Türkiye Batı’dan kopuyor, Avrasya’ya doğru gidiyor. Türkiye’de birçok yorumcu bu gidişi bir “bağımsızlık süreci” olarak okuyor.
“Yeni Osmanlı”, “Türkiye Sünni İslamın kalbidir” fantezilerini satmaya devam eden CIA’nın eski Milli Haberalma Konseyi Başkanı Graham E. Fuller de Cumhuriyet’te çevirisi yayımlanan yorumunda bu gidişi destekliyor- adam hâlâ “Erdoğan’ın yıllarca becerikli ve yeni ‘Avrasya Türkiyesi’nin mimarı olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu” gibi laflar edebiliyor.
Bağımlılık ve bağımsızlık
Avrasya’ya doğru gidişi bağımsızlık süreci olarak görenler (Fuller de dahil), devletlerarası ilişkileri adeta 19. yüzyıl jeopolitiğinin gözüyle okuyorlar. Bu yanlış okumaya ek, bu akıl, ülkeyi kimin yönettiğine, bu yönetimin tutumunu etkileyen iç dinamiklere bakmadan, Türkiye’yi bir “özne” gibi düşünerek, “şunu yapar, bunu yapar” diye konuşabiliyor. Ülkelerin dış politikaları, kimi zaman uluslararası kaygılardan değil, birilerinin iktidarını koruma çabalarından da kaynaklanabiliyor. Bugün ülkelerin egemenlik-bağımlılık ilişkileri, siyasi askeri ittifakların, doğrudan işgalin ötesinde, çok karmaşık dinamikler içeriyor.
Bugün Türkiye açısından bağımlılığın temel kaynağı ekonomiktir. Ülkedeki egemen sermaye birikim süreci, bu sürecin ürettiği artık değerlerle sürdürülebilecek yapıda değildir. Bu sürecin yaşamı ve iktidar sınıfının toplumsal artık-değerden rantını/haracını almaya devam edebilmesi, belli bir düzeyde yabancı sermaye girişine bağlıdır. Ekonominin bu özelliği değişmeden, bağımsızlık adına yeni ittifak arayışlarına yönelmek, yeni sermaye girişi kaynakları, bağlanacak merkezler aramakla eşanlamlıdır.
Avrasya yönelimi, bu bağlamda, iki merkeze işaret ediyor: Rusya ve Çin. Rusya’nın sermaye ihraç kapasitesinin çok sınırlı olduğunu düşünür, Çin’in Tek Yol Tek Kuşak projesiyle, halen dağılmakta olan ABD merkezli küreselleşmeye, hegemonya ilişkililerine karşı yeni bir jeopolitik mekân inşa etmekte olduğunu anlayabilirsek, o iki seçeneğin bire ineceği görülür.
İran dersleri
İran’ın enerji kaynakları var, ama Batı kaynaklı ambargo altında bunlardan gerektiği gibi yararlanamıyor. Burada dış kaynak ve pazar olarak devreye Çin’in girdiğini görüyoruz. Bu bağlamda İran’ın girdiği ilişkiler öğretici olabilir.
Petroleum Economics sitesinde yayımlanan bir yoruma göre İran, Çin ile 2016 yılında imzaladığı Stratejik Ortaklık anlaşmasını, bu yıl ağustos ayında Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’in ziyareti sırasında yenilemiş. Yenilenen anlaşmaya göre Çin, İran’ın enerji ve ulaşım sektörlerine 280 milyar dolar yatırım yapacakmış. Bu yatırımlar beşer yıllık dilimler halinde 25 yıl içinde tamamlanacakmış.
Anlaşmaya göre yatırımlar için gereken malzemeyi, araçları ve personeli Çin sağlayacak, ihalelerde ilk reddetme hakkına sahip olacakmış. Çin, İran’daki petrol, gaz üretimine karşılık ödemeleri 2 yıla kadar geciktirebilecek ve dolar, Avro, yen dışı, ikincil dövizlerle gerçekleştirebilecekmiş.
Daha da ilginci Çin, İran’daki personelini ve uzmanlarını korumak için 5 bin güvenlik görevlisi getirecekmiş. LobeLog’da bu anlaşmayı yorumlayan Prof. Shireen T. Hunter’e göre İran rejimi, Çin’i, kültürel olarak Batı’ya göre kendine daha yakın hissediyor (Çin, demokrasi, insan hakları, bireysel özgürlükler gibi sorunlarla ilgilenmiyor), ama bu anlaşma gerçekleşirse, enerji sektörünün kontrolünü kaybederek “bir Çin sömürgesine dönüşebilir” diyor.
Prof. Hunter, Çin’in ulusal-kültürel üstünlük duygusuna, kendisi dışındaki ulusları ve halkları “barbar” olarak görme eğilimine işaret ederek “Irkçılık ve emperyalizm yalnızca Batı’ya has bir özellik değildir” diyor.
Avrasya yolu ister istemez, Çin kredilerinden ve yatırımlarından geçiyor. Bir bağımlılığı bir başkasıyla değiştirirken Afrika ülkelerinin, son olarak İran’ın içine girdiği bağımlılık süreçlerinden de ders almak gerekiyor. Gittikçe kızışan büyük güçler arası rekabet ortamında, tavadan dışarı atlarken ateşe düşmek de var.
Bence en iyisi, “bağımsızlığı” bireysel hak ve özgürlüklerin sorun edilebildiği bir siyasi coğrafyanın içinde kazanmaya çalışmak.
Cumhuriyet / 16. 09. 19