15-16 Haziran Direnişi sadece işçi sınıfının sahip olduğu muazzam gücü kanıtlamakla kalmadı. Aynı zamanda kapitalist sömürü düzeninin sahiplerinin dizlerini titreten bir mücadele deneyimi yarattı. Burjuvalara “Kaçın, işçiler geliyor!” diyerek ülkeyi terk etmeyi bile düşündüren bu büyük işçi kalkışması aradan geçen 54 yıla rağmen aşılmayı bekleyen bir eşik olarak yol göstermeye devam ediyor.
Her şeyden önce 15-16 Haziran Direnişi tek başına DİSK’in kapatılmasına karşı gerçekleşen 2 günlük bir tepki eylemi değildi. Fabrika işgalleri ve grevlerle büyüyen mücadelenin birleşerek sömürü düzeninin sahiplerine meydan okuduğu andı.
“Sınıfsız ve imtiyazsız” bir toplum yaratacağını iddia eden genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiç de öyle bir niyetinin olmadığı zaten çoktan açığa çıkmıştı. İşçi sınıfı her başını kaldırmak istediğinde ya sopa kafasına indiriliyor ya da CHP’ye bağlı “İşçi Büroları” kurulması, Türk-İş’in kuruluşu gibi örneklerde olduğu gibi örgütlenme ve mücadele arayışı düzenin denetimi altına alınıyordu. İşçi sınıfının sendikal örgütlenme hakkını kazanması için bile Kavel Direnişi’ne kadar beklenilmesi gerekmişti.
1950’li yıllarda hızlanan kapitalistleşme süreci 1960’lı yılların başından itibaren adım adım örülen, fabrika fabrika büyüyen işçi mücadelelerine yol açtı. Gelişen ve militanlaşan hareket Türk-İş’in uzlaşmacı çatısının içine sığmayınca DİSK kuruldu. DİSK ve tabandan gelişen işçi hareketi birbirine şekil vererek ilerledi. Düzenin iki has partisi AP ve CHP, kendini DİSK şahsında ortaya koyan işçi hareketini denetim altına almak için sendikalar yasasında yeni bir düzenleme hazırlığına girişti. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk’ün “DİSK’in canına ot tıkayacak!” dediği yasa tasarısıyla amaç DİSK’i kapatmaktan çok DİSK’in örgütlenmesine getirilecek kısıtlamalarla yükselen işçi hareketini bastırmak ve örgütlenme arayışını bir kez daha kontrol altına almaktı. Ancak işçi sınıfı örgütlenme hakkını savunmaya bu sefer çok daha fazla kararlıydı.
DİSK yönetimi yasa gündeme gelir gelmez yasaya karşı hazırlıklara girişti. Ancak bu hazırlıkların önemli bir kısmı Ankara merkezli diplomasi trafiğine dayanıyordu. Muhtemeldir ki daha kuruluşlarından itibaren kendileri için varlık zemini olarak gördükleri 1960 Anayasası’na güveniyorlardı. Ama yaşananlar gösterdi ki işçi sınıfı saldırının anlamını ve kapsamını onlardan çok daha iyi kavramıştı. Yasanın mecliste kabul edilmesiyle hızla harekete geçildi. DİSK yöneticileri 15 ve 16 Haziran’da sınırlı protestolar düzenleyip 17 Haziran günü büyük bir miting yapmayı planlıyorlardı.
Sendika yöneticileri ve işyeri temsilcilerinin katıldığı, direnişten bir gün önce gerçekleşen ünlü Merter toplantısında esen ise tam bir direniş rüzgârı oldu. Konuşan her bir işyeri temsilcisi temsil ettikleri işçiler adına direniş iradesi ve kararlılığını ortaya koydu. Sendika yöneticilerinin siyasal ufkunun sınırları olsa da o günün DİSK’i bugünkü gibi bürokratik, hantal, mücadele kaçkını bir yapı değildi. Tabanın iradesi ve kararlılığı 17 Haziran mitingini beklemeden harekete geçileceğini gösteriyordu.
15 Haziran sabahı yüzü aşkın işyerinde üretim durdu ve on binlerce işçi fabrikalardan çıkarak protesto yürüyüşleri gerçekleştirdiler. 16 Haziran’da ise Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçilerin de katılımı ile 170 bini aşkın işçi İstanbul ve Gebze’de dört koldan yürüyüşe geçti. İşçi sınıfı burjuvazinin dizlerini titreten bir irade ve kararlılıkla sahnedeydi. Sokaklarda akan işçi selini ne barikatlar ne de Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda sıkılan polis kurşunları durdurabildi. Büyük bir işçi kalkışmasına dönüşen hareket yalnız düzenin sınırlarını değil bu sınırlara bağlı DİSK yöneticilerinin de ufkunu aştı. Sıkıyönetim Komutanlığı’na çağrılan sendika yöneticileri radyodan işçilere “Anayasa’ya saygı” çağrısı yaptı. Bu çağrı ile birlikte sokak eylemleri sona erdi. Ancak işçiler iş yerlerinde günlerce iş durdurma ve iş yavaşlatma eylemlerini sürdürdü.
Sonuçta söz konusu yasa 1971 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Şüphesiz Anayasa Mahkemesi’nin yasayı iptal etme kararının esas nedeni işçi sınıfının 15-16 Haziran’da ortaya koyduğu bu büyük direnişin gücüydü.
15-16 Haziran Direnişi sadece birleşik, kitlesel ve militan bir sınıf hareketinin gücünü göstermekle kalmadı, aynı zamanda sınıf mücadelesinin yasaları da belirleyeceğini göstermiş oldu.
Bununla birlikte 15-16 Haziran Direnişi işçi sınıfının aşması gereken engellere de ışık tuttu. Sendikal bürokrasi ve onun kurulu düzenle sınırlı ufku bu engellerden biriydi. Bir diğeri ise devrimci bir önderlikten yoksunluk koşullarında ne kadar kararlı mücadele edilirse edilsin elde edilen kazanımların sınırlı kalacağı gerçeğiydi. İşçi sınıfı sermaye düzeni karşısında nihai zafere ancak devrimci sınıf partisinin önderliğinde ulaşabilirdi.
Aradan geçen 54 yılın ardından 15-16 Haziran Direnişi başardıkları ve eksik bıraktıkları ile birlikte öğretmeye ve yolumuza ışık tutmaya devam ediyor.
Emeğin Kurtuluşu’nun 34. sayısından alınmıştır…