Kızıldere ve 6 Mayıs'ın 50. Yılı anısına…

'71 Devrimci Çıkışı: Yeniden devrimcileşmede dönüm noktası

'71'den kalıcı olan devrim yapmak iradesiydi ve bu çok önemliydi. Kurulu düzeni yıkmak üzere devlete başkaldırmak, bu yeni bir durum, yeni bir tutumdu. Devrimciliği de temelde buradan geliyordu. İdeolojik konumu tartışmalıydı, ama bu yönelimiydi asıl kalıcı olan. Devlete başkaldıran bu genç insanlar, bunu bir devrim anlayışına dayandırıyorlardı. Sonuçta kendilerince bir devrim teorileri vardı ve bu kendince özgün öğeler de içeriyordu. Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya'nın yazıları buna tanıklık etmektedir. Ortaya konulan çizgi elbette tartışmalıydı, ama bu yeni dönemde hızla aşıldı. Onlarda kalıcı olan devrim yapmak arzusu, iradesi ve yönelimi oldu. Aradan neredeyse bir yarım yüzyıl geçtiği halde unutulmamalarının ve unutturulamamalarının gerisinde bu var. Öncü savaş yürüttükleri için değil, fakat kendilerini bir davaya adayıp kurulu düzenin karşısına devrimci olarak çıktıkları için kalıcı olabildiler. '71 devrimciler kuşağının tarihimizde buradan gelen çok ayrı bir önemi var.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 30 Mart 2024
  • 08:55

Ekim’in 323. sayısında yayınlanan  “Kızıldere ve 6 Mayıs'ın 50. yılı anısına” başlıklı değerlendirmeyi okurlarımıza Kızıldere’nin 52. yıldönümünde sunuyoruz…

Mahir Çayan ve arkadaşlarının topluca katledilmesinin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesinin 50. Yılı içerisindeyiz. Gelecek yıl (2023) İbrahim Kaypakaya’nın işkencede katledilişinin 50. Yılını anacağız. Deniz, Mahir ve İbrahim, bu üç devrimci lider bir arada, ‘68 devrimci gençlik kuşağını ve ‘71 Devrimci Çıkışını temsil ediyorlar. Aradan geçen yarım yüzyıla rağmen toplumun hafızasında ve ilerici kitlelerin kalbinde tüm canlılığı ile halen yaşıyorlar. Bu olgu geride bıraktıkları derin etkinin zamana dayanıklı gücüne tanıklık ediyor. Bu ülkede on yıllardır komünizm, devrimcilik, devrimci düşünce ve eylem kötüleniyor, anarşizm ve terörizm, bölücülük ve yıkıcılık olarak suçlanıyor. ‘71 Devrimci Çıkışı’nın temsilcisi durumundaki insanlar toplumun hafızasından ve emekçilerin kalbinden bütün bu çabalara rağmen silinemiyor. Bu, Deniz Gezmiş’in simgelediği devrimciler kuşağının, Türkiye’nin yakın tarihinde bıraktığı derin izin ve toplumun ilerici katmanları üzerinde yarattığı büyük etkinin gücüne tanıklık ediyor.

Bu etki daha en başından itibaren siyasal ve duygusal yönleri iç içe taşıyordu. Siyasal ve duygusal yönlerin bir arada etkide bulunduğu ya da biri öne çıkarken diğerinin geri plana düştüğü durumlar, Türkiye’de siyasal süreçlerin seyri ve sınıflar mücadelesinin tablosuyla sıkı sıkıya bağlantılı olmuştur. Başlangıçta, 12 Mart’ı izleyen devrimci yükseliş yıllarında, bu iki boyutlu etki iç içe en güçlü biçimde kendini göstermişti. Bugünse siyasal muhteva belirgin biçimde geri plana düşerken, duygusal yön baskın biçimde ön plana çıkmıştır. Bu şaşırtıcı da değildir. Devrimci siyasal mücadelenin gücünü büyük ölçüde yitirdiği, sınıf ve kitle hareketinin uzun yıllardır aşılamayan bir gerilik yaşadığı, ‘70’li yılların devrimci hareketini oluşturan başlıca akımların son kırk yılda birbirini izleyen tasfiyeci süreçlerin ardından devrimden koparak liberalleştiği ve artık tamamen düzenin icazet alanına yerleştiği bir tarihi dönemde, sonuç başka türlü de olamazdı.

