya yumuşak direnç arasında bir yer belirledi. Bu, evet CHP ve hayırcıları ötekileştirme olanağını Erdoğan’ın elinden aldı. Ama CHP yapamadığı bir muhalefetin sonucu olarak mı bu noktaya getirdi yoksa bunu planlayarak mı yaptı, emin değilim. Siyasetinizi kuramadığınız anda, kendiniz sağcılaşırsınız. CHP’nin şu an yöneldiği yer burası oldu maalesef.
‘ARAP BAHARI AKP’NİN KİMYASINI BOZDU’
Avrupa’yla yapısal sorunlara dönelim. 17 Aralık 2004’te AB ile üyelik görüşmeleri başladığında Ankara’da sevinç mitingleri düzenlenmişti. O rüzgâr takriben 2007-2008’e kadar esti. Sonra ne oldu da rüzgâr tersine döndü?
Türkiye’den de Avrupa ve küresel siyasetten de kaynaklanan nedenleri var bunun. AKP’nin iktidara geliş dinamikleri, hayal bile edilemeyecek bir siyasal ortam ve bağlamda gerçekleşti. Öyle ki, bir siyasi hareket tarihinde hiçbir şekilde rastlanmadık ölçüde Avrupa, Amerika, Körfez sermayesi, Türkiye’deki seküler burjuvazi, liberaller ve Gülen başta olmak üzere dini cemaatlerden aynı anda destek gördü. İslamcılara siyaset imkânı tanındığında hem iktisaden liberalleştikleri hem de siyaseten demokratikleşmeyi benimsedikleri düşünüldü. Buna da post-İslamizm dediler. Çünkü şeriat yerine insan hakları ve demokrasiyi tercih edecekleri tasarlandı. Ama özellikle Arap Baharı AKP’nin kimyasını bozdu. İçeride ise din üzerinden siyasetin prim yaptığı bir ortam olduğu ama buna mukabil iktidarı dizginleyecek güçlü bir sivil toplum oluşmadığı için AKP hızla otoriterliğe meyletti. Bütün literatür, Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki en büyük engelin ordunun siyaset üzerindeki etkisi olduğu üzerinedir. Oysa biz, ordu siyasetten çekildikten sonra da bunun değişmediğini gördük. Türkiye’nin sivil toplumu ve burjuvazisi de buna herhangi bir direnç göstermedi. Dolayısıyla AKP’yi dizginleyecek herhangi bir frenleme mekanizması kalmadı. Toplumsal muhalefet de Gezi olaylarıyla parladı, söndü ama şimdi geri gelemiyor.
Peki bütün bu kontrolsüz gücüne rağmen nasıl oluyor da AKP sürekli yeni krizlere ihtiyaç duyuyor?
Türkiye’nin toplumsal yapısına baktığınızda aslında AKP az bile oy alıyor. Popülizmin en uç noktalarını kullanıyor, zayıf bir muhalefet var ama sonuçta izlediği iktisadi politikalar normal bir ülkede iktidarı beş yılda götürürdü. AKP, yaratılan rantın sadaka siyasetiyle dağıtılmasından belediyelerin manipülasyonlarına ve medya olanaklarının sonuna kadar kullanılmasına, muhalefetin sindirilmesinden hiçbir merkez sağ partinin başını bile çıkarmasına izin vermemeye kadar çok sayıda mekanizmayı, her türlü iç ve dış krizi kendi lehine kullanarak başardı bunu. Neoliberalizme bu kadar sıkı sıkıya bağlı bir iktidarın bu kadar uzun süre kalabilmesi zaten bir mucizedir. Ama bu kadar uzun iktidarda kalmış olmanın bir sürü sıkıntısıyla da boğuşmak zorunda kaldığını not etmek gerekiyor.
