Dr. Hikmet Kıvılcımlı üzerine / 2

Türkiye devrimci hareketinin Kıvılcımlı’ya bir başka özeleştiri borcu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim: 1960’ların ve 1970’lerin genç Türkiye devrimci hareketi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihsel evrimini tanıma çabası bakımından Kıvılcımlı’nınkine benzer bir yönelime sahip olmuş olsaydı, içine düştüğü derin yanılgılardan kurtulması biraz daha tez ya da içinde debelendiği yüzeysellikten sıyrılması biraz daha kolay olabilirdi.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 11 Ekim 2021
  • 08:00

Devam edelim. Kıvılcımlı’nın görüşlerinin giderek daha geniş çevrelerin ilgisini çekmesinin yanısıra, öteden beri onu bir usta düzeyine yerleştiren, onun görüşlerini katı bir biçimde savunan değişik grup ve çevreleri kapsayan bir “Kıvılcımlıcı” ya da “Doktorcu” akımın da var olduğu biliniyor. Zaman içinde Kıvılcımlı’nın adı ve yapıtları çevresinde -kapsamı, kendisini “Kıvılcımlıcı” ya da “Doktorcu” olarak niteleyenlerle sınırlı olmayan- duygusal yanı güçlü bir hayranlık aylası oluşmuş ya da oluşturulmuş ve ölçüsüz övgülerin konusu hâline getirilen Kıvılcımlı bazıları için âdeta bir dokunulmaz figür hâline getirilmiştir. Örneğin, “Kıvılcımlıcı” ya da “eski Kıvılcımlıcı” olarak nitelenebilecek olan Demir Küçükaydın 1976’da, H. Yılmaz adıyla yayımladığı yapıtında şöyle diyordu:

“İşte Kıvılcımlı’nın, tıpkı Marks gibi bir ömür verdiği çalışmalar Antika ‘toplumların yüzündeki peçeyi’ kaldırır. Kapital nasıl modem toplumun yasalarını açıklayan bir anıt emekse, ‘Tarih Devrim Sosyalizm’ de öyle, Antika toplumların yasalarını inceleyen bir anıt emektir.” 20

1992’de Bibliotek Yayınları, Kıvılcımlı’nın YOL başlığı altında yazdığı kitapları yayımlaması vesilesiyle kaleme aldığı tanıtım yazısında şu benzer saptamayı yapıyordu:

“Bu düşünce ve davranış önderi, çağımızda sosyal devrimin biricik özgücü olan işçi sınıfının bilimini kendi ülkemizin orijinalitesi ile işleyip geliştirmiştir.

“Bugün Türkiye’de teori denildi mi akla Dr. Hikmet Kıvılcımlı gelmektedir. Ülkemizin de içinde yer aldığı Doğu toplumlarının antika modern karma yapısı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tez ve yöntemi ışığında ele alınmadıkça devrimci hareketin önündeki yapısal/ politik ve ideolojik/ teorik sorunların çözümündeki yetersizlikler aşılamayacaktır.” 21

Yazara Marks ve Engels düzeyinde bir ustalık payesi biçen bir başka çevrenin görüşlerini yansıtan Devrimci Mücadele dergisine göre,

“Kıvılcımlı’nın Marksizm-Leninizmin teorik hâzinesine çok önemli bir katkısı vardır. Buna ‘TARİH TEZİ’ adını verir Kıvılcımlı. Bu TEZ’iyle Kıvılcımlı, Antika Tarihin genel gidiş (işleyiş, gelişim) kanunlarını bulur. Bilindiği gibi Marks-Engels, insanlık tarihinin sosyal bilimler alanında en önemli buluşlarını yapmışlardı. Ama ömürlerinin büyük bölümünü Kapitalist Toplumun üzerindeki örtüyü kaldırmaya ve onun işleyişini aydınlatmaya ayırmışlardı. Antika Tarihle ilgilenmeye çok az zaman bulabilmişlerdi. Zaten eldeki veriler de son derece yetersizdi. Buna rağmen Marks-Engels Ustalar, Antika Tarihin Toprak Meselesine dayandığı gibi dahiyane bir buluş ortaya koymuşlardır...

“Engels’in yarım bıraktığı görevi tamamlamak Kıvılcımlı’ya düştü. Antika Tarihin gelişim kanunlarını Kıvılcımlı buldu. Böylece Marks-Engels-Kıvılcımlı Ustalar tarafından kanıtlandı ki, Tarih’in tümünün canlı bir bütünlüğü vardır. Ve her şey belli kanunlara uyarak yürür. Tarih de bir canlı organizma gibi belli kanunlara uyarak çalışır-gelişir. Ve olaylar sebep-sonuç ilişkileriyle birbirlerine son derece sıkı bir bağla bağlı oluşurlar-çıkagelirler.