Bütün bunlara bir de sosyalist olmak iddiasındaki reformist solun geçmiş devrimci mirasın içini boşaltma, onu kurulu düzen için kabul edilebilir sınırlara hapsetme çabasını ekleyiniz. Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek içinse, ‘71 Devrimci Çıkışı’na anlamını veren, bu tarihsel kopuşa esas muhtevasını kazandıran temel unsurları önemle göz önünde bulundurmak gerekir. Bugün hala da ‘71 Devrimci Çıkışı’nın toplumsal etkisinden samimiyetsizce yararlanmaya çalışan reformist sol yapılar, gerçekte Denizler’in o zamanlar reddettiği ve terkettiği ne varsa olduğu gibi ona geri dönmüş durumdalar.

***

Tarihsel TKP Ekim Devrimi’nin ateşi içinde ve Komünist Enternasyonal’in bir parçası olarak doğdu. Bu devrimci doğum, kuruluşunu hemen izleyen aylarda kurucu önderliğin yok edilmesiyle daha baştan çok ağır bir darbe aldı. Mustafa Suphiler’in kaybı henüz örgütsel birliğini somut olarak gerçekleştirememiş partiyi, yanı sıra ideolojik bir kargaşanın içine de itti. Devrim yapmak için yola çıkan parti bu misyonundan hızla uzaklaştı. Bu durumdan kurtulması, yeniden genel hatlarıyla devrimci bir çizgiye oturması, 1920’lerin sonunu buldu. Kemalist rejimin sonu gelmez saldırıları altında politik ve örgütsel planda fazlaca bir varlık gösteremese de bu konumunu 1937 başına kadar korudu. Bu tarihten itibaren ise, bizzat Komünist Enternasyonal’in tümüyle tartışmalı müdahale ve yönlendirmesinin bir sonucu olarak, devrimci konumunu, bunun da ötesinde bir parti olarak varlığını hızla yitirdi.

Bir avuç TKP kadrosunun ağır bedellere mal olan 1940’lardaki çabaları elbette saygıya değerdir ve tarihsel sol mirasımızın bir parçasıdır. Fakat yazık ki demokrasi ve barış mücadelesi sınırlarını çok fazla aşamayan bu çaba ve fedakarlıklar, Tarihsel TKP’nin devrimci temeller üzerinde yeniden inşa edilmesine hiçbir biçimde yetmedi. 1951’deki ağır darbenin ardından sol tarihimizin Tarihsel TKP tarafından temsil edilen bu dönemi fiilen sona erdi.

Tarihsel TKP’nin devrimci programını bir yana bırakmakla kalmayıp örgütsel varlığına da son verdiği 1937 yılından başlayarak 1970 yılı başına kadar, demek oluyor ki otuz yılı aşkın bir tarihsel dönem boyunca, Türkiye’de ne devrimci bir parti ya da örgütten, ne devrimci bir program ve politik çizgiden, ne de doğal olarak devrimi örgütlemeye yönelik politik bir irade, yönelim ve eylemden söz etmek olanağı vardır. Bu katı tarihsel olgu görülmeden ve anlaşılmadan, ’71 Devrimci Çıkışı’nın sol hareketimizin tarihindeki çok özel yeri de anlaşılamaz ve yerli yerine oturtulamaz. ‘71 Devrimci Çıkışı ifadenin en tam anlamında Türkiye’de devrimci hareketin yeniden doğumudur. Bu açıdan sol hareketimizin tarihinde köklü bir dönüm noktasını işaretlemektedir.