‘AKP SİYASİ VE İKTİSADİ SINIRLARINA ULAŞTI’
Tüm bu anlattıklarınız, AKP’nin neden sürekli krize ihtiyaç duyduğu sorusuna yanıt değil ama…
AKP kurulduktan bir yıl sonra iktidara geldiği için kendisini ancak iktidarda kalarak var edebiliyor. Ama tam da bu yüzden diğer partilerin rüyalarında bile göremeyeceği yüzde 40’lık oy oranı, AKP için tehlike sinyali anlamına geliyor. Dolayısıyla AKP’nin mutlaka mağdur olması, mağdur olabilmesi için de sürekli kriz yaşıyor görünmesi lazım. AKP’nin “cumhurbaşkanlığı sistemi” dediği sistem dışında var olma şansı kalmamıştı. Çünkü hem siyaseten hem de iktisaden sınırlarına ulaştı. Bu sistemle İslamcı sağ siyasette Türkiye’yi süreklileştirme gayesi taşıyorlar. Parlamenter sistemde kalınırsa bu AKP için çok riskli. Çünkü iktisadi açıdan sınırlara yaklaşıldığı ve Türkiye artık büyümediği için AKP yüzde 40’a düşebilir. AKP’nin kendisi açısından en büyük hatası, Türkiye’yi küresel kapitalist sisteme kontrolsüz bir şekilde açması sonra da bunun sonuçlarıyla baş edememesi, açıldığı dış dünyayla çatışma içine giriyor olması.
Başkanlık sistemine geçilirse bu sorunların üstesinden gelinebilecek mi?
Aksine, iktisadi sorunlar daha da ağırlaşabilir. AKP kendisi açısından çok riskli bir şey yaparak bütün siyasetini Erdoğan’ın karizmasına bağlamış durumda. Bu, AKP’nin hem gücünü hem de zayıflığını oluşturuyor.
Erdoğan’ın dışında bir de İslamcı söylemi var…
Ortadoğu’da siyasal İslamcılık çöktü, mahvoldu ve bir itibarı da kalmadı. Normalde siyasal İslamın çöküşünden AKP’nin etkilenmesi beklenirdi. İslamcılığın çöktüğü bir noktada AKP ideolojiyle değil, liderle direnmeye çalışıyor.
AKP siyasal İslamın çöküşünü “neo Osmanlıcılık” söylemi üzerinden telafi edebilir mi peki?
Bunu deniyor. Türk-İslam sentezciliği üzerine siyaset yapar ve bunu da ‘Batı’yla mücadele’ olarak sunarsanız, çok geniş bir kitleyi yanınıza alabilirsiniz. AKP bunu fark etti ve o yüzden de Kürt açılımını kapattı. Fakat neo-Osmanlıcılık sizi iktidarda tutmaya yetse de ülkeyi yönetmenize yetmez. AKP, yönetme üzerine değil, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma üzerine siyaset yapıyor. Eğer referandumdan “evet” geçer ve 2019’da Erdoğan seçilirse, daha büyük sorunlarla karşılaşacak. Bir taraftan cari açığınız korkunç düzeyde, tüketim toplumu yaratmışsınız diğer yandan da Osmanlı imgesi üzerinden Batı’yla çatışmak istiyorsunuz. Bu siyasetin de sınırlarına ulaşıldı.
‘AVRASYACILIK İÇİ BOŞ BİR SLOGAN’
Batı’yla münasebetlerin krize girmesinden sonra Avrasyacılık yaklaşımı daha fazla dillendirilmeye başlandı. Nedir Avrasyacılık?