“Böylece, tarih tek tek olayların biriktiği bir alan, bir birikim bilimi olmaktan çıktı. Tasnif bilimi oldu. Tarihte her olay yerli yerine oturdu ve Tarihin canlı bütünlüğü elle tutulurca görüldü.” 22

Kıvılcımlı’dan çok şey öğrendiğini ve bir dönem -kendi anlatımına göre 1970-80 arası- onun sadık bir izleyicisi olduğunu belirten, ama daha sonraları kendisine özel bir yer biçmeyi sürdürmekle birlikte ona karşı daha eleştirel bir tutum alan Demir Küçükaydın ise, Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi adlı yapıtında Marks ve Engels’le aynı düzeye yerleştirdiği yazar hakkında şunları söylüyordu:

“Kıvılcımlı’yı anladıkça, Marksizmi, Marksizmi anladıkça Kıvılcımlı’yı daha iyi anlayabileceğimi gördüm...

“Bu okumalarda gördüğüm, eski öğrendiğimiz şemalarla bu tarihin hiçbir yerinden kavranamayacağı, Kıvılcımlı’nın ise bu tarihi ve onun gidişini anlayabilmek, sırrına erebilmek için biricik metodolojik kaynak olduğu idi. Bu çalışma Kıvılcımlı’ya olan güvenimi sonsuz derecede pekiştirmiş ve onun yaptığı genellemeleri daha iyi anlamamı sağlamıştı...

“Bu okumalardan şöyle bir sonuç ortaya çıkıyordu: Kıvılcımlı hariç bu tarihi açıklamak bir yana, bu tarihi ele alan, sorun eden Marks ve Engels’ten sonra çıkmış ikinci bir Marksist bile bulunmuyordu. Öyle görülüyordu ki, dünyada tek yaratıcı Marksist vardı ve bu Kıvılcımlıydı. Ya da varsa bile biz bilmiyorduk.”

Evet Kıvılcımlı, Marks ve Engels’in incelemeye zaman bulamadıkları antik toplumları ele aldığını ve bu toplumların gelişme yasalarını ortaya koymak için çaba harcadığını söylemekte, ama haklı olarak, bu çabasının görmezden gelindiğinden yakınmaktadır:

“Antik tarihte, ölü parçacılıktan üstün, dinamik bir bütünlük bulunduğu yüz yıldan beri sezilmişti. O sezi ile yazılmış araştırmaların bir bölüğünü, Tarih, Devrim, Sosyalizm ve ilh. kitaplarını, ancak 1965 yılı yayınlama fırsatını bulduk.

“Beklenilebileceği gibi orada konulan tarih tezi bir zindan kuyusunun duvarına vurulmuş yumruğa benzedi. Yankısız kaldı. Emperyalizm çağına girmiş kapitalizmin her sosyal araştırmayı kültür kargaşalığına getirerek baltalayan kasıtlı körlüğünden ve sağırlığından daha olağanı aranamazdı. Onun skleroza uğramış çökkün beyninden başka tepki beklenemezdi.” 23

Ancak Kıvılcımlı, hiçbir zaman kendisini usta olarak nitelememiş ve Marks ve Engels ayarında bir düşünür olduğunu ileri sürmemişti. Örneğin o, Marksizmin kurucuları için şunları söylüyordu:

“Marks’ın ve Engels’in birinci özellikleri softalığa dayanamayışlarıdır. Uzun tecrübelerden sonra biraz da şaşarak bir şey öğrendik: ‘Marksistim’ diyenlerin çoğu Marksizm softalarıdır. Marks ve Engels’in birinci davranışları softa Marksistlerden yaka silkişleridir.

“Marks ve Engels’ten sonra gelip de Marksizm softası olmamak çok güç şey. Çünkü Marks ve Engels kertesinde hiç kimse hayatının tümünü kıyasıya araştırmalara ve döğüşmelere verememiştir. Bu iki insan, kendi çağlarına gelinceye dek, hiçbir düşünürün ve devrimcinin yapamadığını yaptılar. İnsanlık kültürünün paramparça ve tepesitaklak duran ulu ehramını tabanı üzerine oturttular. Teori ile pratiğin, birlikte ve tümüyle, bütünlüğünü yarattılar.