1990 yılına ait bir değerlendirmede, ‘60’lı yılların bütünlüğü içinde buna şu sözlerle işaret edilmektedir:

“‘60’lı yıllar Türkiye sol hareketi için bir yeniden doğuş dönemidir. Sol yeniden doğmuş, tarihinde ilk defa olarak kitleselleşmiş ve bir daha çıkmamacasına tüm toplumun gündemine girmiştir. Bunu olanaklı kılan maddi zemin, şüphe yok ki, ‘60’lı yılların alt sınıflardan kaynaklanan sosyal hareketliliği oldu. Bu hareketlilikten beslenerek politik bir dinamizm kazanan Türkiye solu, öte yandan, Türkiye’nin ve dünyanın o günkü özgün tarihsel ortamında, beslendiği tüm ulusal ve evrensel düşünce kaynaklarınca daha başından sakatlandı. ... Sol bu döneminde iktidar ufkundan ve devrimci kimlikten yoksundu. Düzene karşı mücadelesi düzen kurumlarının çerçevesini aşmıyordu. Sosyalizmin Türkiye’nin tarihinde ilk kez olarak kitleselleştiği bu dönem, sosyalizmin sol tarafından burjuva bir içerik ile savunulduğu bir dönem idi aynı zamanda. ‘60’lı yıllar, Türkiye solunda burjuva sosyalizminin egemenlik dönemi oldu.”

“Solda devrimcileşme ‘70’lerin başına denk gelir ve tüm ‘70’li yıllara ve solun büyük bir kesimine damgasını vurur. Politik mücadelede düzen aşılmış, başlıca kurumlarıyla devlet karşıya alınmıştır. …” (Ekim, Sayı: 37, Ekim 1990)

1960’lara girişle başlayan yeni dönem partimizin temel metinlerinde döne döne alınıp irdelenmiş, temel önemde değerlendirmelere konu edilmiştir. Buna yönelik son bir girişim Teslim Demir yoldaşın anısına yapılan değerlendirme olmuştur.

Bu değerlendirmenin ‘71 Devrimci kopuşunu hazırlayan süreçleri ve bu kopuşun tarihsel anlamını ele alan bölümünü, Kızıldere’nin ve 6 Mayıs’ın 50. Yılı anısına burada yeniden sunuyoruz.

‘60’lı yıllarda sol dalga ve devrimci önderlik boşluğu

Sol hareketimizin Cumhuriyeti de önceleyen bir tarihi var. ‘60’lı yıllara kadar neredeyse sadece TKP’de temsil edilen bir tarihtir bu. TKP tüm tarihi boyunca sınırlı sayıda aydın ve işçiden oluşan, kitle tabanından yoksun, alabildiğine dar bir kadro partisi olarak kaldı. 1951 Tevkifatı’nın ardından ise tümüyle tasfiye oldu. ‘60’lı yıllarla başlayan yeni döneme az sayıda kadro ve tartışmalı bir düşünsel-politik miras bıraktı. Geriye kalan ve onun gerçek temsilcisi sayılan kadrolar bu yeni dönemde TKP’nin yeniden inşasını gündeme getirmediler. Böylece tarihsel TKP tarihe karışmış oldu. ‘70’li yıllarda Leipzig eksenli olarak aynı isimle sahneye çıkan partiyse tümüyle farklı bir oluşumdur.

 ‘60’lı yıllar modern Türkiye’nin tarihinde sol ve sosyal mücadele açısından tümüyle yeni bir dönem oldu. Hızlanan kapitalist gelişmenin ürünü modern sınıflaşma, sosyal, siyasal ve kültürel sonuçlarını ülke düzeyinde göstermeye başladı. Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi katmanların istemleri, bunun ürünü mücadeleler ve bu mücadelelerden güç alarak serpilen bir sol hareket gerçeği vardı artık Türkiye’de.