Avrasyacılık içi boş bir slogandır. Avrasya diye bir yer de tam olarak tanımlanmış değil. Orta Asya kastediliyorsa, orada Türkiye dahil herhangi bir ülkeye fazla ekmek yok. Avrasya’dan Rusya ve Çin kastediliyorsa bu da Türkiye açısından sorunlu. AKP’nin son 15 yılda kurduğu bir iktisadi düzen var. Bu düzen vahşi kapitalist mantığa dayanıyor. NATO ve Avrupa Konseyi üyesisiniz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmişsiniz ve dış ticaretinizin çok büyük kısmını Avrupa’yla yapıyorsunuz. İktisadi ayağına baktığınızda Çin, Türkiye’nin rakibi. Rusya, tüketim mallarında rakip olmasa da dış ticaretinizde en fazla açık verdiğiniz ülkelerden biri. Dolayısıyla bu ülkelerden Türkiye’nin elde edebileceği bir şey yok. Eğer Çin firmaları Türkiye’ye doğrudan yatırım yapıp istihdam sağlasalardı ve Çin’in 1 milyar 300 milyonluk nüfus pazarı çok cazip olsaydı, bu bir anlam ifade edebilirdi. Ama böyle bir iktisadi angajman yok. Çin bütün dünyayla ticaretinde olduğu gibi Türkiye’yle ticaretinde de fazla veriyor. Siyaseten baktığınızda da aynı anda hem NATO üyesi olup hem de Şangay İşbirliği Örgütü’nün tam üyesi olamazsınız. Bunu kabul etmezler. Eğer Perinçek usulü bir Avrasyacılık peşinde koşuyorsa Türkiye, o zaman NATO’dan çıkacak, Türkiye’deki tüm Amerikan üsleri kapatılacak, istihbarat ilişkisi minimuma inecek. O zaman iç siyasetin, dış politikanın baştan sona yeniden kurgulanmasını gerektirir.
Yani Türkiye’nin yeni bir devlet kurması mı gerekecek?
Tabii ki. Ordunun, üniformadan başlamak üzere -çünkü NATO üniforması kullanılıyor- baştan aşağıya yeniden dizayn edilmesi lazım. Türkiye’nin toprakları NATO’nun savunma planları içinde yer alıyor. Bütün o savunma planlarını da çöpe atmanız lazım. Eğer Türkiye bunları yaparsa, korkunç iktisadi sonuçları olur. Bu çocuk oyuncağı değil yani.
Peki AKP neden bu söylemi dillendiriyor?
Batı’yla ilişkilerinde koz olarak kullanıyor bunu.
‘HOLLANDA’YA BAKAN GÖNDERİYORSUN, İSRAİL EZANI YASAKLARKEN SES ÇIKARTAMIYORSUN’
Peki ya Batı, “hadi buyur git” derse?
Onlar da blöf yapar. Hiçbir Batı ülkesi Türkiye’yi Şangay İşbirliği Örgütü’ne kaptırmak istemez. Bunu önlerler zaten. Dünyada siyaset şu ana kadar böyle işlemedi. AKP bunu yapamaz. Türkiye’de İslamcıların en hassas olduğu mesele Kudüs’tür. Burada bile siz sesinizi çıkaramıyorsunuz. Hollanda’ya bakan gönderiyorsun ama İsrail ezanı yasakladığında sesini çıkartamayan bir hükümet var. Rusya, Suriye ile beraber Halep’i yerle bir etti, bir tane “ey Putin” sözü duymadık. Son derece pragmatist, hiç ideolojik olmayan ama seçmen kitlesi yaratabilmek için imam hatipler ve vakıflar üzerinden İslamcılığı geliştirmeye çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız. Edirne’den dışarı çıktığı anda AKP’nin bir etkisi yok aslında.
Geçtiğimiz günlerde hükümete yakın bir gazeteci, Suriye’de PYD’ye karşı Esad’la ilişki kurulabileceğini yazdı. AKP’nin Suriye politikası nereye gidiyor?
