11 Ekim 1971’de yitirdiğimiz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ölümünün 50. Yılı ve 14 Ekim 2019’da yitirdiğimiz Garbis Altınoğlu’nu ölümünün ikinci yılında saygıyla anıyoruz. Garbis Altınoğlu’nun ölümünden kısa bir süre önce yayınlanan Hikmet Kıvılcımlı’nın Saptamaları Işığında Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar başlıklı kapsamlı çalışmasının Giriş bölümünü bu vesileyle iki parça halinde sunuyoruz…
***
Hikmet Kıvılcımlı, kendisini sosyalizm davasına adamış, ömrünün neredeyse üçte birini cezaevlerinde geçirmiş, Türkiye’nin özgül niteliklerini/ orijinalitesini kavramak için büyük bir uğraş vermiş, Osmanlı ve Türkiye toplumunun yapısını derinlemesine incelemiş bir kişiliktir. O bu özellikleriyle, TKP’nin teori alanındaki kısırlığıyla neredeyse taban tabana karşıt konumda durmaktadır. Buna bağlı olarak o uzun yıllar önce Türkiye toplumunda dinin yeri ve kadının toplumsal konumu, hattâ bir ölçüde çevre sorunu gibi çok önemli konulara eğilmiş, Türkiye Kürdistanı’nın ayrıntılı bir sınıfsal analizini yapmıştı. Bu olumlu özelliğine işaret etmek, kuşkusuz onun bu konularda ortaya koyduğu düşünceleri her zaman ya da genellikle doğru bulmayı, bu görüşlere esas itibariyle katılmayı gerektirmiyor. Ama Kıvılcımlı’nın daha 1930’ların başlarında bu konuları, araştırmak ve irdelemek amacıyla ele almış olmasının bile çok önemli bir adım olduğu açıktır. Bu anlamda Türkiye devrimci hareketi Kıvılcımlı’dan öğrenmekle yükümlüdür. Onun bu konularda yaptığı katkıların bazılarına kabaca göz atalım.
1930’ların ilk yıllarında kaleme aldığı çalışmalarında Kürt halkının durumunu inceleyen Kıvılcımlı, sadece genel olarak devrimci ve enternasyonalist bir tutum takınmakla kalmamıştı. O, içinde yaşadığı toplumsal cehennemin Kürt halkının ruh hâlini nasıl biçimlendirdiğini de çok çarpıcı bir tarzda dile getirmişti. Örneğin o, “Türkiye’de Ulusal Sorun” başlıklı zengin çalışmasında bu konuda şunları söylüyordu:
“Kürdistan halkı ve özellikle Kürt köylülüğü ekonomik olarak klan-feodal sisteminde yaşıyor. Fakat bu sistem kapitalist ve bezirgân ekonomilerle de içli dışlıdır: Derebeyi-Bezirgân-Kapitalist... Bu dört tür ekonomik ilişkinin arapsaçı olduğu bu ülkede, bir de ayrıca sömürgecilik denilen yaman kamçının şakladığını tasarlayalım; artık her zaman ekonominin dört başlı bir canavar gibi şahlandığını ve Doğu köylülüğünü bütün sosyal ve siyasal ilişkilerinde ne kadar şaşkına döndürdüğünü, ne derece antipatileştiğini tahmin edebiliriz. Böyle bir ekonomi ve sosyal yapının içinde, Kürdistan halkını saracak psikolojide aynı derecede kargaşalıklar olacaktır. Bu psikolojide egemen nitelik babahan sistemine dayanmaktır. Fakat babahan psikolojisinin de derebeyi psikolojisine dejenere oluşu, sonra bu soysuzlaşmış psikolojiye -çürüyüp dökülünce ve çözülüp dağılma özelliklerini damgalayan- bezirgân+kapitalist mikrobunun bir kere girmiş olması, zavallı Kürdistan köylülüğünde iler tutar bir sosyal psikoloji bırakmamıştır. Kuşkusuz bütün bu dört tür sosyal psikoloji özü itibariyle egemen psikoloji, yani egemen sınıf psikolojisidir. Fakat egemen sınıfların bu soysuzlaştırıcı psikolojisine karşı çıkan alt ve ezilen sınıfların psikolojisi de özü itibariyle maraba psikolojisinden sıyrılamamıştır.”1
Daha sonra bu psikolojinin dışavurumlarını ele alan yazar sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Kürdistan yığınlarının psikolojisinde ilk özellik, ... dehşetli ve çarçabuk bir alınganlıkla her şeyin mutlaka hoşa gider olmasını istemek, isteyince de öyle varsaymaktır. Sosyal ruhsal çocuklaşmışlık adının verilebilmesi olanaklı olan bu durum belki her insanda vardır...
“Kürdistan köylülüğünde göze çarpan üçüncü psikolojik durum, çelişkili psikolojik durumdur. Bu çelişkiyi şöyle bir diziyle verebiliriz: a) Müthiş yalan söyleme yeteneği, müthiş yalana inanma yeteneği; b) Müthiş kendini beğenme ve övme, müthiş benliksizlik; e) Müthiş küstahlık, müthiş alçakgönüllülük vb...
“Kütleler içinde yayılan bu çelişkiler psikolojisi, kuşkusuz bütün diğerleri gibi köylülüğün kendi ‘özgün malı’ olmaktan çok geleneksel bir din egemen psikolojisinin, babahan derebeyi psikolojisinin artık büsbütün çürümüş ve dağılmış manzarasıdır.