Bu yeni dönemde birbirini izleyerek ortaya çıkan birden fazla sol akım görüyoruz. Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği Yön Dergisi’nde temsil edilen ve kendini Kemalizm’in yeni koşullara uyarlanmış temsilcisi sayan darbeci bir burjuva solu, zamanlama olarak bunlardan ilk ortaya çıkanıydı. Farklı eğilimlerden karışık kafalı sendikacıların kurduğu, altından kalkamadıkları için de çok geçmeden yönetimini ilerici aydınlara devrettikleri TİP ise sosyalist solu temsil etmek iddiasındaydı. Çok geçmeden TİP bünyesinde yaşanan bölünmeyle birlikte, tarihsel TKP kökeninden gelen ve geleneği temsil eden Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetlerin önderlik ettiği eğilimler, esas olarak da Mihri Belli önderliğindeki MDD Hareketi, dönemin bir öteki önemli sol akımı oldu. 1970 başına, yani ‘71 Devrimci Çıkışı’nın hemen öncesine kadar, solun tablosu kabaca böyleydi.

TİP’in ve MDD Hareketi’nin lider kadroları, tarihsel TKP’den arta kalanlardan oluşuyordu. Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı için bu dolaysız olarak böyleydi. Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran ise 1940 sonrasının TKP sempatizanı sol aydınlarına mensuptular. Bu ikinciler, ‘60’lı yıllarda ve daha somut olarak da TİP yönetimi dönemiyle birlikte, tümüyle reformist-parlamentarist bir çizginin temsilcileri oldular. Mücadeleyi ileriye götürmek değil fakat dizginlemek ve düzenin icazet sınırları içinde tutmaktı esas rolleri. Ama tarihsel TKP’den gelen, dahası onun direnişçi kanadını oluşturan Mihri Belli ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi liderlerin de, dönemin sosyal uyanışına ve bunun beslediği sol dalgaya önderlik edebilecek bir devrimci program, çizgi ve örgüt ortaya koyamadıklarını, tam tersine hareketi başka biçimlerde sakatladıklarını, böylece sonraki parçalanmalara da kolaylaştırıcı bir zemin hazırladıklarını biliyoruz.

‘60’lı yıllar, düzen sınırlarını aşamayan bir burjuva sosyalizmi dönemi oldu. İzlenen çizgi kadar, bunun gerçekleşmesi için temel alınan ya da umut bağlanan araçlar yönünden de bu böyleydi. Ya parlamentarizme bel bağlanıyordu, ki Aybar-Boran liderliğindeki TİP şahsında olan buydu. Ya da sözümona sol bir askeri darbeden hiç değilse o konjonktürde yarar umuluyordu, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı şahsında olansa buydu. Bu ikincilerin ilk gruptan önemli bir farkı, demokratik devrim düşüncesinin farklı versiyonları üzerinden ortaya kendilerince devrim stratejileri koymalarıdır. Ama bu hiç de devrime yönelen bir politik çizginin temsilcileri oldukları anlamına gelmiyordu. Hiç değilse o evrede öncelikli beklentileri, sözde sol Kemalist bir askeri darbenin “kapitalist olmayan yol”dan yolu açmasıydı. Bu konum ve tutum, düzenin icazet sınırlarını esas alan pasifist TİP yönetiminden farklı olarak, MDD Hareketi’nin dönem içinde ve daha çok da gençlik hareketi üzerinden izlediği militan mücadele çizgisini gölgeliyordu.