AKP bütün stratejisini Esad’ı devirmek üzerine kurdu. Fakat hiçbir devlet, bütün dış politikasını tek bir seçeneğe endekslemez. “Ya olmazsa” hesabı mutlaka yapılır. İlk başlarda PYD’yle kurulan ilişki de Esad’ın beraber devrilmesi üzerineydi. Suriye Kürtleri buna uymayınca ipler koptu. Eğer PYD’yle ittifak kurabilseydi, bir ihtimal PKK ile PYD ilişkisini zayıflatabilirdi ama bu imkân da kaçınca Suriyeli Kürtler hem PKK’yle hem de Amerika ve Rusya’yla ilişkilerini sürdürdü. Böylece AKP’nin tek ittifak kurabildiği, ÖSO denen toplama güç kaldı. İçeride de Kürt sorununu 1990’lardaki mantıkla çözmeye çalışıyor şimdi. PYD’nin arkasında Amerika ve Rusya desteğinin olduğu bir ortamda Türkiye’nin Suriye’de hiçbir etki alanı kalmadı.
‘BOP İSLAMCILARIN ILIMLI HALE GETİRİLMESİDİR’
Peki AKP neden Federe Kürdistan’la ilişkilerini Rojava’yla kurmadı?
Bir kere Barzani bir PKK değil. İkincisi petrol ticareti var. Ayrıca AKP, 15 Temmuz’dan sonra milliyetçi-ulusalcı güçlerle ittifak kurduğu için onların gönlünü de hoş etmesi gerekiyor. Eğer Kuzey Suriye’de idari bir yapı oluşursa, ki oluşabilir, Türkiye bunu engelleyemez. O zaman Türkiye’nin çok hayalini kurduğu Ortadoğu kapısı fiilen ve fiziken kapanacak. Türkiye’nin Araplarla arasındaki bağ kopuyor. Türkiye’nin Batı’yla ilişkisinin kopmasının altında yatan temel nedenlerden biri de bu aslında. Türkiye, Suriye’den başlayarak tüm bölgeyi kendi hinterlandı haline getirmeye çalıştı.
Büyük Ortadoğu Projesi’yle mi?
Kendi Büyük Ortadoğu Projesi’yle diyelim. Çünkü Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi bu değildi.
Neydi peki?
BOP aslında açık bir belgedir, gizli bir şey yoktur ortada. AKP’dir aslında BOP. İslamcıların ılımlı hale getirilerek küresel kapitalizme dahil edilmesi projesidir. Toprakla ilgisi yoktur. BOP Amerika tarafından, üstelik Irak işgalinden hemen sonra, 2004’te ortaya atıldığında bu doğrudan Ortadoğu’yu bölme planı olarak görüldü. Oysa hiç ilgisi yok. BOP’un en önemli noktası, kadının konumunun güçlendirilmesidir mesela. Mikrokredilerle bir orta sınıf yaratılmasıdır. Yani İslamcıların normal siyasete dahil edilmesi projesidir. “Yer altında kalıp silahlanmayın, gelin yasal sınırlar içinde siyaset yapın” projesidir.
‘ARAP BAHARI BOP İÇİN YAPILDI’
Arap Baharı bu projeyi nasıl etkiledi?
Arap Baharı tam da bu proje gerçekleşsin diye yapıldı. Çünkü İslamcı siyasetin seçimle iktidara gelebilmesi için diktatörlüklerin çözülmesi gerekiyordu. Amerikalılar, diktatörlerden bu reformları yapmalarını istedi ama yapmadılar. Hüsnü Mübarek örneğinde olduğu gibi. Mursi geldikten sonra güya Batı’yla uzlaşacaktı ve pazarlık bir yıl sürdü. Ama Erdoğan’ın 15 yılda yaptığını Mursi 8 ayda yapmaya, tüm yetkileri kendinde toplamaya çalıştı. İkincisi de IMF’den kredi almayı reddetti. Mursi ve Erdoğan gibi iki kritik aktör bu projeye uymayınca, Tunus’un uyması sonucu değiştirmedi. İslamcıların Batı tarafından desteklenmelerinin nedeni, demokratikleşme, insan hakları ve iktisadi açıdan verdikleri sözdü. Bu perspektiften bakıldığında AKP, Batı’nın gözünde ömrünü tamamlamıştı.
