ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret gerilimi hız kesmeden sürüyor. Trump’ın sert söylemleri ve tweet’leri ABD politikasında büyük bir sapma yaşandığına dönük bir izlenime neden oluyor. ABD tarihinde ilk defa mı ticaret konusunda kalkanlarına sarılıyor?
Tarihsel olarak serbest ticaret konusunda ABD özellikle ikili ve bölgesel görüşmeler yoluyla adımlar atmaya başladı. Trump döneminde ABD’nin Çin ve AB ile yaşadığı ticari gerilim düşünüldüğünde sanki ezelden beridir ABD serbest ticaretten yana bir tutum almış gibi görünebilir, ancak tarihe bakıldığında öyle olmadığını söylemek lazım. ABD kendi iç piyasası dinamikleri uyarınca genelde ikili ilişkiler üzerinden ticari ilişkiler kurdu. Gerektiğinde ihracatçı ülkeleri zorlayarak ya da görüşmelerle pazarını korumayı sürdürdü. Bu dinamik, günümüzde de geçerli.
Bu yazımızda 1960’lardan Trump dönemine kadar olan sürede ABD’nin küresel ticaret politikasını, küresel ekonomide yaşanan dönüşümlere de yer vererek inceleyeceğiz.
Japonya’yı kısıtlama ve neoliberalizme doğru
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın pek çok bölgesinde onarım çalışmaları başladı. Hızla toparlanan ülkelerden biri olan Japonya 1950’ler itibariyle ABD’ye özellikle tekstil alanında ihracata başladı. 1955’te Japonya GATT’a katıldı. Ancak ABD iç pazarında emek yoğun sektörleri tekstil ve tarımın temsilcilerinden ABD’nin dış ticaret politikasına eleştiriler gelmeye başladı. İç piyasadan gelen eleştiriler sonucunda Gönüllü İhracat Sınırlandırmaları (Voluntary Export Restrain) yasası aynı yıl kabul edildi. Yani ABD kendi üreticisine zarar veren bazı ithalat kalemlerinin sınırlandırılması için ihracatçı ülkeye, ihracatı gönüllü düşür dedi. Gönüllülük kelimesi kişinin kendi kararı uyarınca bir adım atması anlamına geliyor olsa da ABD’nin küresel ilişkilerinden “gönüllülük” kavramının “ya yaparsın ya da başına geleceklere karışmam”a karşılık geldiği biliniyor. Nitekim sert bir yaptırıma maruz kalmamak için Japonya ABD’ye ihraç ettiği tekstil ürünlerini “gönüllü” olarak yüzde 1.5 düzeyinde sınırlandırdı.
1960’larda Japonya’nın gönüllü sınırlandırmaları ton balığından mutfak aletlerine kadar genişledi. 1960’lar ABD ekonomisinde işlerin yolunda olduğu bir dönemdi. Ekonomi yıllık ortalama yüzde 3 büyürken, üretim artışı ve düşük enflasyon belirgin öğeler olarak dikkat çekiyordu. 1967’den itibarense özellikle Güney Kore, Japonya ve Avrupalı şirketlerin ABD pazarında gücü artmaya başladı.
Soğuk Savaş’ın gerilimi sürerken ABD’nin Vietnam Savaşı’na girişmesi ile ölçüsüz harcamalar yüzünden ekonomide sıkıntılar başladı. Nitekim Richard Nixon yönetimi 1971’de Bretton Woods’ta kabul edilen dolar-altın standardından çekildi. Böylece Amerikan doları küresel ticaretteki tek para birimi haline geldi. Ancak aynı dönemde ABD’nin karşılıksız para basma serüveni de başladı. ABD’de ekonomide işler yolunda gitmiyordu. Buna karşın 1958’deki Roma Antlaşması’yla Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kuran Avrupalı devletlerin ABD’ye ihracatı artmaya başladı. Üstelik kendi içlerinde bir yapı kuran Avrupalı ülkeler, ticareti de kendi aralarında sürdürmek istiyordu.
ABD’deyse işler gittikçe bozuldu. Nixon yönetiminin dolar altın standardından vazgeçtiği yıl, ABD ilk ticaret açığını verdi. 1971’de ABD’nin ihracatı ithalatının gerisinde kaldı ve 2.5 milyar dolarlık açık verildi. Dahası Avrupalı devletler toparlandıkça Avrupa’dan ve Japonya’dan ABD’ye gelen ürün ve hizmet oranı hızla yükselmeye başladı.
ABD söz konusu dönemde serbest ticaret konusunda iki adım attı. İlk olarak 1974’deki Ticaret Anlaşması’yla kota gibi yöntemlerle ithalatı sınırlandırmaya çalıştı. İkincisi, özellikle gelişmekte olan ülkeleri teşvik etmek için ticari bariyerler ve vergileri sınırlandıran Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi’nin uygulamaya başladı. ABD her ne kadar gelişmekte olan ülkeleri teşvik etse de ABD pazarında Avrupa ve Japonya’nın ağırlığı aynı dönemde sürüyordu.