“Bu muazzam işi tek iki insan başarabilirdi. Antik çağda olsalar yaptıklarına muhakkak mucize denecekti. Her mucizeyi gösteren insan Marks ve Engels’e gelinceye dek insanüstü bir varlık sayıldı. Tanrının seçkini, peygamber oldu. Tarihte Marks ve Engels ilk defa bütün mucizelerin insan yaratığı olduğunu ispatladılar. Bunu yapmakla da kendi emeklerinin insancıl çabadan başka bir şey olmadığını gösterdiler. Mucizeleri buydu.” 24

Benzer bir savunma refleksini, gene Kıvılcımlı’yı Marks ve Engels ile kıyaslayan Uğuray Aydos ile Çağdaş Balcı’nın ortak çalışmasında da görüyoruz. Örneğin, Kıvılcımlı’nın ilk döneminde savunduğu görüşlerle ikinci döneminde savunduğu görüşler arasında bir çelişme olduğunu bile yadsıyacak ölçüde ‘cesur’ olan bu yazarlar şöyle diyorlardı:

“... Kıvılcımlı’da da gençliğinde ve yaşlılığında birbirine zıt düşünceler olduğu izlenimi uyandı. Ama bu izlenim Marx’taki gibi kesintinin olumluluğu yönünde değil; yaşlılığında sistemle uzlaşmaya çalışan bir cunta hayalcisi şeklinde olumsuzluk olarak yazıldı durdu. Oysa ne Marx’ta ne de Kıvılcımlı’da bir kesinti bulunmaktaydı...

“Çünkü Kıvılcımlı’nın yaşlılık dönemlerinde gençlik tespitlerinin arkasında olmadığını kanıtlayacak hiçbir teorik/pratik belge bulunmamaktadır. Denecektir ki Bonapartizm ile eş tutulan Kemalizm, son dönemlerdeki yazılarda ‘Mustafa Kemal’in ölümsüz mirası’ geçmektedir. İşte fazlaca skolastizm kokan bu medrese mantığı, kesintili ve gerileyen iki Kıvılcımlı tespitini çoğunlukla bu Kemalizm ve Kürt meselesi etrafında döndürüp duruyor. “Kuvay-i Milliye ile İnönü-Bayar-Peker iktidarındaki cumhuriyet arasında bir fark göremiyor...” 25

Aydos ve Balcı’nın değerlendirmelerini aşağıda yeniden ele alacağım.

Bibliotek Yayınları, Devrimci Mücadele dergisi, Demir Küçükaydın, U. Aydos-Ç. Balcı’nın vb. değerlendirmelerinin ortak önemli bir noktası ya da daha doğrusu ortak eksiklikleri şudur: Bu kişi ve çevrelerin hepsi de, Kıvılcımlı’nın teorik görüşlerini ve siyasal değerlendirmelerini Marksizmin ve tutarlı demokratizmin ışığında ele almak, sınamak ve doğrulamaya çalışmaktan kaçınmaktadırlar. Dahası, bu tutarsız yaklaşım, “Doktorculuk” ekolünden gelmeyen kişilerde de görülmekte ve Kıvılcımlı’nın görüş ve analizleri âdeta devrimci eleştiriden bağışık tutulmaktadır. Örneğin, Kıvılcımlı’nın uzun yıllara yayılan bir teorik, siyasal ve örgütsel çalışma deneyimine sahip olduğu olgusunu görmezden gelen ya da unutan Ergun Aydınoğlu bir çalışmasında şunları söylemekteydi:

“Kıvılcımlı, 28 Mayıs sabahı Millî Birlik Komitesi (MBK)’ne ilk ‘selamlama telgrafı’nı gönderir. 3 Haziran’da parti (Vatan Partisi kastediliyor- G. A.) adına, MBK’ne bir kısa mesaj yollar. 7 Temmuz’da MBK’ne İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz başlıklı birinci açık mektubu, 24 Ağustos’ta da ikinci mektubu gönderir. Aslında sözkonusu mesaj ve mektupların içerikleri üzerinde hiç durmadan, Kıvılcımlı’nın bu girişimlerinin son derece büyük bir naifliği ifade ettiği söylenebilir. 27 Mayıs ihtilâlcilerinin, Kıvılcımlı gibi yıllanmış bir komüniste ve onun önderliğindeki bir marjinal politik çevreye kulak vereceklerini düşünmenin başka bir izahı olmasa gerek...