Oysa bu aynı yıllar, 1960’lı yılların ikinci yarısı, solun gelişip serpilmekte olduğu dinamik bir özel evreydi. Sosyal uyanışın tazeliği ile, işçi sınıfı hareketinin diriliği ile, genel olarak solun toplum içerisinde umut vadeden bir güç olarak öne çıkması ile ayırt edilen, tümüyle yeni bir dönemdi sözkonusu olan. Bu, başta işçi sınıfı olmak üzere alt sınıflar yönünden sosyal uyanış ve mücadelenin gelişip serpildiği, sol açısındansa tarihinde ilk kez olarak kitleselleşmenin ve toplumun gündemine girmenin başarılabildiği bir tarihi evredir. Ama yazık ki bu gelişmeye devrimci açıdan yanıt verebilen herhangi bir parti, örgüt ya da önderlik ortaya çıkamadı bu yıllar içinde. Geçmişten kalan ve sürekliliği temsil edenler, Mihri Belliler ve Hikmet Kıvılcımlılar, hiç değilse o günkü çizgileri üzerinden burjuva sosyalizmini aşamayan bir perspektifin içinde kaldılar. Çevrelerinde yüzlerce genç militan varken, bunların tümü de devrime ve sosyalizme gönül vermişken, bunlarla bir parti kurmak yoluna bile gitmemeleri bu açıdan yeterince açıklayıcıdır. Oysa devrimci partinin inşası gerçek bir devrim mücadelesinin ilk ve olmazsa olmaz koşuludur. Ama biz o yıllarda bunu açık bir hedef olarak tanımlayan ve somut bir süreç olarak yönelen herhangi bir girişim göremiyoruz. Mihri Belli ve arkadaşları, tarihsel TKP’nin temsilcileri olmak iddialarını koruyorlar, ama 1951 tutuklamalarıyla tümden yıkıma uğramış bulunan bu partinin yeniden inşası için kıllarını kıpırdatmıyorlardı.

Mihri Belli’nin o dönem için sorumluluğu özellikle ağırdır. Zira dönemin gençlik hareketini sürükleyen çok sayıda devrimci genci ve aydını kendi çizgisine kazanmış lider kişilik konumuyla, bu asıl olarak onun dönemi ve dolayısıyla da göreviydi. (Hikmet Kıvılcımlı’nın öne çıkışı dönemin sonuna doğrudur). O yıllarda Mahir Çayanlar, Deniz Gezmişler ve İbrahim Kaypakkayalar şahsında simgelenen devrimci gençlik büyük bir bölümüyle Mihri Belli önderliğindeki MDD Hareketi saflarındadır. Genç devrimcilerin ezici bölümü “Mihrici”dir. Bu büyük ve nitelikli bir kadro potansiyelidir, dolayısıyla devrimci bir partileşme süreci için bulunmaz bir imkân ve kaynaktır. Oysa Mihri Belli’nin devrimci bir parti girişiminden, çok geçmeden boşa çıkan oportünist hesap ve kaygılarla uzak durduğunu biliyoruz. Dönemin sonuna (1970 yılı ortalarına) doğru nihayet buna yönelmiş görünmesiyse, ciddi bir adımdan çok, MDD Hareketi bünyesindeki büyük kanamayı durdurmaya yönelik göstermelik, yüzeysel ve sonuçsuz bir manevradır.

Aynı ‘60’lı yıllar, dünyada devrim dalgasının sürmekte olduğu bir tarihsel evreyi işaretlemektedir. Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik bozulma ve ideolojik yozlaşmaya, bununla bağlantılı olarak dünya komünist hareketindeki bölünmelere ve sorunlara rağmen, dünya ölçüsünde yaygın sosyal hareketlilikler ve devrimci mücadeleler var. Devrim dalgasının dünya ölçüsünde yükseldiği bir dönemdir sözkonusu olan. Dünya ölçüsündeki bu sürece de tanıklık eden genç devrimciler marksist klasikleri inceledikçe ve devrimler tarihi konusunda bilgi edindikçe, doğal olarak güven veren bir devrimci önderlik bekliyorlardı. Buna yanıt veren liderler, partiler, örgütsel yönelimler yoksa, sonuçta bu kaçınılmaz biçimde yeni arayışlar yaratırdı. Nitekim ‘60’lı yılların sonuna doğru Türkiye’de yaşanan da bu oldu.