Neoliberalizm: Serbestleşme ve kıtalar arası üretim
1970’lerde temelleri atılan 1980’lerde ABD ve İngiltere’de hızla uygulanmaya başlanan neoliberalizm ile özelleştirme, finansal serbestleştirme, sermaye ve malların serbest dolaşımı, devletin sistem içerisindeki rolünün belirli oranlarda azaltılması ve şirketlere destek olacak şekilde konumlandırılması öngörüldü. Bu ekonomik ve politik ajanda serbest piyasanın küresel etkinliğini artırmak için başta Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere küresel olarak Bretton Woods’ta kurulan iki kuruluş eliyle uygulandı: IMF ve Dünya Bankası. “Tüm pazarları açın, kapitalizm her yerde her biçimde” olarak özetlenebilecek bu politikanın en fazla etki ettiği alanlardan biri küresel ticaret oldu.
1980’lerde hız kazanan küresel ticaret, neoliberalizmin emekleme döneminde, küresel GSYH’nin büyüme hızından yüzde 68 fazlaydı. Moskova’dan Pekin’e neoliberalizmin tek tek kapıları çaldığı 1990’larda bu oran yüzde 140’lara çıktı. Dahası daha fazla serbestleşme diyen bu politik ajanda teknolojik atılımlar ve ulaşımdaki yeniliklerle üretim ve tedarik zincirinde de oynamalara neden oldu. Teknoloji devleri, otomotiv firmaları emeğin ucuz, düzenlemelerin esnek olduğu bölgelere doğru kaymaya başladı. ABD otomotiv sektörü Meksika’ya, teknoloji firmaları Çin’e karargâh kurdu.
David Harvey’in “zaman ve mekân sıkışması” olarak tarif ettiği küreselleşme daha çok ticaret diyerek uzakları yakın etmekle kalmayıp daha önce akla gelmeyen ürünlerin, hizmetlerin küresel yayılımına zemin yarattı.
ABD’nin serbest ticaret anlaşmaları ve arşa çıkan ticari açığı
1980’lerde küresel ekonomi politikasının el kılavuzu değişirken, ABD bir yandan serbestleşme deyip diğer yandan da Japonya başta olmak üzere sınırlandırma girişimlerini sürdürdü. 1978’de çelik ithalatını sınırlandırma adımı, 1980’lerde fiyatlandırma politikalarının gözden geçirilmesine neden oldu. 1981’de Japonya yeniden ABD’ye dönük ihracatında gönüllü sınırlandırmaya gitti. Benzer bir tutum Güney Kore ve Tayvan’dan da geldi.
Aynı dönemde İsrail ile ABD arasındaki görüşmeler 1985’te ilk serbest ticaret anlaşmasının yapılmasını sağladı. ABD açısından İsrail özellikle ihracat için uygun bir pazar olarak görüldü, hâlâ da öyle. İsrail’i 1987’da Kanada izledi. Ancak 1994’te Meksika’nın da dahil olmasıyla ABD ile Kanada arasındaki serbest ticaret anlaşması Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (North American Free Trade Agreement-NAFTA) olarak hayata geçti. ABD’nin serbest ticaret azmi 1990’lar ve 2000’lerde de sürdü.
ABD, serbest ticarette Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) uyarılarına rağmen bölgesel ve ikili anlaşmalar yapmayı tercih etti. DTÖ Anlaşması’nın 24’üncü bölümü ikili ya da bölgesel anlaşmaların anlaşmalara taraf olamayan ülkeler için ayırımcılık yarattığını açıkça belirtir. ABD’nin Singapur, Şili, Avustralya, Umman, Peru, Fas, Bahreyn, Kolombiya, Güney Kore ve Panama ile 1995-2010 arasında imzaladığı ikili anlaşmalar DTÖ’nün ayrımcılığı önlemeye dönük bu bölümünün kağıt üstünde kaldığının açık örneği.
ABD 2008 krizinde açıkça görülecek şekilde ekonomisinin finansallaşması ve üretimin küresel yayılımı gibi sorunlarla uğraşırken söz konusu dönemde ticaret açığı artmaya devam etti. 2005-2010 arasında, tarihindeki en büyük ticari açığı veren -yıllık yaklaşık 750-800 milyar dolar- ABD’nin göreli olarak ticari açığı 2010-2018 arasında biraz azalmıştı. Trump’ın iktidara geldiği 2017’den 2019’a kadar ABD dış ticaret açığı 2017’de 568 milyar dolar, 2018’de 621 milyar dolar oldu. Trump yönetimi özellikle Çin’i hedef alarak bu durumu değiştireceğini söylemişti. Trump bunu başaracak mı?
Gazete Duvar / 11.09.19