“Kıvılcımlı, bu teorik açıklamalarını bir pratik-siyasal öneri ile taçlandırır: kurtuluş savaşı deneylerine atıfta bulunarak, Millî Birlik Komitesi’ni bir ikinci kuvayımilliye partisi kurmaya çağırır... Böylelikle Kıvılcımlı, 27 Mayıs ihtilâlcilerinin sosyal devrimcilik potansiyellerine inancını net bir biçimde ilân etmektedir.” 26

Kıvılcımlı’nın bu girişiminin, onun orduya ilişkin anti-Marksist yaklaşımından kaynaklandığını ve devrimci-olmayan bir nitelik taşıdığını belirtmekten çekinen, tersine onun bu adımı “naiflik”le açıklayarak geçiştiren Aydınoğlu, 1960’ların sonlarında oluşan radikal devrimci örgütleri ve onların genç ve siyasal-örgütsel deneyimleri sınırlı kadrolarını eleştirirken en ağır sözcükleri kullanmaktan kaçınmamaktadır; ama o, Mustafa Kemal’i yücelten, İkinci Kuvayımilliyecilikten söz eden, Kürt halkının ilerici potansiyelini görmezden gelmekle kalmayıp onu bir karşı-devrim gücü olarak niteleyen, ordu kuyrukçuluğu yapan, 12 Mart 1971 askerî-faşist darbesini olumlulayan ve bu darbecilerden devrimci adımların ötesinde bir sosyalist devrim bekleyen Kıvılcımlı gibi bir kıdemli kadroyu bir burjuva diplomatı üslûbuyla eleştirirken son derece naziktir!

Aydınoğlu, 17/18 Ocak 2013’te İstanbul’da yapılan Kıvılcımlı sempozyumuna sunduğu “Hikmet Kıvılcımlı ve 1960’lar Türkiye Solu” başlıklı yazısında şunları söyleyebiliyordu:

“Gerçekten de, eğer Kıvılcımlı bu kısa sürede (1970 ve 1971’in ilk ayları- G. A.) yazdıklarını ve yayınladıklarını, 1968 yılında yazmış ve yayınlamış olsaydı, solun ideolojik ve örgütsel krizinin sağlıklı bir şekilde çözümlenmesine muazzam katkısı olabilirdi. Bu sağlıklı çözüm, 1960’ların sonlarında solun birliğinin, daha gelişkin bir ideolojik ve örgütsel düzeyde yeniden sağlanması anlamına gelebilirdi.” 27

Kıvılcımlı’ya böyle olmadık bir misyon yükleyen Aydınoğlu onun, Kemalist, milliyetçi, ordu ve devlet kuyrukçusu bir çizginin savunucusu olduğunu kavrayacak düzeyde bir yazardır. Hâl böyleyken Kıvılcımlı’ya, devrimci hareketin 1971 dönemecini aşmada yardımcı olma misyonu biçmesi, en iyimser anlatımla tuhaftır. Eğer Kıvılcımlı’nın tez ve önerileri Aydınoğlu’nun umduğu etkiyi yaratmış olsaydı, dönemin radikal Türkiye solu, “ordu devrimciliği” noktasına sürüklenmiş ve “sol cuntacı” eğilime teslim olmuş ve eklemlenmiş olacaktı. Aynı ölçüde tuhaf olan bir başka nokta ise Aydınoğlu’nun, düştükleri bir dizi ağır hatalara rağmen, TKP’nin geleneksel revizyonist çizgisini değişen ölçülerde aşan THKO, THKP-C ve TKP (M-L) gibi örgütleri, eleştiri sınırlarını aşarak karalamaktan çekinmemesidir. Ona göre,

“Dev-Genç’de 1960’lar radikalizminin olumluluklarının bir sentezini bulmak kabildir. Oysa onun 1970’lere bıraktığı izde, daha çok yozlaşma ve çözülmeler ağır basar...

“Benzer bir şekilde Dev-Gençliler de bağımsızlıklarını ilân etmeye kalkıştıklarında, etraflarında teori adına ne bulurlarsa değerlendirmeye kalkarlar. Siyasal planda o denli iddialıdırlar ki, bunun da zorlamasıyla birkaç ayda âdeta bir teorik corpus oluşturacaklardır... İşte bu teorik eklektizmdir ki, kısa bir süre öncesinin başarılı ve gelecek vadeden öğrencilerini, bir yanıyla siyasal şarlatanlar konumuna düşürür.” 28

Aydınoğlu’nun Kıvılcımlı değerlendirmesine damgasını vuran burjuva-diplomatik yaklaşım ve üslûbu, hem Türkiye devrimci hareketi içinde ve devrimci kadrolar arasında, hem de yıllar sonra bu konuya eğilen aydın ve akademisyenler arasında yaygındır. Türkiye devrimci hareketi açısından bu bağışlanamaz hatanın kaynağı, bu hareketin genel ideolojik-siyasal-örgütsel gerilemesinde ve buna bağlı olarak devrimci polemik geleneğinin büyük ölçüde unutulmasında yatmaktadır. Buna Kıvılcımlı’nın inşa etmiş olduğu “sistem”e meydan okuma yürekliliğini gösterememe faktörünü de ekleyebiliriz.