“Pazar yasalarının en kan içici ve parçalayıcı şekliyle Kürdistan’ı kasıp kavurması, değişimin elle tutulur kişisel örneğine, paraya karşı yaman bir zayıflık ruhu doğurtur... Ve paraya tapma en miskin, en az paraya tapma, belki çok az bir şey olduğu kadar en sinik şekliyle yoksul Kürdistan’da hüküm sürer. Konuşulan sözler arasında, en çok yer tutan ‘mecidiye Allah kerim’ ile ‘Allah kerim mecidiye’dir. Beş mecidiyeye bir adamın katil olduğuna tanıklık edilir.”2
Kıvılcımlı’nın bu saptamaları; Kürt halkına karşı eleştirelliğin çok ötesinde bir hoyratlıkla yaklaşmakla birlikte bu halkı yakından tanıyan Abdullah Öcalan’ın söyledikleriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Örneğin o, bir yerde şöyle diyordu:
“Halkımız ideolojisizdir, moralsizdir ve bu temel kavramlardan koparıldığı için de hayvanlık düzeyine getirilmiştir. Ve istenildiği kadar sömürülür, istenildiği kadar binilir, istenildiği kadar öldürülür ve buna karşı sesi de çıkmaz. Çıksa da hiç kimse ciddiye almaz.”3
O bir başka yerde ise şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“Kürt toplumu kadar düşmüş, kendini ifadelendirmekten âciz, başka bir toplum vardır diyemezsiniz. Kimliğini yitirmiş, mantığını yitirmiş. Kimliği olmayanın mantığı mı olur? İradesini ve direnmesini yitirmiş, buna benzer bir sürü özellik. Ayakbağlılığı zincirle bağlıyor, ilkçağa bağlıyor, ortaçağa bağlıyor. Sömürgeciliğin en kötüsüne bağlıyor. İşbirlikçiler it sürüsü gibi. Her birisi bir tarafa bağlıyor.”4
Kıvılcımlı, kadın sorunu, daha doğrusu erkek-kadın sorunuyla da ilgiliydi; o, Türkiye devrimci hareketi saflarında erkek-kadın sorununun neredeyse adının bile edilmediği koşullarda, 1968’de kaleme aldığı ve 1971 başlarında genişlettiği “Kadın Sosyal Sınıfımız” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
“Türkiye’nin öteki sosyal ilişki ve çelişkilerine girebilmek için ve girmeden önce, başlıbaşına bir alt mahkûm sosyal sınıf durumunda olan en büyük mazlum sınıfımız, en büyük sömürülen sınıfımız: Kadın yığınımız üzerinde çok durulmalıdır...
“Bütün sosyal yapımızı, bütün sosyal katlarımızı, bütün sosyal ilişkilerimizi iliklerine dek zehirleyen, soysuzlaştıran hep o boşluğun gizlediği acı gerçekliktir. Her insanımızla birlikte kadınımızın da değil yalnız yaşantısını, bütünü ile insanlığını, hele bütünüyle mutluluğunu kankıranlaştıran en ağır karmaşık ufûnetlerimiz: Kadın-Erkek sınıflaşmasının yarattığı kölelik durumundan ve tutumundan ve psikolojisinden kaynak alır.
“O nedenle, öteki modern çağ sosyal sınıflaşması ve ortaçağ kalıntısı sosyal sınıf ilişki ve çelişkisi konusundan önce, büsbütün ayrı ve ayrıcalı bir önceliği, kadın konusuna vermemezlik edemeyiz. Çünkü Kadın-Erkek sınıflaşması: bir vuruşta, milletimizin yarısını hem sömürge mahkûm sınıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna sokuyor, hem topluma ve insanlığa yabancılaştırıp yitiriyor, yok ediyor.”
Kadın işçilerin emekgücünün acımasızca sömürüsünün hemen hemen tüm geri ve bağımlı ülkeler gibi Türkiye’de de alabildiğine yaygınlaştığı, kız çocuklarına karşı kötü ve ahlâkdışı davranışların, kadına karşı şiddetin ve kadın cinayetlerinin bütün hızıyla sürdüğü dikkate alındığında Kıvılcımlı’nın bu konunun öneminin altını kalın bir çizgiyle çizmiş olması büyük bir değer ve önem taşır. Onun kadın-erkek ayrımı için yaptığı; “milletimizin yarısını hem sömürge mahkûm sınıf, ezilip soyulan alt sınıf durumuna sokuyor” saptaması ile, ulusal zulmün ezen ulusun işçi ve emekçilerini de zehirlediği yolundaki Marksist aksiyom arasında pekâlâ bir paralellik kurabilir ve kendi kadın yoldaşına uyguladığı baskının erkek işçileri de daha geri bir konuma mahkûm ettiğini söyleyebiliriz.
