Uzun süre açık ya da gizli, bilinçli ya da bilinçsiz bir sansürün ya da aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere bir tür susku komplosunun kurbanı olan İbrahim Kaypakkaya’nın adı son yıllarda daha çok duyulur oldu. Bu değişikliğin hem olumlu, hem de olumsuz nedenleri ve sonuçlarından söz edilebilir. Ama önce şu saptamayı yapmalıyız: Kendisini Türkiye devrimci hareketiyle duygudaşlık içinde gören ilerici-devrimci aydınlarımızın ve kamuoyumuzun 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı Türkiyesi’nin üç ana radikal devrimci örgütü ve onları simgeleyen önder kadrolar (THKO/ Deniz Gezmiş, THKP-C/ Mahir Çayan ve TKP (M-L)/ İbrahim Kaypakkaya) arasında kendilerini en uzak hissettikleri isimler TKP (M-L) ve İbrahim Kaypakkaya olmuştur. Olduğu kadarıyla ilerici-devrimci sanat ve edebiyata da yansıyan bu belirgin ilgi farklılığının nedenleri üzerinde ne söyleyebiliriz?
Bunda, 1970’lerde ve kısmen 1980’lerde, devrimci hareketin hemen hemen tüm bileşenlerinde gözlenen - ve izlerine bugün de rahatlıkla rastlayabileceğimiz- sektarizmin ve dar grupçuluğun yadsınamaz bir payı vardır. Her devrimci grup ve onun yakın çevresi “doğal olarak”, kaynaklandığını ileri sürdüğü ana devrimci örgütü ve onun liderini yüceltme eğiliminde olacaktı.
Bir başka neden olarak, Kaypakkaya’nın -bu değerlendirmenin ne derece haklı olduğundan bağımsız olarak- bir “köylü devrimcisi” olarak algılanmasını zikretmeliyiz; devrimci hareketin öteden beri esas olarak, sanayinin ve kültürün merkezi olan büyük kentlerde yoğunlaştığı, kapitalizmin görece gelişmiş olduğu, bir devrimci köylü hareketi geleneğinin bulunmadığı ve ilerici-devrimci aydınlarımızın büyük kentleri “ileri” olanla, köyleri ve kasabaları “geri” olanla özdeşleştirme eğiliminde olduğu bir ülkede bu algılamanın Kaypakkaya’nın yerini görmezden gelmeye katkıda bulunması, kabul edilmese de bir yere kadar anlaşılabilir.
Son olarak, Kaypakkaya’nın çizdiği “kırlardan kentleri kuşatma” yolunu izleyen ve bugünün Türkiyesi’ni hala yarı-feodal olarak değerlendiren örgütlerin, O’nun diktiği yapıta neredeyse tek bir tuğla bile ekleyememiş, O’nun düşüncesini son derece sığ, dar ve mekaniksel bir tarzda yorumlamış ve yaşama geçirmeye çalışmış olmalarının sonuçlarından söz edebiliriz; devrim ile karşı-devrim arasındaki belirleyici çatışmaların büyük kentlerde, fabrikalarda, işçi semtlerinde, liselerde ve üniversitelerde yoğunlaştığı 1970’lerin ikinci yarısının ve 1980’lerin, 1990’ların ve 2000’lerin Türkiyesi’nde Kaypakkaya’nın Maoist yanılgılarında direten ve hatta bu yanılgıları derinleştiren devrimci grupların işçi sınıfı ve ilerici-devrimci aydınlar ve kamuoyu katında ciddi bir etki yaratmasını beklemek nesnelerin doğasına aykırı olurdu.