Kıvılcımlı’nın yapıtları ve makalelerinde, kendi çapındaki birisinden beklenmeyecek düzeyde basit ve ilkel saptamalara, hem de oldukça sık olarak rastlandığını da belirtmek isterim. Yazarın, birçoğuna bu kitap içinde yer vereceğim böylesi basit ve ilkel saptamalarına, Ziya Gökalp’i Türk milliyetçiliği akımını âdeta tek başına yaratmış bir kişi gibi göstermesini örnek verebilirim. Kıvılcımlı, “Türkiye’de Ulusal Sorun” adlı yapıtında şöyle diyordu:

“Zaten Türklük bile, daha ancak Kürdistan’ın merkezinden gelmiş bir Kürt memurunun (Ziya Gökalp’in) derleyip toplamaya çalıştığı ve Durkheim’dan saçmaladığı bir dayanışmacılık perdesi altında Türkçülük ideolojisiyle yeni uyanıyordu. Galiba olan basit bir değiş tokuştu: Türklük Kürtlüğe maddeten şişmanlama olanaklarını (Ermeni çapulunu ve katliamını) bağışlıyor, buna karşılık olarak Kürtlük de Türklüğe manen kabarma ideolojisini (Ziya Gökalp Türkçülüğünü) sunuyordu.” 29

Kıvılcımlı’nın bu saptamasının birden fazla hatayla sakatlanmış olduğu açıktır. Herhâlde Marksizmden nasibini almış bir insan şu gerçekleri bilmek zorundadır:

a) Türk milliyetçiliğinin formülasyonu tek bir kişiye bağlanamaz. “Türk milliyetçiliğinin babası” olarak nitelenen Ziya Gökalp, kendisinden önce bu doğrultuda kafa yormuş olan çeşitli düşünürlerin (Yusuf Akçura, İsmail Gasprinski, Ahmet Ağaoğlu, Köprülüzade Mehmet Fuat, Hüseyinzade Ali vb.) düşüncelerinin bir sentezini yapmanın çok ötesinde ve olağanüstü bir rol oynamamıştır.

“b) Ziya Gökalp’in böyle bir konuma sahip olduğunu kabul etsek bile, onun rolünü, Kürt halkını/ ulusunu temsil etmeyen bu kişinin Türk halkına/ ulusuna “manen kabarma ideolojisi sunma”sı olarak niteleyemeyiz. Ziya Gökalp diye birisi var olmasaydı da İttihat ve Terakki kliği ona benzer bir ideolog yaratacaktı.

c) Türk milliyetçiliği ideolojisi ve siyasetinin ortaya çıkışının belirleyici nedeni asla, Ziya Gökalp’in ya da ona öngelen milliyetçi düşünürlerin zihinsel egzersizleri değildir; bu milliyetçilik ve ona eşlik eden düşünceler varlıklarını her şeyden önce, bir dizi MADDİ olguya borçludur. Bunlar esas olarak, Türk-olmayan ulus ve milliyetlerin ulusal bilinç ve ulusal hareketlerinin büyümesi, farklı etnik ve dinsel toplulukların Osmanlılık bayrağı altında toplanamayacağının anlaşılması ve Osmanlı devletinin Balkan savaşları sonucu Avrupa’daki topraklarını yitirmesidir vb.

Kıvılcımlı’nın, hem İttihat ve Terakki ve hem de Kemalist rejim döneminde şovenizme varan bir Türk milliyetçiliğinin en önemli figürlerinden biri olan Ziya Gökalp’in bilim insanı rolünü de fazlasıyla abarttığını eklememe izin verilsin. Bunu onun, Dinin Türk Toplumuna Etkileri başlıklı broşürünün neredeyse yarısını, bu gerici ideologun yazılarından aktardığı, yüzeysel ve bilimsel değeri son derece kuşkulu alıntılardan oluşturmasına bakarak da anlayabiliriz.