Kıvılcımlı’nın duyarlı olduğunu bildiğimiz bir başka konu da, bugünlerde özelde Türkiye toplumunun çok daha geniş katmanlarının ve genelde dünyanın gündeminde önemli bir yer tutan çevre ve düzensiz kentlileşme sorunudur. O, Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığı koşullarda tuttuğu notlarının 30 Haziran 1971 tarihli bölümünde Sofya’yı anlatırken şöyle diyordu:
“İnsan makinayı, motoru yerin altına, yahut denizin dibine sokmalı. Yeryüzü insanla kuşlara ve yeşil canlılara kalmalı. Fabrikanın topluma yaptığı kapitalist işkencesi önlenmeli... Sosyalizm herhâlde bunun çaresini bulacak. Nedir sanki, üç günlük ömrümüzde yeryüzümüzü kendi kendimize mahşere çevirip haram etmek?”5
Kıvılcımlı notlarının 1 Temmuz 1971 tarihli bölümünde özel araçların yasak edilmesi gibi çok yerinde bir önlem de öneriyordu:
“Özel otomobil yasak edilmeli. Yahut eksozu susturulmuş, gazları kendi kabı içinde hapsedilmiş araçlar bulunmalı. Bisiklet neyine yetmez kişinin?... Genel araçları çoğalt. Yeraltı araçlarını çoğalt. Yer üstündeki havayı, ‘lüks’ soysuzlaştırma gazlarıyla ve gürültüleriyle beyinsizleşmek ve sıhhatsizleşmek istemeyen insancıklara temiz, dinlendirici bırak...” 6
O, notlarının 1 Temmuz 1971 tarihli bir başka bölümünde Sofya’yı anlatır ve kaldığı kaplıcanın görünümünü Bursa’nın Çekirgesi’ne ve oradaki bir dağı da Uludağ’a benzetirken ise şöyle diyordu:
“Zavallı Uludağ’ın başına neler gelmemiş? Çocukluğumda ona ‘Keşişdağı’ derdik... Uludağ da kim bilir bütün başı dumanlı, karlı dağlar gibi ne sulak ormanlıkmış... Hristiyanlığın Keşişleri mi, Müslümanlığın Dervişleri mi... kim yaptıysa, Uludağ bugün daltaşak soyulmuş bir ihtiyar iskeleti. Her yeri çıplak, sarp, kemikleşmiş kaya. Yara, bere gibi mor, çürük, çarık. Mitoloji Tanrılarının barınacakları yer olmaktan çıkmış.” 7
O sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Sofya, yavaş yavaş Uludağın az meyilli eteklerine doğru tırmanmış. Şehir dağı yıpratıp ormanı yememiş... Orman şehire, şehir ormana yakışmış. Birbirlerini insan insan okşuyorlar. Ne dağın yalçın yabaniliği kalıyor, ne şehrin çığırtkan, çılgın yırtıcılığı...
“Bir de İstanbul’un çocukkenden andığım güzel ağaçlı yerlerine satır atan insafsız inşaat canbazlıkları gözüm önüne geliyor. Karadeniz topraksızlığından kaçmış aç kalfa, yapı yapmıyor. İmar Müdürlüğü’nü rüşvetle narkozlayıp uyuşturarak, İstanbul’un ‘hissini iptal’ etmeksizin, bağ ve bahçeli derisini yüzüyor, etini kıyma edip kasasına, rüyasında görmediği milyon yığıyor. Kemiğini de baltayla kırıp dökerek, dört köşe, dört köşe ‘daire’ diye enayilere satıyor...
“Parselle parselleyebildiğin kadar koca şehrin dağını, taşını. Tüm deniz kıyılarım, hacıağaların tıkadıkları bitişik Çin Şeddi köşklerle halka yasak et. 2 milyon insanın suyunu cenderede sıkarak, ‘özel’ teşebbüse ‘sermaye’ biriktir. Bir de bakıyorsun, dört yanı, altı yanı, her yanı, içi, dışı deniz, mavi, su olan tarihler kenti, korkunç taş ve çimento mezarlığı kesilmiş. Hayvan bırakılmamış. Nerede İstanbul’un o tanrıcıl servilik kabristanları?” 8
Bu pasajlarda yazarın, şimdi nüfusu 20 milyona yaklaşmakta olan İstanbul megaköyünün gittiği yönün ipuçlarını daha o günden verdiğini görüyoruz.
Ne var ki Kıvılcımlı, bu erdemlerine rağmen -ya da belki de bu yüzden- aykırı bir insan sayılmış, Partisi tarafından dıştalanmış ve binbir emekle ortaya koyduğu düşünceleri sağlığında görmezden gelinmiş ve tartışılmamıştı. Dahası onun çalışmaları 1960’ların ikinci yarısının genç ve militan, ama biraz fazla kibirli ve hayli dogmatik devrimci hareketi tarafından da genellikle dikkate alınmamıştı. Ömrünün son demlerini bir kez daha Türk burjuva devletinden kaçmakla geçirmek zorunda kalan bu teorisyen ve eylem insanı, ağır hasta olduğu hâlde sosyalist saydığı ya da sandığı ülkelere alınmayacak ve yaşama gözlerini haklı bir kırgınlıkla yumacaktı.
Ölümünün üzerinden 45 yıl geçmiş olmasına rağmen, -bazı istisnalar bir yana bırakılırsa- Kıvılcımlı’nın teorik ve siyasal mirası üzerine hakettiği sayıda kapsamlı çalışma yapılmamıştır. (Ancak böylesi çalışmaların, Türkiye devrimci hareketi ve onun diğer öndegelen figürleri için de yapılmadığını unutmayalım.) Kuşkusuz, Kıvılcımlı’nın görüşlerini ele alan çeşitli makaleler, hattâ bazı kitaplar yayımlanmış, bilebildiğim kadarıyla birincisi Aralık 2001’de Almanya’da, İkincisi Kasım 2008’de Türkiye’de ve üçüncüsü Ocak 2013’de gene Türkiye’de olmak üzere üç sempozyum düzenlenmiştir.