Ancak İbrahim Kaypakkaya’nın sözünü ettiğim türden bir sansürün ya da susku komplosunun kurbanı haline gelmesi/ getirilmesinde bu ve benzer -deyim yerindeyse taktiksel- kaygı ve duyarlılıkların rolü ister istemez sınırlıdır; bunun asıl ve belirleyici nedeni, O’nun ortaya koyduğu ve Türkiye devrimci hareketinin geleneksel zaaflarıyla hesaplaşmanın yolunu açan radikal devrimci görüşleridir. Bunları kabaca söyle özetleyebiliriz:
1) Egemen devlet ideolojisi Kemalizme karşı açık ve uzlaşmaz bir tavır alma, Kemalizmin işçi sınıfına, diğer emekçilere ve Kürt halkına düşman niteliğini sergileme ve onun ilericiliğine ilişkin safsata ve yanılsamaları kesin bir tarzda reddetme,
2) Kürt işçilerinin Türk ve diğer etnik gruplardan işçilerle ortak sınıf örgütlerinde biraraya gelmesi gerektiğini savunmayı ihmal etmeksizin, Kürt ulusu üzerindeki ulusal zulme karşı açık ve uzlaşmaz bir tavır alma ve bu ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkını kayıtsız-koşulsuz bir biçimde kabul etme. (Kaypakkaya’nın Maoizmin etkisiyle bu iki yaşamsal konuda aldığı tutumun içinde barındırdığı bazı ciddi hata ve eksiklikler, bu tutum alışın tarihsel değerini azaltmamaktadır.)
Buna Kaypakkaya’nın 1972’de kaleme aldığı “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısında, o yıllarda bir tabu olan “Ermeni sorunu”na, geçerken de olsa değinmiş olmasını ve Ermenilerin 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledildiklerini, Türk burjuvazisinin gerek İttihat ve Terakki döneminde ve gerekse Cumhuriyet döneminde Ermeni ve Rumların maddi varlıklarını yağmalayarak palazlandığını söylemesini eklemek gerek.
Böylece O, görece erken bir tarihte Türk burjuvazisinin ve onun devletinin en “duyarlı” olduğu konulara neşter vurmuş oluyordu. Radikal bir eylem çizgisine sahip olmalarına rağmen dönemin diğer iki devrimci örgütünün bu iki yaşamsal konuda egemen burjuva ideolojisinden kopamamış olduklarını ve özellikle de Kemalizmi yücelttiklerini biliyoruz. Örneğin, teorik duruşu bakımından THKO’na göre daha ileri konumda olan THKP-C’nin lideri Mahir Çayan, Kaypakkaya’nın “Türkiye’de Milli Mesele” adlı yazısıyla aynı yıl kaleme aldığı Kesintisiz Devrim II-III adlı yapıtında şöyle diyordu:
“Kemalizm, emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır. Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi bir burjuva ideolojisi, veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
“Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.”
Çizgisinin özü, öncü savaşının bir versiyonu olan Çayan’ın bir yandan Marksizm-Leninizme sahip çıkarken, bir yandan da Kemalizme anti-emperyalizm, solculuk ve ulusal kurtuluşçuluk yüklemesi, onun mesajına son derece eklektik bir nitelik kazandırmaktadır. Bu da, devrimci hareketin bugün son derece zayıf bir konumda olmasından yararlanan Türk Solu gibi, Kemalizmi sosyalizmle sözümona bağdaştırmaya çalışan neo-faşist, anti-komünist ve anti-Kürt dergilerin Deniz Gezmiş’in, Che Guevara’nın ve hatta Mustafa Suphi’nin yanısıra Mahir Çayan’a da sahip çıkmaya girişmelerine olanak vermektedir.