Sonradan 1971 Devrimci Çıkışı’nın öncülüğünü yapan tüm kadrolar, 1967-70 döneminde Mihri Belli liderliğindeki MDD Hareketi bünyesinde yer alıyorlardı. Ama öte yandan bu aynı genç kadrolar devletin, dolayısıyla o günlerde “zinde güçler” cilasıyla oportünist ham hayallere dayanak yapılan ordu ve bürokrasinin ne anlama geldiğini, devrimin kurulu düzen ile onu devleti karşısında nasıl davranması gerektiğini hararetle inceledikleri klasik marksist eserlerden biliyorlardı. Yanı sıra Rusya, Çin ve Küba gibi başarılı devrim örneklerini inceliyor, bunların tuttuğu yoldan, izlediği gelişme çizgisinden etkileniyorlardı. Bu süreç çok geçmeden genç devrimcilerin devlet darbeciliği peşinde koşanlardan kopmasıyla sonuçlandı.

Dönemin devrimci gençliği devrim istiyordu. Ama izlenen çizginin, savunulan görüşlerin, girilen yolların hiç de buraya götürmediğini de görüyordu. TİP’in varı yoğu parlamentarizmdi. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren gibileri bütün umutlarını kurulu düzenin anayasasına ve parlamentosuna bağlamışlardı. Dönemin egemenlerine güven vermek ve böylece onların şerrinden korunmak için, söylemlerini ve eylemlerini anti-komünizme vardırdıkları bile oluyordu. Bunların karşısında ise büyük itibarı olan ve bununla da başlangıçta genç devrimcilere güven ve umut veren Mihri Belli gibi tarihi kişilikler vardı. Oysa bunlar da, hiç değilse o konjonktürde, çıkış için bir ordu darbesinden medet umuyorlardı. Bu umut kırıcı tablo, teorik birikim ve pratik mücadele deneyimi bakımından henüz çok yeni ve dolayısıyla yetersiz bu genç devrimcileri çıkış yolunu bizzat bulmaya yöneltti. Devrimci bir önderlikten yoksun kalanlar, büyük bir cüret ve cesaretle bunu bizzat inşa etmeye giriştiler. Başka bir alternatifleri yoktu ve bu, dönemin yeni devrimci kuşağının büyük şansızlığı idi.

Devrimci önderlik boşluğuna karşı çıkış arayışları

(...) Uzun yıllar boyunca kitle desteğinden yoksun kalan sol, 1960’lardan itibaren nihayet toplumsal düzeyde bir güç olarak ortaya çıktı. ‘60’lardaki sosyal uyanışın beslediği kitle hareketi bunun bir ilk kaynağıydı. ‘74’de patlak veren yeni devrimci dalga bunun daha ileri düzeyde yeni bir örneği oldu. Ama yazık ki sol hareket bu dönemlere her seferinde bir ön hazırlıktan yoksun olarak girdi. Ne devrimci bir düşünsel birikim, ne devrimci bir program, ne iyi kötü hazırlığını önden yapmış devrimci bir parti vardı. Yani bu dalgayı karşılayacak, omuzlayacak herhangi bir ön politik-örgütsel birikim, dolayısıyla hazırlık yoktu. Olduğu kadarıyla da sorunluydu, yararlı olmaktan çok sorun kaynağı idi.

Bu, kabaran dalganın esası yönünden kendiliğinden dinamiklerle ilerlemesi, bunun sonucu olarak da bir yerde bir yerlere çarpıp kaçınılmaz biçimde kırılması demekti. ‘60’ların ikinci yarısını kaplayan dalgada da bu böyle oldu. Düzen cephesi, egemen bir sınıf olarak burjuvazi, her düzeyde ve her bakımdan örgütlüydü. Arkasında da tüm imkanları ve muazzam deney birikimiyle emperyalizm vardı. Daha ‘60’lı ilk yıllardan itibaren Amerikalı uzmanlar Türkiye’deki sosyal uyanışı görüyor, Türkiye’yi yönetenlere sürekli akıl veriyor, yol yordam gösteriyorlardı. Bu dalganın önünü nasıl alabilecekleri üzerine politikalar ve planlar sunuyorlardı. Nitekim örgütlü bir güç olarak dinsel gericiliğin önü böyle açıldı. Komünizmle Mücadele Dernekleri böyle yaratıldı. Faşist paramiliter güçler Alparslan Türkeş eliyle böyle örgütlendi. Yani bir tarafta bilinçli ve alabildiğine örgütlü bir sınıf, bu sınıfın arkasında ise muazzam imkanları ve tarihsel deneyimiyle emperyalizm var. Emperyalizmin toplumsal uyanışları dizginlemeye ve saptırmaya, sosyal mücadeleleri ve sol akımları ezmeye dayalı bütün bir tarihsel deneyimi var. Beri tarafta ise kendiliğinden kabaran bir sınıf ve kitle hareketi dalgası ile devrimci parti ve önderlikten yoksun deneyimsiz bir genç devrimciler kuşağı...