“Doktorcu” olarak nitelenen/ o gelenekten gelen grup, çevre ve bireylerin Kıvılcımlı’ya büyük bir değer biçtikleri ve onu âdeta Marksizmin ustalarından biri olarak değerlendirdikleri biliniyor. Bu koşullarda onların, Kıvılcımlı’nın temel tezlerini dünya devrimci kamuoyuna ve yabancı akademisyenlere ulaştırma konusunda üzerlerine düşeni yapmadıklarını söylemek gerekiyor. Bilebildiğim kadarıyla bu grup, çevre ve bireylerin hemen hemen hiçbiri, Kıvılcımlı’nın ölümünden bu yana geçen yarım yüzyıla yakın bir süredir bu alanda ciddi adımlar atmamış, yazarın en azından en önemli bir ya da iki temel kitabını İngilizce ya da Fransızcaya çevirme ve yayımlama/ yayımlatma başarısını gösterememişlerdir. Genel olarak teorik yapıtların ve özel olarak da özgün bir dile sahip olduğu söylenebilecek olan Kıvılcımlı’nın yapıtlarının yabancı dillere çevirisinin zorluğu bu gecikmeyi bir ölçüde anlaşılır kılar; ancak mazur göstermez. Benzer, ama daha sert bir eleştirel gözlemi, Kıvılcımlı’nın en önemli yapıtlarından biri olan ve onun 1930’ların başındaki siyasal tutumunu yansıtan YOL dizisini oluşturan kitapların Türkçe basımının ancak 1979’da, yani yazılmalarından neredeyse yarım yüzyıl ve yazarının ölümünden 8 yıl sonra yapılabilmiş olması için de yapabiliriz.9
Dahası, Kıvılcımlı’nın ne yazık ki henüz gün ışığına çıkamamış edebiyat denemeleri ve romanları da olduğu anlaşılıyor. Demir Küçükaydın, “Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Kürt Ulusal Hareketi” başlıklı yazısında bu konuda şu bilgiyi veriyordu:
“Kıvılcımlı’nın beş on kadar da romanı bulunmaktadır. Bunlar yeni Türkçe’ye çevrilip yayınlanmayı bekliyorlar.”
Kendisini yakından tanıyan ve Vatan Partisi girişiminde onunla birlikte hareket eden Zihni Anadol, otobiyografik yapıtında bu konuda Demir’i doğruluyor, Kıvılcımlı’nın cezaevi koşullarında bir büst yaptığını ve ortasında kendi resminin bulunduğu nakışlı bir halı dokuduğunu belirttikten sonra, Kıvılcımlı’nın kabiliyetinin çok yönlü olduğunu ve onun şiirleri ve çeşitli aramalarda elinden alınan onsekiz de romanı olduğunu söylüyordu.
Öte yandan, yazdığı kitaplar, ortaya attığı sorular ve bunlara verdiği yanıtlarla Türkiye devrimci hareketinin bu son derece önemli ve en derinlikli figürüne ve mirasına gösterilen ilgi örneğin, onun çağdaşı ve yer yer çatıştığı arkadaşı olan büyük şâir Nazım Hikmet’e ve onun mirasına gösterilen ilgiye kıyasla çok daha sınırlı olmuştur. Nazım Hikmet hakkında kimbilir kaç anı ve biyografi kitabı yazılmıştır? Oysa bilebildiğim kadarıyla Hikmet Kıvılcımlı’nın; Emin Karaca’nın İnadın ve Direncin Adı: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Tarkan Tufan’ın Hikmet Kıvılcımlı: Hayatı ve Eserleri ve Cenk Ağcabay’ın TKP ve Dr. Hikmet ve Sadık Göksu’nun Kıvılcımlı Yazılar-Bilinmeyen Yönleriyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı Yoldaş adlı çalışmalarının dışında doğru dürüst bir biyografisi bile yoktur. “Kıvılcımlıcı” olarak niteleyebileceğimiz verimli yazar Emin Karaca’nın bile Kıvılcımlı hakkında bir tek kitap yazmışken Nazım Hikmet hakkında beş kitap yazmış olması da bu tuhaflığın bir göstergesidir. (Ülkemizde otobiyografi yazma geleneğinin de görece zayıf olduğu dikkate alındığında Kıvılcımlı’nın, 25 Nisan 1971’den yaşamını yitirdiği 2 Ekim 1971’e kadar geçen günlere ilişkin gözlemlerini ve çeşitli yorumlarını kapsayan ve daha sonra Günlük Anılar adı altında yayımlanan bir günlük tutmuş olması, onu bu alanda da istisnaî kılmaktadır.) Aslında, Türkiye sol hareketinin öndegelen kişilikleri hakkında yazılmış yapıtların azlığı gözönüne alındığında Kıvılcımlı bu konuda nispeten talihli bile sayılabilir.
Bu konudaki kısırlığı kısmen, ülkemizde biyografi ve otobiyografi yazma geleneğinin zayıflığıyla açıklayabiliriz elbet. Örneğin, Cumhuriyet’in kurucusu sayılan Mustafa Kemal Atatürk hakkında yazılan biyografik yapıtların sayısı iki elin parmaklarını ancak geçmektedir. Bu yapıtların en önemlileri ise yabancı yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Bunlar; H. C. Armstrong’un yazdığı Bozkurt, Klaus Kreiser’in yazdığı Atatürk, Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, Clair Price’ın yazdığı Atatürk, Lord Kinross’un yazdığı Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Andrew Mango’nun yazdığı Atatürk, Modern Türkiye’nin Kurucusu adlı kitaplardır. Bir kıyaslama yapmak için şunu anımsatayım: Tarihçi Karina Urbach’ın verdiği bilgiye göre Alman ulusal birliğinin kurucusu Otto von Bismarck hakkında yazılan biyografik yapıtların sayısı 1998 yılı itibariyle 7.000’i buluyordu. Ama daha beteri de var: Cumhuriyetin kurucusu olduğu gerekçesiyle putlaştırılan ve son yıllara kadar her vesileyle anılan Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün yazılarının bir araya getirilip yayımlanması bu ülkede ancak 2015 yılında gerçekleştirilebildi. Dahası Atatürk’ün, 1903-38 yılları arasında yazdıklarının, yazışmalarının, konuşmalarının vb. tümünü içeren ve 2015 yılı başında tamamlanan 30 ciltlik Bütün Eserleri, devlet ya da bir kamu kuruluşu tarafından değil, 15 yıllık bir çalışma sonucunda Kaynak Yayınları tarafından yapıldı. Şunu da ekleyebilirim: Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vurmuş olan önemli isimlerden (Enver, Talât ve Cemal Paşa’lar, Çerkes Ethem, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Fethi Okyar, Recep Peker, Celâl Bayar, Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Alpaslan Türkeş, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Kenan Evren, Turgut Özal vb.) kaçının kaç tane biyografisi yazılmıştır? Ya da Osmanlı sultanlarının ve özellikle onların öndegelenlerinden (Çelebi Mehmet, Fâtih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Mahmut, II. Abdülhamit vb.) kaçının kaç tane biyografisi yazılmıştır? Bu sorulara verilecek yanıt Türkiye toplumunun nasıl bir tarihsel bellek(sizlik) sorunuyla karşı karşıya bulunduğunu gösterir. Bu konuya, VIII. Bölüm’ün “Belge Düşmanlığı ve Bir Bellek Tazelemesi” başlıklı altbölümünde yeniden döneceğim. Devam edelim.