1920’lerden 1960’lı yılların ikinci yarısına kadar uzanan dönemde devrimci düşünce ve eylemin odağı olarak kabul edilen TKP’ne gelince, onun bu iki yaşamsal sorunda (Kemalizm ve Kürt-Türk sorunu) kötü bir sınav vermiş olduğu biliniyor. Türk burjuvazisi onyıllardır sürdürdüğü Kemalist propaganda ve biçimlendirme kampanyası sayesinde, egemen sınıflar ve onun devletiyle arasına mesafe koyma bilinci zayıf olan ilerici-devrimci aydınlarımızı pro-Kemalist ve anti-Kürt bir konuma getirme konusunda önemli bir başarı elde etmişti. (Bu saptamayı yaparken Kemalizmin, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Jön Türk hareketinden, hatta daha öncesinden bu yana ilerici aydınlarımızın devlete yaslanma, devletle barışık olma geleneğinden yararlandığını unutmamalıyız.) Türk burjuvazisinin bu alandaki en büyük destekçisi ise, objektif olarak bu kampanyanın bir uzantısı konumunda bulunan TKP ve onun sosyal-şoven ve sol-Kemalist çizgisiydi. Ülke ölçeğinde ideolojik-siyasal etkisi her zaman son derece sınırlı, hatta ihmal edilebilir düzeyde olmuş olan TKP, ne yazık ki 1960’ların sonlarına kadar uzanan dönemde ilerici-devrimci aydınlarımızın ve kamuoyumuzun ve daha da beteri, 1971 devrimci hareketinin onlarla entellektüel etkileşim içinde olan nüvelerinin dünya görüşünün ve siyasal duruşunun oluşumunda etkili oldu. Böyle olduğu içindir ki, devrimci hareketin ana gövdesinin -Kaypakkaya’nın tezlerinin ilk kez yardığı- bu ideolojik kuşatmadan ve Kemalist ve sosyal-şoven önyargılarından yarım-yamalak ya da formel bir tarzda da olsa kurtulabilmesi için iki faşist darbe döneminin (12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) yaşanması, 1984’de Türk burjuva devlet aygıtına ağır darbeler indiren ve onun kirli yüzünü açığa çıkaran bir Kürt silahlı direnişinin patlak vermesi gerekti.
Burjuva liberallerinin özellikle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını burjuvazi için zararsız figürler olarak göstermeye ve onların devrimci mirasını evcilleştirmeye girişmeye cüret etmelerinin altında işte bu zaaf, özellikle de THKO’nun ve kısmen THKP-C’nin Kemalist yanılsamaları ve abartılı ulusal kurtuluşçuluğu yatmaktadır. Ancak, ilkel milliyetçi ve saldırgan reflekslerinden bir türlü kurtulamayan ve özgüvenden ve esneklikten yoksun, kaba ve vahşi Türk burjuvazisinin görünür gelecekte bu doğrultuda fazla bir mesafe alamayacağını söyleyebiliriz. (PKK’nın liderlerinin yıllardır “barış” ve “Kürt-Türk kardeşliği” adı altında Kürt ulusunun enerjisini ve dinamizmini kendilerinin hizmetine sunmayı ve dolayısıyla onlara bir çeşit gençlik aşısı yapmayı ve payanda olmayı önermelerine rağmen, Türk egemen sınıflarının siyasal kabızlıklarını bir türlü aşamadıkları ve Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’e kıyasla sözcüğün olumsuz anlamında birer amatör düzeyinde kaldıkları gözönüne alınsın.) Kaypakkaya’ya gelince ben burada sadece, O’nun teori ve eyleminin böylesi manipülasyon ve çarpıtmalara hiç de elverişli olmadığını, dolayısıyla O’nun, egemen sınıfların sonu gelmez bir aforozuyla onurlanacağını belirtmekle yetineceğim.
* * * * *
Günümüzde Kaypakkaya’nın adı bir yandan da yer yer ölçüsüz bir kahramanlaştırma ve putlaştırma ediminin konusu olmaktadır. Kaypakkaya’nın daha çok tartışılır olmasıyla bu eğilim, TKP (M-L) kökenli örgüt ve çevrelerin ötesine geçmeye başlamakta, adeta bir Kaypakkaya modası yaratma çabasına dönüşmektedir. Ekim 2006’da kaleme aldığım “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi” başlıklı yazımda bu konuda şunları söylemiştim:
“Türkiye devrimci hareketinin, özellikle kendisinin izinden giden ya da gittiğini ileri süren örgüt ve gruplarının İbrahim Kaypakkaya’ya ilişkin değerlendirmelerinin çoğuna belirgin bir anti-diyalektiksel ya da mekaniksel yaklaşım damgasını vurmuştur. Canlı diyalektiğin yerine ölü metafiziği geçiren bu değerlendirmeler, Kaypakkaya’nın içinde yaşadığı ve devrimcileştiği dünya ve Türkiye ortamını hesaba katmamakta ve dahası, O’nun düşüncelerinin görece kısa siyasal yaşam süresi içinde geçirdiği önemli değişiklikleri dikkate almamaktadırlar... Bu anti-Marksist yaklaşım, sözkonusu örgüt ve grupları, İbrahim Kaypakkaya’yı kusursuz ve eksiksiz bir devrimci önder, hatta bir çeşit devrimci evliya düzeyine yükseltmeye ve O’nun görüşlerini, neredeyse Marksizm-Leninizmin son sözü ve tartışılması olanaksız aksiyomlar olarak görmeye götürmektedir. Bunun da ötesinde, bu Kaypakkaya’yı putlaştırma ve O’nun adı etrafında içi boş bir ajitasyon yürütme faaliyeti, sözkonusu örgüt ve gruplar tarafından, genel plandaki zaaflarının ve Türkiye devriminin stratejik sorunları bağlamında sergiledikleri yerinde sayma ve kısırlığın üzerini örtmenin bir aracı haline getirilmiştir.”