‘60’lı yıllarda Türkiye toplumu hareketleniyor. Sola o güne dek görülmemiş türden bir yöneliş var. Toplumun kültürel bakımdan gelişkin kesimlerinin bir bölümünü de kapsıyor bu. Belki niceliği abartılmayabilir ama büyük kentlerde aydınlar, sanatçılar, sendikacılar, öncü işçiler sola yöneliyorlar. Sol kendiliğinden hareketlenen emekçileri dolaysız girişimlerle destekliyor, buluşma kolaylaşıyor. Toprağı işgal eden köylülerin desteğine Dev-Gençliler yetişiyor. Fabrikayı işgal eden işçilerin yanına sol sendikacılar ya da yine devrimci gençler koşuyor. Bu, buluşmayı, birbirini anlamayı, kaynaşmayı kolaylaştırıyor. Dalga var, mücadele giderek sertleşiyor. Fabrika işgallerinin yaşandığı, çatışmanın giderek sert biçimler aldığı bir tarihi dönem... 15-16 Haziran gibi hala da aşılamayan bir büyük işçi başkaldırısı, tam da bu dönemde, aynı ‘60’ların sonunda yaşandı ve onun tepe noktasını oluşturdu.

Mücadele sertleşiyor, hareketin devrimcileşme potansiyeli güçlü ama buna önderlik edecek devrimci bir parti, akım, önderlik yok. Solun o güne kadarki birikimi devrimci değil. Tarihsel olarak nedenleri incelenebilir ama sonuçta TKP devrimci bir parti olamadı. Saflarındaki bir kısım kadroların komünizm idealine samimi bağlılıkları ne olursa olsun TKP devrimci bir parti değildi. ‘60’lı yıllara TKP’den kalan elbette sol bir mirastı ama bunun devrimci niteliği hayli tartışmalıydı. Oysa sınıf mücadelesi sertleşiyordu ve bunu kucaklayacak dinamik devrimci bir partiye şiddetle ihtiyaç vardı. Bu parti için o günün Türkiye’sinde önemli bir devrimci genç kadro potansiyeli de vardı. Ama bu gücü birleştirecek, örgütleyecek, partileştirecek ve böylece örgütlü bir şekilde seferber edecek bir öznel irade yoktu ‘60’lı yıllar Türkiye’sinde. Üniversiteli genç insanların farklı arayışlara girmesi ve dolayısıyla da tartışmalı yollara düşmesi, bu tarihsel durumun bir ürünüdür. Marksizm “sol” sapmayı, sağ oportünizmin bir kefareti sayar. Bizde olan da tam olarak budur.

‘71 Devrimci Hareketi’nde kalıcı olan...