Ben Türkiye sol hareketinin bu iki önemli kişiliğine -Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet- duyulan ilginin düzeyi arasındaki dengesizliğin nedenleri üzerinde de durmak istiyorum. Bunlardan biri kuşku yok ki, Nazım Hikmet’in nefis şiirinin büyüsüyle sarhoş olmayı yeğleyen Türkiye ilerici aydınının yüzeyselliği ve kapsamlı analiz yapma ve teorik emek harcama yetisinin sınırlı oluşudur. Eyleme ve dar pratiğe fazlasıyla yatkın ve kural olarak yüzeysel olan küçük-burjuva Türkiye ilerici aydınının kendisini, “renkli” bir kişiliğe sahip Nazım Hikmet’e kıyasla, mesajını anlaması ve düşüncelerini değerlendirmesi daha/ çok daha fazla zihin emeği gerektiren “sıkıcı” Kıvılcımlı’ya daha uzak hissetmesi nesnelerin doğası gereğidir.
Bir Hikmet Kıvılcımlı-Nazım Hikmet karşılaştırmasının bir başka ve belki de daha önemli bir yanı, bu iki önemli kişiliğin siyasal duruş ve konumları arasındaki farktır. (Bu fark; ömrü boyunca maddi sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalan ve yoksul bir emekçi ailesinin çocuğu olan Kıvılcımlı ile rahat yaşamayı seven ve çoğu zaman da bu olanaklara sahip olan, aristokrat ve burjuva kökenli Nazım Hikmet arasındaki sınıfsal fark, hatta karşıtlıkla yakından ilişkili olmalı.) Önemli bir bölümü bu kitapta da ele alınacak olan ağır hatalarına rağmen, yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu davasına adamış, polis işkencehanelerinden alnının akıyla çıkmış, gördüğü hatalara ve hatalı eğilimlere karşı görece net bir tavır almış ve burjuva ve küçük-burjuva hevesleri ve yaşam tarzından büyük ölçüde kopmuş olan ve insanlardan devrim davası için daha çok şey talep eden birincisi, en azından sübjektif olarak komünisttir. Burjuva dünyasından, bu sınıfa özgü alışkanlıklardan ve değer yargılarından kopamayan ve ilkeli ve sağlam bir duruştan yoksun olan ikincisi ise tüm iddialarına rağmen, işçi sınıfının kurtuluşu ve komünizm davasına güçlü bir sempati duyan bir yaman sanatçı olmanın ötesine geçememiştir.
Yeri gelmişken üzerinde kısaca da olsa durmamız gereken Türkiye aydınına gelince... O, yüzlerce yıla yayılan Osmanlı’nın ve hattâ daha öncesinin kendine özgü sosyo-ekonomik yapısı üzerinde yükselen ve devleti yüceltme ve ona boyun eğme geleneği temelinde biçimlenmiş bir siyasal kültürün hem mimarı ve hem de daha çok ürünüdür. Osmanlı-Türk siyasal kültürünün kısırlıkla sakatlanmış oluşu, Anadolu topraklarının bilim, felsefe, teknoloji vb. alanlarında son derece çorak oluşuyla yakından ilişkiliydi. Gerçekten de Osmanlı toplumu, yüzlerce yıllık yaşamı boyunca bu alanlarda hemen hemen hiçbir kayda değer başarıya imza atamamıştı. Farklı düşünceleri dinleme, tartışma ve bilimsel kuşkuculuk ve araştırma geleneğinden yoksun olan bu toplum, kendi üniversiteleri sayılan medreselerde sınırlı bir matematik, mantık ve metafizik eğitiminin yanısıra ağırlıklı olarak Kuran, Kuran yorumu, fıkıh, kelam, teoloji, astroloji gibi sözde bilimlerin öğretimiyle yetinmiş ve en fazla Arap ve Fars kaynaklı yapıtları ve bu kaynaklar aracılığıyla Türkçeye/ Osmanlıcaya çevrilen antik Grek felsefesini inceleme noktasına kadar derleyebilmiştir.