15 Temmuz’u bu bağlamda okumak mümkün mü?
15 Temmuz’da ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama Batı, 2013’ten itibaren kesin olarak İslamcı siyasetle ilişkisini kesti.
Neden 2013?
Tunus’ta Ennahda düştü, Mısır’da darbe oldu. IŞİD’in bugünkü şeklini alması 2013’tür. Amerika, Rusya’yla Suriye konusunda 2013’te anlaştı. Anlaşmaya göre Suriye kimyasal silahlarını BM gözetiminde imha edecek, Kuzey’de bir Kürt oluşumu, karşılığında da Esad kalacaktı. Amerika, bunun üzerine Esad karşıtlarına verdiği desteği çekti. AKP, “Batı bizi 2000’li yıllardaki gibi desteklemiyor” diyorsa, doğru diyor. Ama Batı da o desteği belli bir koşulla vermişti. Türkiye İslamcıları ılımlılaşacak, AB üyeliği peşinde koşacak, İsrail karşıtlığını bırakacak, neoliberalizmi benimseyecek ve insan hakları ile demokratikleşmeyi geliştireceklerdi. Buna karşılık da devletçi-Kemalist yapı tasfiye edilecekti. Çünkü bu yapı küreselleşmeye ayak bağı oluyordu. Ama gelinen noktada Batı’nın Erdoğan’ı desteklemesinin bütün objektif nedenleri ortadan kalktı. Batı artık Erdoğan’ı makbul bir siyasi aktör olarak görmüyor. Trump’la beraber AKP bir fırsat yakaladığını düşündü. Hollanda’daki ırkçı Wilders’ten daha İslamofobik olan Trump’a yaklaşmak, onunla görüşmek için elindeki her türlü imkânı kullanan, bir defa bile “ey Trump” demeyen bir hükümet ve Erdoğan var. Çünkü Trump üzerinden Batı’yla yeniden ilişki kurulmak isteniyor.
Bunu yapabilecek mi?
Darbe girişiminden sonra “Batı beni tasfiye edecek” diye o kadar çok korktu ki, Trump’a karşı elini çok zayıflattı. Her ne olursa olsun Trump’la iyi geçinmek istediğini çok belli etti. O yüzden de Trump şu anda çok rahat davranıyor. Trump ve ekibi kategorik olarak İslamcılara karşı. Ama AKP o kadar çok imkân sağladı ki Trump’a, istediklerini yaptırabileceklerini düşünüyorlar. O yüzden de beklemedeler şu an.
Avrupa’yla ilişkiler 16 Nisan sonrasında nasıl kurulacak sizce?
AB içinde, ‘Türkiye’yi üye olarak görelim’ diyenlerin sayısı çok azaldığı gibi Türkiye’de de ‘AB üyesi olalım’ diyenlerin sayısı azaldı. Hükümetin de böyle bir iradesi yok. Aslında AKP, AB’den alabileceğini almış durumda. AKP, askeri vesayetten kurtulmak için tıpkı Gülen cemaatini kullandığı gibi AB’yi de kullandı. Demokratikleşme, insan hakları konusunda Avrupa Birliği şu an AKP için ayak bağı. Ticaret yapalım, oradaki Türklerle arada bir o ülkeleri manipüle edelim… AB, AKP açısından artık bu anlama geliyor. Ayrıca Avrupa, dış politikada didişmek için de iyi bir aktör olarak görülüyor. AKP bunu keşfetti ve bırakmaz da. Milliyetçi-yabancı düşmanı sağ siyasetçiler birbirlerini tercih ediyorlar. Birbirlerinin iktidarda olmasını isterler. Aynı dili konuşuyorlar, birbirlerini daha iyi anlıyorlar.
Gazete Duvar / 17.03.17