Özelde TKP (M-L) kökenli örgüt ve çevrelerin ve genelde devrimci kamuoyunun bir bölümünün içi boş bir ajitasyon düzeyine inen Kaypakkaya’yı yüceltme ve idealize etme eğilimi ve pratiğinin bu örgüt, çevre ve kişilerin kendi zaaflarını, eylemsizliklerini ve gerilemelerini örtmek için kullandıkları bir ritüele dönüştüğü yolundaki saptamama ciddi bir itiraz getirilebileceğini sanmıyorum. Örgütsüz “Kaypakkaya sempatizanları”nın çoğu için ise böylesi bir yaklaşım, göklerden Türkiye devrimci hareketini içinde bocaladığı can çekişme sürecinden çekip çıkaracak bir kurtarıcı bekleme ruh haline denk düşmektedir.
Ancak içinde bulunduğumuz Türkiye ve dünya koşullarında, sorunun daha da karmaşık bir nitelik taşıdığını gözardı edemeyiz. Uzun sözün kısası günümüzde; Kaypakkaya, Çayan, Gezmiş gibi tarihsel devrimci figürler etrafında oluşturulan devrimci mitolojinin olumlu bir yanının olduğu yadsınamaz. Kapitalizmin gençliği; bireyciliğin, boşvermişliğin, hedonizmin, maddi ve manevi uyuşturucuların ve sahte mutlulukların girdabına sürüklediği bir ortamda tutarlı devrimciler böylesi olumlu örneklerin öne çıkarılmasından rahatsızlık duyamazlar. Amiyane bir anlatımla, “Varsın gençlik Madonna’lardan, Michael Jackson’lardan, Mirkelam’lardan etkileneceğine devrimci kahramanlardan etkilensin!” diyebiliriz. Tutarlı devrimciler, olduğu kadarıyla bu türden bir etkilenmeyi olumlu bir doğrultuda geliştirmek, ona devrimci bir içerik kazandırmak ve onu gerçek bir devrimci eğitimle birleştirmek için çaba harcarlar; yani bu İbo (ve Mahir, Deniz) hayranı gençlere ve işçilere geleceğin kapitalizmde değil komünizmde olduğunu, 1971 çıkışının kahramanlarının mesajına kulak vermenin emperyalizme, faşizme ve militarizme karşı savaşımı gerektirdiğini, gerçek kahramanın kitleler olduğunu, kendi örgütüne sahip olmayan işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçilerin bir hiç derekesinde olduğunu ve asıl önemli olanın kitlelerin kahramanlığıyla öncü devrimcilerin kahramanlığını bir potada birleştirebilecek bir komünist örgüt yaratmak olduğunu vb. anlatırlar.