Taner Timur bu konuda şöyle diyordu:
“Gerçek anlamıyla Osmanlılarda felsefe yoktu. Çünkü özgür düşünce yoktu. Felsefenin varlık ve bilgi teorileri ile ilgili sorunları, Osmanlı kültüründe ilahiyat ilimleri çerçevesinde yer alıyorlardı. Bunun dışında bugün ‘doğa bilimleri’ olarak isimlendirdiğimiz ilimler, Osmanlı Devleti’nde Aristo’dan naklen Ortaçağ Avrupası’nda mevcut oldukları biçimde yaşıyordu. Modem anlamda bilimler 17. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamış ve Batı’da bu yüzyılda skolastik düşünce ile bilimsel düşünce birbirinden ayrılma yoluna girmişlerdir. Osmanlı Devleti bu ayrımı gerçekleştiremediği ve skolastik zihniyeti devam ettirdiği için Avrupa ile birlikte ‘batılılaşamamış’ ve yerinde sayarak ‘doğululaşmış’tır.”10
Bunda Kanuni Sultan Süleyman döneminde ulemanın başı olan şeyhülislâmın yetkilerinin arttırılması, ulemaya yeni ayrıcalıklar tanınması (vergiden bağışık tutulma, mal ve zenginliklerine el konmasının yasaklanması vb.) ve böylelikle giderek tutuculaşan bu katmanın âdeta bir aristokrasi konumuna gelmesinin sağlanması da rol oynadı. 16. ve 17. yüzyılda Avrupa’da pozitif bilimler alanında yaşanan gelişmeye değinen Adnan Adıvar Osmanlı’nın bu alandaki durumuna değinirken şöyle diyordu:
“İşte en belirli çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız bu ilim hareketinden Osmanlı Türkiyesi’nin asla haberli olmadığı, yukarıki sayfaların okunmasıyla anlaşılır. Anatomi, hep İbni Sina’nın ve nihayet İbn Nefıs’in anatomi ve fizyolojisi, tıp, ufak tefek gözlemlerin eklenmesiyle, Galenos ve İbni Sina’nın tıbbidir. Kopernik’in bütün bir sistemi yıkan keşfinden Osmanlı Türkiyesi haberli olmak şöyle dursun, Takyeddin rasathanesi, ‘rasad-i cedid’ diye hâlâ Ptolemaios astronomisi üzerinde çalışıyordu. Kısacası Türkiye bu devirde müspet ilimler noktasından, dışarıya karşı kuvvetli bir setle kapanmış ve âdeta Batı’yla hiçbir teması olmamış gibidir.”11
Burada yazarın değinmediği ya da değinmemeyi yeğlediği bir başka önemli ayrıntı da şu: Osmanlı döneminde 1577’de Sultan III. Murat döneminde, daha çok astrolojik gerekçelerle bir rasathanenin kurulmasına izin verilmişti. Bu amaçla görevlendirilen Takiyüddin ya da Takyeddin adlı Osmanlı matematikçisi ve astrologu bu rasathaneyi gereken âletlerle ve zengin bir kitaplıkla donatmış ve bir dizi gözlem yapmıştı. Ancak bilimin öneminin kavranmadığı dönemin siyasal ortamında çıkarılan dedikoduların ve kaşınan batıl inançların etkisi altında kalan aynı padişah üç yıl sonra rasathanenin kapatılmasını kararlaştırmış ve Osmanlı devleti tarihinde kurulan bu ilk ve tek rasathaneyi yıktırmıştı. Türkiye’nin yeni bir rasathaneye kavuşması için ise 1911 yılının beklenmesi gerekecekti.
Aynı konuya eğilen Fuat Köprülü, daha 1927’de kaleme aldığı “İlim ve Mefkûre” (=“Bilim ve Ülkü”) başlıklı yazısında bu çoraklığı şu sözlerle anlatıyordu:
“Türk’ün maddi ve manevi alanlardaki bu etkilerini karşılaştırınca ulaştığımız sonuç şudur: tarihin hiçbir döneminde manevi kuvvetimiz maddi kuvvetimizle orantılı olmamıştır. Fikir ve sanat alanında kendisini gösteren manevi kuvvetimiz, her zaman siyaset ve askerlik alanında kendini gösteren maddi kuvvetimizden çok aşağıda kalmış, onunla eşit sayılabilecek bir mertebeye asla yükselmemiştir.”12
Köprülü’ye şöyle bir düzeltme ekleyebilirim: Eğer bir toplum ve/ ya da devlet, “Fikir ve sanat alanında kendisini gösteren manevi kuvveti”ni geliştiremezse “siyaset ve askerlik alanında kendini gösteren maddi kuvveti”ni de sürdüremeyecek, bu ikinci alanda da geri kalacak ve bu kuvveti zayıflığa dönüşecektir. Bir zamanlar Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın en güçlü devleti olan, ama 18. yüzyılın ortalarından itibaren gerilemeye başlayan ve kapitalist Batı’nın bir oyuncağı hâline gelen Osmanlı devletinin tarihi, bu kuralın en parlak kanıtıdır.
Onlarca yıl Batı Avrupa ülkelerinde kalmış ve bu arada bazıları Paris Komünü de içinde olmak üzere bir dizi önemli siyasal olaya tanık olmuş olan Jön Türklerin olsun, İttihat ve Terakki’yi oluşturan kadroların olsun, içinde yaşadıkları Osmanlı ve Avrupa toplumunun tarihini ve o günkü yapısını incelememiş ve bu temelde ortaya hiçbir ciddi düşünce, analiz, program koyamamış olmaları, Türkiye aydınının yüzeyselliğinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. Şevket Süreyya Aydemir bu konuda şöyle demişti:
“... Bu konuda ve 1908’den önce, İttihat ve Terakki veya benzeri teşekküller tarafından meydana atılmış hiçbir bilimsel tez veya bilimsel eser yoktur...
“... Aynı teşekküllerin, yurttaki sosyal ve ekonomik durumlar hakkında yapılmış, yayınlanmış, sistematik eserleri de yoktur. Ve Avrupa’da yıllarını harcayan bunca aydın ve yarı-aydının nasıl olup ta bu kadar verimsiz kalabildiklerine hayret etmemek kabil değildir.”13
Ancak burada bazı kısmî istisnalardan da söz edebiliriz. Paris Komünü devriminde yer alan Reşat Bey adlı bir Osmanlı aydını, İbret gazetesinin 5 Haziran 1872 tarihli nüshasında yayımlanan “Devair-i Belediye Tarafdaranı” başlıklı yazısında Komün devrimini anlatırken şöyle demişti:
“18 Mart devrimcileri cumhuriyetin sürüp gitmesini isteyenlerdir. Bunlar cumhuriyeti sağlam temellere oturtmak emelini besleyen gerçek yurtseverlerdir. Bu devrimciler haklıdırlar ve görevlerini yapmışlardır.”14
Komün’ün tarihsel önemini ve sınıfsal niteliğini kavramaktan uzak olsalar da, aralarında Namık Kemal ve Ahmet Mithat’ın da bulunduğu başka bazı Osmanlı aydınları da yazdıkları yazılarda Komün’ü savunmuşlardı.
