8 Mart’a doğru kadınlar anlatıyor… Kırlardan fabrikaya göçen mücadele

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 06 Mart 2021
  • 16:32

Dilbent Türker’i her ne kadar “Sinbo direnişçisi” olarak tanımış olsak da onun direnişi Ardahan’da çocukluk yılları ile başlıyor. Ve Dilbent şu sözleriyle özetliyor mücadelesini: “Hayatta kalabilmek, yaşayabilmek, tacize uğramamak için mücadele ettim.”

Ardahan çatlamış topraklarla çevrili otlak alandan mı ibarettir sadece? Kadınların ağıtları sadece yürekleri mi çatlatır sandınız yoksa? Toprağı çatlatır…  Ardahan’ı çeviren sınırlar kadınların hayatlarına da çekilmek istenir. Unutulan bölgenin unutulan kadınları, kendini var etme mücadelesine göç yollarında başlar. Bir isim var direnişi ile tanıdığımız; Serhat’ın çetin koşullarının izlerini suretinde, dağların sert rüzgarlarını nefesinde taşıyan Dilbent. Köyden fabrikalara taşınan bir hikayesi var Dilbent’in, tıpkı vahşi kapitalist dönemde Kaliforniya yollarında fabrikalara göç eden kız kardeşleri gibi.

Çoğumuz onu “Sinbo direnişçisi” olarak tanıyor. Ücretsiz izin ile hakları gasp edilen Dilbent Türker ve arkadaşları bir ayı aşkın süre boyunca fabrika önünde yaptıkları “Çadır Direnişi” sonucu haklarını kazanmışlardı. İşine yeniden başlayan Dilbent, patronların fırsata çevirdiği Kod-29 politikasıyla işten atılmıştı. Direnişi kendine yol edinen Dilbent, fabrika önünde yeniden çadır kurarak sadece fabrika karşısında değil haksız işten atmaların karşısında da duruyor. Dilbent’in fabrika önündeki direnişi hala devam ediyor…

‘Annemi savunmakla başladı’

Dilbent her ne kadar “Sinbo direnişçisi” olarak tanınsa da onun direnişi 1994 yılında doğduğu Ardahan’da ailesinin evinde başladı. Her kadın bir isyandır hakikatsizlik ve adaletsizlik karşısında. Dilbent de o kadınlardan birisi.

“Ailemizin içerisinde şiddet vardı. Annemize babamıza karşı gelmez, bir köşede izler en fazla ağlardık. Bir gün babamın anneme çok kötü bir şiddet uyguladığını gördüm. Orada babamın beni döveceğini bilmeme rağmen annemi savunmak için babama vurmaya başladım. Babam beni kovaladığında uzaklaşıp, anneme yöneldiğinde tekrar gidip babamı dövmeye başladım. Çünkü bana öğrettiği oydu. O gün bugündür de şiddetin olduğu her yerde sesimi çıkarabilir hale geldim hem de özsavunmamla karşılık vermeye başladım.”

Her kadın gibi toplumun dayatmaları ve kadına biçtiği roller ile dolu bir yaşamın içine doğan Dilbent, Ardahan’da kadınların yaşamının da bu durumdan nasibini aldığını söylüyor.

“Birçok bölgede olduğu gibi Ardahan’da da kadınlar daha çok eziliyor. Toplumun bir takım dayatmaları ya da biçtiği roller ile büyüdük. Cinsiyet eşitsizliğinin olduğu da bir bölge. Ardahan’da erkekler yurtdışına çalışmaya gidiyor. Bütün iş yükü de kadınlara kalıyor. Bir erkek çocuğa göre 1-0 geriden başlıyorsunuz.  Ardahan’da kadınlar çok çalışkandır. Şafak atmadan kalkarlar, bütün evin işi onların boynundadır. Ardahan’da yaşadığım dönemde gördüğüm manzara kadınların çok ezilmiş olması. Toplumda da çok bir yer edinememesiydi.”

14 yaşında çalışmak için İstanbul’a göç etmek zorunda kalan Dilbent, ilk defa Boğaziçi Köprüsü’nden geçerken duyduğu heyecanı yüzünde tebessümle anlatırken, köprüden geçişini “İstanbul’un gerçekleriyle yüzleşmesi” olarak tarifliyor.

“İlk Boğaz Köprüsü’nden geçerken epey bir heyecanlanmıştım. Ardahan’daki derelerden daha büyük bir su birikintisi vardı, deniz vardı.  Köprüyü geçtikten sonra İstanbul’un gerçekleriyle yüzleşmeye başladık. İstanbul’a geldiğimde direkt işe başladım. Garsonluk yapıyordum, çocuk işçiydim. Bazen 12 saat bazen de 16 saate kadar çalışıyordum. Ve ben şunu sorguluyordum, ben bir çocuğum beni neden bu kadar eziyorlar? Mesele emek sömürmeye geldiği zaman herkes gözünü kırpmadan sömürüyordu. Tabi o da bana çok ağır geliyordu, zorlanıyordum. Çalışmaya başladığım dönemlerde her güne ve gelip ağlıyordum, İstanbul niye böyleymiş, ilk geldiğimde güzel kokuyordu şimdi çok kötü kokuyor diyordum. Aslında hayatın gerçekleri emeğin sömürülmeye başlandığında ortaya çıkıyor, gözle görünüyor.”