Siyasal-örgütsel siciline baktığımızda Kıvılcımlı’nın, Marksizm-Leninizmi derinlemesine incelemekle ve teorisyen sıfatını hak etmekle kalmamış, aynı zamanda strateji, taktik ve örgüt sorunlarına hayli kafa yormuş bir kişilik olduğunu görürüz. O hâlde, Aydınoğlu’nun ve onun gibi düşünenlerin saptamasının tersine Kıvılcımlı’nın; 27 Mayısçılardan bir TOPLUMSAL DEVRİM ummuş olması asla, salt bir “naiflik” olarak nitelendirilemez. Dahası, onun, bir dizi tarihsel dönemeçte değişik gerici ve anti-komünist liderlerden ve egemen kliklerden ülkenin temel sorunlarını halk yararına çözmelerini umması, başında İnönü’nün bulunduğu tek parti rejimine, Bayar-Menderes kliğine ve hatta 12 Mart askerî darbesini gerçekleştiren generallere olumlu bir tarzda yaklaşması, Osmanlı devletini, Türk ordusunu ve Kemalizmi övmesi ve bu güçlere anti-emperyalist ve hatta yer yer anti-kapitalist bir nitelik yüklemesi de asla “naiflik” olarak nitelendirilemez.

Tahmin edilebileceği gibi ben, görüşlerini yukarda aktardığım Kıvılcımlı-sempatizanı yazarların onun hakkında yaptıkları bu son derece abartılı ve sübjektif değerlendirmelere katılmıyorum. Vardığım sonucu burada ve şimdiden belirteyim: Ben, tüm erdemlerine ve olumlu yanlarına rağmen Kıvılcımlı’nın ideolojik-siyasal konumunun hayli eklektik olduğu, anti-Marksist bir nitelik taşıdığı ve onun “Marksizmi”nin, büyük ölçüde burjuva milliyetçiliği, sağ oportünizm, Osmanlı-Türk devletçiliği ve Kemalizmle sakatlanmış olduğu kanısındayım. Bu görüşümü inandırıcı bir tarzda kanıtlamak için ve birçok okurun Kıvılcımlı’nın yazdıklarını okumadığı ya da yeterince ve dikkatli bir biçimde okumadığı önkabulünden hareketle bu kitapta, yazarın yapıtlarından bazıları hayli uzun ve ayrıntılı olmak kaydıyla sık sık alıntılar sunacağım. Bunu gerektiren bir diğer nokta ise şu: Ben bu kitapta, yaşamakta olan bir insanla değil, yaşama yıllar önce veda etmiş ve dolayısıyla benim eleştirilerime karşılık verme olanağından yoksun bir insanla polemik yapıyorum. Bu bakımdan olabildiğince adalet duygusuyla hareket etmek zorundayım. O hâlde, bazan kendilerini sıkmak pahasına da olsa okurların Kıvılcımlı’nın görüşlerini daha iyi anlamasını, bir anlamda onu kendi ağzından dinlemesini sağlayacak, Kıvılcımlı’yı yapacağım eleştirilere tanık gösterecek ve eleştirilerimi bu suretle kanıtlamaya ve temellendirmeye çalışacağım.

Bütün teoriler ve siyasal-toplumsal analizler; yargıçları olgular ve/ ya da yaşamın gerçekleri olan mahkemede hesap vermek ve orada aklanmak zorundadırlar. Bu, Kıvılcımlı’nın görüşleri ve tezleri için de geçerlidir. Bu kitabın adının Hikmet Kıvılcımlı’nın Saptamalarının Işığında Osmanlı ve Türkiye Tarihine Bakışlar olması bundandır. Kendisini devrimci ve hele de komünist olarak tanımlayan bir insanın ya da örgütün; ordu ve devlet sorununa ve aynı anlama gelmek üzere “kendi” burjuvazisine/ egemen sınıfına ve onunla kopmaz bir bağlantı içinde olan bir dizi soruna yaklaşımı bu savını test etmede her zaman belirleyici bir ağırlığa sahip olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Komünist, hatta devrimci-demokrat olma/ kalma iddiasına sahip olan kişi ve çevreler “kendi” burjuvazileri/ egemen sınıfları ve dolayısıyla onların devleti ve bu devletin esas öğesini oluşturan ordusu ve diğer zor araçlarıyla açık ve uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olmakla yükümlüdürler. Yeni ve sınıfsız bir toplumsal düzenin kuruluşunun, sömürücü sınıfların devlet aygıtının yıkılmasını öngerektirdiğini “unutan” ya da kabul etmeyen bir kişi ya da örgütün, komünist olma/ kalma iddiası tamamen boş ve geçersizdir. Bu değerlendirme, siyasal yaşamının belli ya da önemli bir bölümünde az çok tutarlı devrimci bir tavır takınmış, ama daha sonra bu tavırdan uzaklaşmış olan kişi ya da örgütler için de geçerlidir. Lenin; Engels’in 1895’de ölümünden sonra Avrupa (ya da dünya) sosyal-demokratik (=komünist) hareketinin en yüksek siyasal-teorik otoritesi konumunda bulunan Karl Kautsky’yi, Birinci Emperyalist Savaş sırasında “kendi” burjuvazisinin yanında saf tutması ve sosyal-şoven bir çizgi izlemeye yönelmesi nedeniyle “dönek” olarak nitelemekte zerrece duraksamamıştı. Dünya devrim tarihi bu türden örneklerle dolup taşar. Bu bakımdan, devrim ve sosyalizm davasına sırtını çeviren sabık komünistlerin, “kendi” burjuvazileri/ egemen sınıflarında ve onların devletleri ve ordularında “demokratik”, “olumlu” özellikler ve “erdem”ler keşfetmeye kalkmaları hiç de rastlantısal değildir. Onların (demokratik ya da sosyalist), devrimin hedeflerine egemen sınıfların devlet aygıtını yıkmaksızın, “barışçı” ya da parlamenter yoldan ya da -özü itibariyle aynı anlama gelmek üzere- askerî darbe yoluyla erişmenin olanaklı olduğu düşününü seslendirmeye başlamaları da. Bu bağlamda, Lenin’in şu tanımlaması günümüzde de geçerli olmaya devam etmektedir:

Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımına indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey, işte budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir. Avrupa tarihi, işçi sınıfını bu soruna pratik olarak yanaşmaya götürünce, bütün oportünist ve bütün reformistlerle birlikte, bütün ‘Kautskist’lerin de (yani reformizmle Marksizm arasında duraksayanların da) acınası hamkafalar ve küçük-burjuva demokratlar olarak, proletarya diktatorasının yadsıyıcıları olarak ortaya çıkmaları, hiç de şaşılacak bir şey değildir.” 30

Bir başka önemli husus da şu: Lenin’in bu kitabın en başında yer alan sözlerinde dile getirdiği uyarı-değerlendirme, devlet fetişizminin ve devlete biat etme kültür ve geleneğinin çok güçlü olduğu Türkiye toplumu içinden yetişen devrimci ve komünist özneler için başka yerlerde olduğundan daha da büyük bir önem taşır. Ne de olsa burası hemen hemen herkesin, tarih boyunca pek çok devlet kurmuş olmakla, bir aşiretten “cihangirâne bir devlet çıkar”makla ve “asker-millet” olmakla vb. övündüğü bir ülke. Türkiye insanı; “Allah’ın devlete ve millete zeval verme”mesi gerektiğine olan inancını ve Osmanlı-Türk gericiliğinin ürettiği ve beslediği “devletli” önyargıları deyim yerindeyse anasının sütüyle birlikte “emmekte” ve -asla okul sıralarında öğrendiklerinden ibaret olmayan- eğitim sürecinde içselleştirmektedir. Devrimcileşme süreci yaşayan her Türkiyeli işçi, genç ve aydının, işte bu devletçi önyargılardan kurtulmasını sağlayacak inatçı ve kararlı bir “negatif ya da tersine eğitim” süreci yaşaması gerekliliği tam da bundan kaynaklanır. Burada “Biz Türkiye’nin Türkleri ise, gırtlağımıza dek Osmanlı Tarihinin Maddesi ve Ruhu içindeyiz” demiş olan Kıvılcımlı’ya hak vermemek olanaksız. Bu devlet fetişizminin maddi bir altyapısı olduğu da kuşkusuzdur: Türk devleti ve egemen sınıfları; bir dönemin süper devleti olmuş, 600 küsur yıl yaşamış, pek çok (Hristiyan ve Müslüman) Türk-olmayan kavmi yüzyıllar boyu kendi boyunduruğu altında tutmuş/ ezmiş ve yüzlerce yıldır üretim araçlarının yanısıra siyaset ve kültür alanlarını da kendi denetimi altında bulundurmuş ve bir Saray ve askerî-sivil bürokrasi tarafından yönetilmiş olan Devlet-i Ali Osman’ın mirasçısıdırlar. Dahası Osmanlı İmparatorluğu’nda modern burjuvazi özellikle 19. yüzyılın ortalarından bu yana, devletin güdümü ve yönlendirmesi altında, hatta bir ölçüde devlet adamlarının kendilerinin kapitalistleşmeleri süreci içinde oluşmuştur. Ama hepsinden önemlisi Müslüman-Türk burjuvazisinin deyim yerindeyse, 20. yüzyılın başlarındaki ilkel kapitalist birikimini büyük ölçüde, İttihat ve Terakki kliğinin yönetimindeki devletin Ermeni, Süryani ve Rum halklarına karşı gerçekleştirdiği vahşet, devlet terörü ve mülksüzleştirme yoluyla sağlamış olmasıdır. Aynı sürecin Anadolu’nun bu “istenmeyen katmanlar”dan “arındırılmış” olduğu 1923 sonrasında, yani Cumhuriyet Türkiyesi koşullarında, kuşkusuz kısmen farklı ve daha düşük dozda olmak kaydıyla devam ettiğini de biliyoruz.