Peki, İttihat ve Terakki’nin mirası üzerinde yükselen, “ulusal kurtuluş” savaşını yürüten derneklerin birleşmesiyle oluşmuş ve bir anlamda cumhuriyeti kurmuş ve bu kuruluştan sonra bir dizi reforma imza atmış olan Halk Fırkası’nın, yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin durumu bundan farklı mıydı? Hayır. Kıvılcımlı, 1930’ların başında kaleme aldığı bir çalışmasında bu konuda şunları söylüyordu:
“Halk Partisi’nin bir avuç fınans-kapital zümresi adına, yaptığı işler askerî bir fetihe benziyordu. Hiçbir şekilde teorileşememişti. Kitle içinde değil, hiç değilse aydın kapıkulu yığınları arasında şöyle demagoji bahanesi olacak bir kavram bile uydurulamamıştı.
“Halk Partisi o büyük kofluğunu, özellikle Serbest Parti yaygarası karşısında farketti. İki kelime bulup söyleyemeyecek kadar dilsiz duruma düşmüştü. Kendi doğurduğu Serbest Parti akımına karşı bile cevap veremeyen Halk Partisi ne yapacaktı?” 15
Kıvılcımlı, 1930’da kurulup aynı yıl kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin ardından bir “teorileşememe” sıkıntısı çektiğini ileri sürüyor ve Kadro hareketinin çıkışını ya da çıkartılmasını da buna bağlıyor. (Kadro hareketine VI. Bölüm’de, Serbest Fırka olayına ise VII. Bölüm’de değineceğim.) Ancak, Kadro hareketinin “ideoloji konusundaki ısrarları”nın “daha sonraları bu konuda daha çekinceli bir tutum sergileyen Atatürk’ü rahatsız ettiğini söyleyen Hakkı Uyar’ın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anılarından aktardıkları, Kıvılcımlı’nın bu yorumunu yalanlıyor. Yakup Kadri şöyle diyordu:
“Bir gün Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkelerini gözden geçiriyordu. O sırada ukalâlık edip demiştim ki; ‘Paşam, bu her bakımdan bir İnkılâp partisidir. İnkılâp partisi ise bir ideolojiye, bir doktrine dayanmaksızın yürüyemez’. Yüzüme bir masumun yüzüne bakar gibi bakmış ve gülümseyerek ‘O zaman donar kalırız demişti.’” 16
Kıvılcımlı 1960’larda yayımlanan önemli bir yapıtında ise Kadro hareketini “gizli açık finans kapital servisleri”nin kapıkulları olarak nitelendirecekti.
Türkiye’nin ilerici ve devrimci hareketlerinin de, ister istemez bu geleneği devraldıklarını söylemek bir abartma olmayacaktır. Herhâlde uzun bir süre, sözcüğün gerçek anlamında devrimci bir teori olmaksızın, hattâ herhangi bir teori olmaksızın ilerici ya da devrimci eyleme girişenlerin tarihi olan Türkiye tarihi Lenin’in, “Devrimci bir teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz” sözünün ne denli doğru olduğunu kanıtlar. Materyalist olmasına, yani maddenin önceliğini kabul etmesine rağmen diyalektiksel materyalizm ve Marksizm; bilincin, düşüncenin ve teorinin önemini ve bu faktörlerin ekonomik-toplumsal temel üzerindeki karşı etkisini asla yadsımaz ve bu karşı etkileri kesinkes dikkate alır. Teorik-entellektüel hazırlığı ve temelleri zayıf ve yüzeysel olan devrimci hareketlerin ürünleri ya da daha doğru bir deyişle dölleri de kaçınılmaz olarak zayıflık ve yüzeysellikle sakatlanmış olacaktır. Yalçın Küçük, 1980’lerin başında kaleme aldığı bir çalışmasında, devletle olan tarihsel göbek bağlarını koparmayı bir türlü başaramamış olan Türkiye ilerici aydını için şunları söylüyordu:
“Türkiye aydını, en çok ve ortalama olarak, Kemalist Devrim ile övünüyor. Dünyada, belki de Kemalist Devrim konusunda en az düşünüp, en az yazmış olanlar Türkiye’den çıkıyor. Türkiye kendi tarihini yabancı ülkelerin arşivlerine göre yazan, belki de tek ülke özelliğini taşıyor. Türkiye aydını ve bilim adamı için, Türkiye’nin düşünen adamları için utanç verici bir durum. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı, hele hele Dışişleri Bakanlığı arşivleri hâlâ Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı araştırıcılara kapalı. Kullanamıyorlar. Utanç verici yanı burası değil. Şurası: Türkiye aydını, sömürgeleştirilmiş kafalar gibi, bunları istemenin hakkı olduğunu düşünemiyor.” 17
Küçük’ün söyledikleri genel olarak doğru; ancak o günden bu yana Türkiye ilerici aydınının Kemalizmin etki alanından bir ölçüde uzaklaştığını ve bunun yerine kısmen İslâmın, kısmen sol liberalizmin ve kısmen de Kürt milliyetçiliğinin etkisi altına girdiğini unutmamak kaydıyla. Bunu bir ilerleme belirtisi saymaksa çok zor.