‘Yaşayabilmek için mücadele ettim…’

Dilbent, erk zihniyetin kadın ve çocuk bedenini sömürü aracı olarak gördüğü gerçekliği ile ilk İstanbul’da yüzleşiyor.

“Taciz ile de İstanbul’da tanıştım. Çalıştığım bölge sahil yeriydi. Geç saatlere kadar insanlar dışarıda olduğu için bizlerin işi de geç saatte bitiyordu. Gece eve giderken birçok insanın beni takip ettiğini, laf attığını, fiziki tacizde bulunmaya çalıştığıyla karşılaşınca bu bana ağır gelmeye başladı. Ablamla yaşıyordum ama benim sorunlarımdan bir haberi yoktu. Bu tür sorunlarla kendim baş etmeye karar verdim. Çocuk işçi olduğumdan beri de mücadele ederek, karşılık vererek bir noktaya gelmek için çalıştım. Mücadele ettim, ayakta durabilmek, yaşayabilmek, tacize uğramamak için…”

Düşlediği yaşamdan söz ederken Dilbent, komünal yaşama olan özlemeni dillendiriyor.

“Herkesin birbirini sevdiği, saydığı yaşanabilir, mutlu bir hayat düşlüyordum çocukluk yıllarımda. Daha sonra bazı gerçeklerle yüzleşmeye başladım. İstanbul’a geldiğimde de Ardahan’daki toplumsal yapıyla çok farklı olduğunu gördüm. Ardahan’da az da olsa komünal bir yaşam vardı. İstanbul’da tam aksine herkes birbirini sömürmeye çalışıyor. Patronlar bizleri sömürüyor, ayriyeten İstanbul’un insanı da kendini uyanık zannederek birbirini de sömürmeye başlamıştı.“

Okul yıllarında haksızlıklarla yüz yüze kalan Dilbent, sonradan okulu bırakıyor. Köyünden çıkıp İstanbul’un yolunu tutan Dilbent’in artık kadın olarak mücadelesi başlıyor.

“Ben okumayı seven bir insandım. Okumayı sevmeme rağmen tembel bir öğrenciydim. Çünkü kendimi derse veremiyordum. Gerek evdeki bir takım sorunlardan kaynaklı gerekse de bazı öğretmenlerin bizlere ayrımcılık yaptıkları ile alakalıydı. 5’inci sınıfta öğretmenim çok yaramazım diye notlarımı kırdı ve hak ettiğim şekilde takdir belgesi vermedi. Aslında benim için o dönem bir dönüm noktasıydı. Tam da kendimi derse verdiğim bir noktaydı. Öğretmenin, sadece etrafta koşturduğum için notumu kırması benim eğitime olan inancımı zedeledi. Sadece okumam gerektiği algısı ile okumaya başladım. Maddi koşullardan kaynaklı lise 1’e kadar okuyabildim. Sonrasında da iş hayatı…

Birilerinin bizi sömürmesi üzerinden aldığımız ücret beni özgürleştirmeyecekti. Bunun yanında iş yerlerinde kadınlara uygulanan ayrımcılık beni epeyce düşündürüyordu. Erkek işçilere göre daha fazla iş yapıyorduk ama daha az ücret alıyorduk. Bir sorun olduğunda azarlanan kadınlar olarak bizdik. İş yerinde bir kadın olarak kendimi var edemiyordum. Ya ezilmem ya da altından kalkmam gerekiyordu. Aslında yaşamın pratiğini önümüze seren olay örgüleri ile birlikte sorgulamaya başladığında bir seçim yapmak zorunda kalıyorsun. Bu seçim de haksızlıklarla, adaletsizliklerle mücadele etme seçimimdi. 14 yaşımdan beri de aslında bu düşünceyle hareket etmeye çalışıp, mücadele ettim.”

Dilbent’in çalıştığı işyerlerinde haksızlıklara karşı çıkması içgüdüsel olarak gerçekleşir. Herkesin aynı düşündüğü bir yerde farklı düşünmenin zorlukları Dilbent için farklı mücadele kapılarını da aralıyor.