Genç ve deneyimsiz devrimciler çıkış yolunu kendileri aradılar. Çıkışı nerede gördüklerini biliyoruz. Ama değerlendirmelerimizde vardır; burada kalıcı olan sol sapma değil, devrim yapmak isteği, iradesi, cesareti ve pratiğidir. Bu pratiğin gerektirdiği bedeli ödeme tutumu, yaşamını devrime adama kararlılığıdır. ‘71 Devrimci Çıkışı’nda kalıcı olan budur, öteki herşey geçici olmuştur. Bilimsel bir tanım olarak “sol maceracılık” olarak tanımladığımız davranış, çok kısa bir dönemin geçici bir olayı olarak kaldı. ‘74’ü izleyen yeni devrimci dalga döneminde marjinal birkaç çevre dışında “sol maceracılık” diye bir şey kalmadı. Ana akımlar yönünden sol çizgi, yani dar insan gruplarına dayalı öncü savaş çizgisi, ‘74’den itibaren hızla aşıldı. Üstelik yerini devrimci hareket bünyesinde, özellikle de onun önderlik kademelerinde, güçlü sağ eğilimlere bırakacak denli.

‘71’den kalıcı olan devrim yapmak iradesiydi ve bu çok önemliydi. Kurulu düzeni yıkmak üzere devlete başkaldırmak, bu yeni bir durum, yeni bir tutumdu. Devrimciliği de temelde buradan geliyordu. İdeolojik konumu tartışmalıydı, ama bu yönelimiydi asıl kalıcı olan. Devlete başkaldıran bu genç insanlar, bunu bir devrim anlayışına dayandırıyorlardı. Sonuçta kendilerince bir devrim teorileri vardı ve bu kendince özgün öğeler de içeriyordu. Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın yazıları buna tanıklık etmektedir. Ortaya konulan çizgi elbette tartışmalıydı, ama bu yeni dönemde hızla aşıldı. Onlarda kalıcı olan devrim yapmak arzusu, iradesi ve yönelimi oldu. Aradan neredeyse bir yarım yüzyıl geçtiği halde unutulmamalarının ve unutturulamamalarının gerisinde bu var. Öncü savaş yürüttükleri için değil, fakat kendilerini bir davaya adayıp kurulu düzenin karşısına devrimci olarak çıktıkları için kalıcı olabildiler. ‘71 devrimciler kuşağının tarihimizde buradan gelen çok ayrı bir önemi var.

Bugün ‘60’lı yılların TİP liderlerini yalnızca solun reformist kanadı sahipleniyor. Devrimcilerse onları en fazla ilerici politik kimlikleri üzerinden ve bu sınırlarda bile ciddi kayıtlarla sahipleniyorlar. Türkiye solunda reformist liderleri sahiplenmede bir ortaklık yok ama Deniz Gezmişler’e ayrımsız tüm kesimler sahip çıkıyorlar. Deniz Gezmiş’in simgelediği devrimciler kuşağının solun ortak değerleri haline gelmesi rastlantı değildir ve son derece anlamlıdır. Devrim yapmak isteği, iradesi, cesareti ve bu uğurda kendini ortaya koyma pratiğidir bunu sağlayan. Onları kalıcı kılan budur.

Teslim Demir yoldaş türünden devrimcilere ruh ve ilham veren işte bu kuşaktı. Bu kuşağın adanmışlığı, 12 Mart’ın en karanlık dönemlerinde birçok genç insanın bilincinde derin izler bıraktı, ruhunda büyük fırtınalar estirdi. Bu genç devrimciler, Teslim Demir yoldaşa ilişkin parti açıklamasında da söylendiği gibi, o karanlık dönemde devrime inanç ve kurulu düzene hınç biriktirdiler. Karanlık bir dönemdi ve geçmeyecekmiş gibi görünüyordu, ama yalnızca üç yılın ardından geride kaldı. Toplum yeniden hareketlendi, sınıf ve kitle hareketi çok geçmeden çığ gibi büyümeye başladı. Tüm kesimleriyle sol hareket yükselen bu dalga içinde bir önceki dönemle kıyaslanmayacak bir büyük kitle desteğine ulaştı. (...) (Teslim Demir / Devrime Adanmış Yarım Asır, Eksen Yayıncılık, s.149-57)

(www.tkip.org 'dan Ekim, sayı 323, Mayıs 2022 tarihli sayısından alınmıştır…)