25 Aralık 2015’te basında yer alan bir haberin Türkiye ilerici aydınının duyarsızlığı ve geriliğinin bir başka göstergesi olduğunu söylemek herhâlde bir haksızlık olmayacaktır. Bu haberde, Cumhuriyet gazetesinin, 30 yıldır yayımladığı ve Cuma günleri gazeteyle birlikte parasız ek olarak verdiği Bilim ve Teknoloji Dergisi'ni, malî nedenler yüzünden artık çıkaramayacağı söyleniyordu. Yani Türkiye ilerici aydını böyle bir dergiyi yaşatmak için gereken özveriyi gösterememiş, örneğin bunu sağlamak için bir kampanya açmayı becerememiştir. Türkiye’de yayımlanan başka bilim ve teknik dergilerinin olduğu söylenerek itiraz edilebilir bu söylediklerime. Evet, Türkiye’de bu alana eğilen başka dergiler de var. Ama kaç tane ve tirajları ne kadar? Cumhuriyet gazetesinin Bilim ve Teknoloji Dergisi ekinin kapanmasıyla Türkiye’de bilim ve teknik alanında yayımlanmakta olan dergi sayısının üçe indiğini, evet sadece üç olduğunu söyleyebilirim. (Tirajlarını bilmemekle birlikte bunların hiç de yüksek olmadığını tahmin edebiliriz.) Bunlardan biri; devlet desteğiyle TÜBİTAK tarafından 1967’den bu yana yayımlanan Bilim ve Teknik dergisi, diğerleri ise 1993’den beri yayımlanan Bilim ve Ütopya dergisiyle 2004’te bu dergiden ayrılanların yayımlamakta oldukları Bilim ve Gelecek dergileridir. Bunların yanısıra içeriğini, daha çok çeviri yazıların oluşturduğunu sandığım “Bu tablonun; 2015 yılı itibariyle nüfusu 80 milyona yaklaşan, 820,000 aktif öğretmeni, 190 üniversitesi ve 5.5 milyon üniversite öğrencisi bulunan bir ülke için utanç verici olduğu ortadadır. Bu arada, 30 Mart tarihli bir habere göre Cumhuriyet gazetesinin Bilim ve Teknoloji Dergisi'nin devamı sayılabilecek olan ve bir süredir internet üzerinde yayınlanan Herkese Bilim ve Teknoloji dergisinin yayın yaşamına başladığına değinelim.
Teorik derinlik ve üretkenlik bakımından Türkiyeli aydınlar arasında istisnaî bir kişilik sayılması gereken Kıvılcımlı’nın kendisi de benzer gözlemler yapmıştı. Örneğin o, 1967’de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“Savaş meydanından çok bilim ve bilinç alanında korkusuzluk ve kuşkusuzluk zaferin ilkşartıdır. Bu yalınkat kuralı unuttuğumuz için, Türkiye’de bilimsel güç sıfır çizgisi üzerinde dolaşır durur. Dünya ölçüsünde, insanlığın ciddiye alabileceği bir tek bilimsel keşif, icat ve doktrin öne süremeyişimiz, zekâsızlığımızdan, bilgi kıtlığımızdan değil, korkuyu alçak gönüllülükle maskeleyişimizden, ve kuşkuyu bilimsel iffet sayışımızdan ileri gelir. İki yüz yıl boyu boyuna yitirdiğimiz kuşaklar, hep kendi kendisinden veya çevresinden KORKU ve KUŞKU illetine kurban gitmişlerdir. Güdücü sınıfların ‘çıkarcı önyargılarından’ ürkmemek, korkmamak, o önyargıların içimize işlettiği pısırıklıklar ve nemelâzımcılıklarla evham ve kuşkuya kapılmamak bilimin birinci şartıdır.” 18
O bir başka yerde Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı cehennemine nasıl sürüklendiğini anlatırken şöyle diyordu:
“Ya millet mi? ORDU-MİLLET’iz biz. Ve anadan doğma... ŞÂİR-MİLLETİZ, vesselam. Öldüm Allah: DÜŞÜNCE’ye düşemeyiz.” 19
(Devam edecek…)
Dip Notlar
(1) YOL 2, s. 437.
(2) aynı yerde, s. 438.
(3) A. Öcalan, PKK 5. Kongresi 'ne Sunulan Politik Rapor, s. 51.
(4) A. Öcalan, Diriliş Tamamlandı Sıra Kurtuluşta, s. 264.
(5) Günlük Anılar, s. 168.
(6) aynı yerde, s. 170.
(7) aynı yerde, s. 178
(8) aynı yerde, s. 179-80.
(9) Kırmızı Gül ve Kasket, s. 135-36.
(10) Osmanlı Kimliği, s. 47-48.
(11) Osmanlı Türkleri 'nde İlim, s. 125
(12) Atatürk Devri Fikir Hayatı II, s. 571.
(13) Enver Paşa, Birinci Cilt, s. 289-90.
(14) “Türkiye’de Burjuva Demokratik Düzene Yönelik İlk Hareketler”, Ülke, Sayı: 3, 1978, s.157.
(15) “Partide Konaklar ve Konuklar”, YOL 1, s. 243.
(16) Hakkı Uyar, “Resmî İdeoloji ya da alternatif resmî ideoloji oluşturmaya yönelik iki dergi: Ülkü ve Kadro mecmualarının karşılaştırmalı içerik analizi”, 1997, Toplum ve Bilim, Sayı: 74, 1997, s. 181-91.
(17) Bilim ve Edebiyat, s. 338.
(18) “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine”, Sosyalist, 30 Mayıs 1967.
(19) Hürriyetimiz ve Birinci Cihan Savaşı Faciamız, s. 75.