"Bir kere gücümüzü keşfetmiştim. Düşünebiliyordum. Bu benim için bir dönüm noktasıydı. Bu bilinç bana yettiği için de her yerde mücadele etme anlayışı da gitgide daha da ilerliyor, büyüyor. Başkalarına yapılan haksızlığı görüp içgüdüsel olarak savunma haline geçiyorsun. Bu savunmada da insanların sana yaklaşımları çok farklı oluyor. Herkes alışmış, aynı düşünüyor, sorgulamıyor ve boyun eğmiş. Orada farklı bir fikir ortaya koyman sorunlarla pekiştiği için hareketlerine yansıyor. Birçok işyerinde bazı çıkışlarım özellikle kadın işçiler tarafından merak uyandırdı. Ve oturup tartışmaya başladık. Babamın anneme şiddet uygulamasıyla ona karşılık verdiğimden beri bilinç var. Bu insanlara yansıyınca ve karşılık bulunca doğal olarak mücadele ediyorsun. Çalıştığım işyerlerinde özellikle kadın işçilere yönelik taciz vardı. Bir işyerinde 6 yıl gibi bir süre çalıştım. Orada hem çocuk işçi çalıştırılıyordu hem de genç kadın işçilere ustaların, şeflerin tacizi oluyordu. Birkaç defa kadınlarla dışarıda görüştük, konuştuk, tartıştık. O arkadaşlar fabrikada mobbinge, tacize ne kadar katlanır hale gelmiş olsalar da öyle olmaması gerektiğini biliyorlardı. Sonra bu arkadaşlarla fabrika içerisinde gün yüzüne çıkarmaya karar verdik. Arkadaşlar cesaretini toplayıp şikayet etti ama müdür ile ustabaşının bakış açısı aynıydı. Bir gazeteye durumu ilettikten sonra müdür ve tacizci iki ustabaşı işten kovuldu ve oradaki ağır çalışma koşulları bir nebze de olsa rahatlatıldı.”

Sorunlarla başa çıkamadığı zamanlar olsa da asla mücadele etmekten vazgeçmediğini söylüyor Dilbent, sesindeki kararlılıkla.

“Bir yerde pes etmeye götürebilir bir hale geliyorsunuz ama mücadele etmeyi bırakmadım. Çünkü yaşamak istiyorum. Yaşamak istediğim için de mücadele etmek zorundayım. Bir şeyleri bilip, sorgulayıp karşılığını bulduğunda mücadeleyi bırakmak insanı çürütür. Çürümemek için mücadeleyi asla bırakmadım. Bu bilincin başkalarına aktarmam gerektiğini bir kadın işçinin ya da ev emekçisinin kendini daralmış, kutuplaşmış bir hayat içinde var ediyor olmasını kabul etmiyorum. Ona bir pencere açıyorsun ve daha farklı bir dünya gösteriyorsun. Sonuçta insanlar medyanın yansıttığı programların dışına çok çıkamıyor, hayatı ondan ibaret oluyor. Haksızlığa maruz kaldığı zaman atacağı adımları bilmiyor. Ana akım medyada intihar haberleri çok yaygın veriliyor ama işsiz kaldığı, yaşam kaygısı olduğu için intihar etmiş, bunların çözümüne karşı mücadele edenlere yer verilmiyor. Dolayısıyla yol ve yöntem bilmiyorlar. Bunları göstermek de bizim görevimiz. Ben bu görevi sonuna kadar yerine getirmeye gayret edeceğim.”

Çocukluk hayallerinin yeşil olduğuna, fakat artık sistemin betonlaşmışlığına büründüğüne değiniyor Dilbent, bu karamsarlığın ardından, kurduğu hayalin çocukluğundan daha da yeşil ve betonlaşmaya yer vermeyecek bir hayale dönüştüğünü ifade ediyor. Sözlerini bizlerle bir anısını paylaşarak noktalıyor Dilbent, taze bir çiçeğin koparılarak kendisine hediye edilmesiyle, kendinde yarattığı hüznü ve umuduyla o çiçeği yeşertmeye…

“Köy okulunda derse geç kalmak şiddete maruz kalacağın anlamına geliyor. Bu nedenle sokaklarda dolaşıyordum. Dolaşırken bir kadın keşfettim. Yaşlı bir teyzeydi. Bu kadını, sokakta tezek toplarken tanıdım. Peşine takıldım, evine misafir oldum. Maddi durumu pek iyi değildi. Okuldan daha önceliğimdi, her zaman giderdim yanına. Daha sonra arkadaşlarımla paylaştım kadının durumunu ve bir dayanışma kampanyası başlattık. Köyde durumu iyi olan insanlardan para istedik ama kimse vermedi. Biz de ucuza bulduğumuz şeyleri biraz daha fazla fiyata satarak bir ağ oluşturduk. Dayanışmayı da kadına ulaştırdık. Çocuktuk ama kendimizi sorumlu hissediyorduk. İlk orada dayanışmayı ve dayanışmanın verdiği gücü keşfettim. Daha sonra kampanyayı genişletip çok iyi bir yardım elde etmiştik. O neneye o yardımı götürdüğümüzde yaşamını yitirdiğini öğrendik. O gün hiç ağlamadım. Neden ağlamadım?  Aslında o insanın tek başına bir yaşam mücadelesi vardı. Herkes onu görmezden geliyordu ama biz bir şeyler yapabilmiştik. Bir nebze de olsa son günlerde onu mutlu etmiştik. Bu benim her zaman hafızamda kaldı. Yardımlaşmanın insanı güzelleştirdiğine, iyileştirdiğine inanırım.”

Sena Dolar - Jinnews / 06.03.21