Bu bağlamda Kaypakkaya adının bize, yakın ve uzak geçmişin büyük devrimci kavgalarını ve bu kavgalar sırasında öne çıkan devrimci kahramanları unutmamayı da anımsattığının altını çizmek gerek. Dimitrov, III. Enternasyonal’in 1935 yılında yapılan Yedinci Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada gerek kitlelerin ve gerekse kadroların eğitimi için devrimci kahramanlık örneklerini öğrenmenin ve öğretmenin ne denli önemli olduğunu şu sözlerle anlatıyordu:
“Fakat birçokları, hatta siz Kongre delegeleri arasında bazıları, Romanya demiryolu işçileri davasının ayrıntılarını, Almanya’da faşistler tarafından idam edilen Fiete Schultze’nin davasını, yiğit Japon yoldaş İtsikava’nın davasını ve proleter kahramanlığının muhteşem örneklerinin görüldüğü daha birçok davayı biliyor mu? (...)
“Proleter kahramanlığının böyle değerli örnekleri halka mal edilmeli, saflarımızda ve işçi sınıfı içinde korkaklığın, burjuvalığın ve her türlü çürümüşlüğün karşısına konulmalıdır. İşçi hareketinin kadrolarını eğitmek için, bu örnekler yaygın bir şekilde kullanılmalıdır.” (Savaşa ve Faşizme Karşı Birleşik Cephe, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1978, s.184-85)
Türkiye devrimci hareketi ve Türkiye işçi sınıfı, gerek daha öncesinde ve gerekse de özellikle 1960’ların ikinci yarısından bu yanaki tarihi içinde bünyesinden küçümsenmeyecek sayıda yiğit ve gözüpek kadro ve militan çıkarmıştır. Aynı husus, 19. yüzyılın sonlarından bu yana Osmanlı-Türk gericiliğine karşı savaşan Kürt halkı için daha da fazlasıyla geçerlidir. Bugünkü devrimci kuşaklar tarafından bilinmemekle kalmayan bu unutulmaya terkedilmiş kahramanların birçoğunun adlarının devrimci hareketin tarihini inceleyen kitaplarda ve ansiklopedilerde bile geçmemesi, sadece acı verici olmakla kalmamaktadır. Bu, ne yazık ki sadece Türkiye toplumunu değil, onun bünyesinden çıkan ve bir anlamda onu yansıtan Türkiye devrimci hareketini de büyük ölçüde etkileyen belleksizlik hastalığının ne denli kronik bir nitelik taşıdığını da göstermektedir.
Herhalde bizleri işitiyor olsaydı Kaypakkaya, genç izleyicilerine, kendisinin adı üzerinde bu kadar çok duracaklarına ve kendisine ağıtlar yakacaklarına, Türkiye devrimci hareketinin tarihini -Osmanlı geçmişine de uzanarak- derinlemesine incelemelerini, adları unutulmaya terkedilmiş diğer halk ve proletarya kahramanlarının devrimci mirasını aktif bir biçimde sahip çıkmalarını öğütlerdi; dahası O bu genç kuşaklara, kendisini ortaya çıkaran 1960’lar sonu ve 1970’ler başı Türkiye ve dünya bağlamını anlamaya çalışmalarını ve kendisinin ortaya koyduğu, ama geliştirmeye fırsat bulamadığı devrimci düşünce ve saptamaları eleştirel-devrimci bir bakış açısıyla ele almalarını, kendisini aşmaya çalışmalarını ve kendisinin ve çağdaşı devrimcilerin hatalarından öğrenerek sınıf savaşımının engin denizine atılmalarını salık verirdi.
Lenin, “Tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğine sahip siyasal önderlerini, ileri temsilcilerini yaratmadan egemen olamamıştır” diyordu. Yaşadığı can çekişme ve kendi kendini tasfiye sürecinden çıkabilmek ve yeniden ayağa kalkabilmek için Türkiye devrimci hareketi İbrahim Kaypakkaya’nın gözüpekliğine, ileriyi görme yeteneğine, sürekli öğrenme tutkusuna, teorik ve siyasal üretim yapma kapasitesine, teorisiyle pratiğini birleştirme iradesine sahip önderlere, Marksizm-Leninizmle donanmış yeni Kaypakkaya’lara her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor.
21-22 Nisan 2009
(Teori ve Politika dergisinin 2-3 Mayıs 2009’da düzenlediği İbrahim Kaypakkaya Sempozyumu’na sunulan metindir…)