Ben, Kıvılcımlı’nın ordu ve devlet sorununa ilişkin saptamalarını merkeze almakla birlikte polemiğimi asla bununla sınırlamadığım bu kitapta Osmanlı ve Türkiye tarihine işte bu bakış açısıyla yaklaştım. Bu ne bir rastlantı ve ne de keyfi bir seçim. Yazarın Osmanlı-Türkiye tarihine sübjektif yaklaşımının temelinde onun, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş/ yükseliş dönemine ve orduya/ devlete ilişkin anti-Marksist analizleri yatmakta, bir dizi diğer önemli hatası işte bu temel hatadan türemektedir. Bu kitapta, adı geçen temel hatanın yanı sıra bu hatanın devrimci-olmayan ya da düpedüz gerici türevleri ya da sonuçları gözler önüne serilecektir.

Burada bir noktaya daha değinmem gerekiyor: Kıvılcımlı, kitapları ve makalelerinde bir dizi konuda ve oldukça sık bir tarzda birbiriyle çelişen ve birbirini çürüten saptamalar yapmış bir yazardır. Bununla sadece onun iki dönemindeki yani, devrimci bir çizgi izlediği ve 1930’ların ortalarına kadar geçen dönemdeki genel yaklaşımı ile 1930’ların sonlarından ölümüne kadar geçen ve reformist bir çizgi izlediği dönemdeki genel yaklaşımı arasındaki uyumsuzluk ve farklılıkları kastetmiyorum. Sözünü ettiğim tutarsızlık ve yalpalamalar yazarın, daha çok ikinci dönemine damgasını vurmakla birlikte, onun siyasal yaşamının tümü için geçerli gözükmektedir. Metin içinde örnekleyeceğim ve daha çok siyasal oportünizm ve pragmatizmden kaynaklandığına inandığım bu tür mantık tutarsızlıkları, Kıvılcımlı’nın teorik ve siyasal mirasının zayıf noktalarından biri sayılmalıdır.

Bir kez daha yineleme gereği duyuyorum: Hikmet Kıvılcımlı, tez ve saptamalarının içeriğinin niteliği bir yana, Marksizmin Türkiye tarihine ve topraklarına uygulanışı doğrultusunda benzeri görülmemiş bir çaba harcamış ve bu anlamda ülkemizin tarihine benzeri olmayan bir düşün ve -aynı ölçüde olmamakla birlikte bir- eylem insanı olarak geçmiştir. Ancak bu özelliklerine rağmen ve belki de bu özellikleri nedeniyle Kıvılcımlı’nın görüşleri, fazlasıyla güncele ve dar pratiğe gömülme eğiliminde olan Türkiye devrimci hareketi tarafından yeterince tartışma konusu edilmemiştir. Bunun şimdiye değin böyle olmuş olması, bundan sonra da böyle olmasını gerektirmiyor ve gerektirmemeli de. Bu durumun yavaş yavaş da olsa değişmeye başladığını görmekten sadece sevinç duyuyorum.

Genel olarak devrimci polemik geleneğinin büyük ölçüde unutulmuş olduğu Türkiye koşullarında böyle bir kitap çalışmasının çok da fazla bir ilgi görmeyeceğini tahmin etmek güç değil. Hatta “Doktorcu” kategorisinde yer alan kişi ve çevrelerin bir bölümünün, Kıvılcımlı’nın görüşlerinin devrimci eleştiriye tâbi tutulmasından pek de hoşnut olmayacakları bile söylenebilir. Ama bütün bunlar Kıvılcımlı’nın tutarlı, dürüst ve ilkeli bir tarzda eleştirisinin önünde bir engel olmamalı. Kıvılcımlı’nın uğramış olduğu haksızlıklar, onun görüş ve katkılarının sol hareket içinde bile görmezden gelinmiş olması ya da yaşamı boyunca ve özellikle yaşamının son haftaları ve aylarında çektiği maddi ve manevi eziyetler vb., asla onun düştüğü ağır hataların yumuşatılması ya da mazur gösterilmesinin gerekçesi yapılamaz ve yapılmamalı. Zaten Kıvılcımlı’nın kendisi de o, Halk Savaşının Planları adlı yapıtında şöyle diyordu:

“Noksanlarımızı bilincimize çıkarmak, bizi daha eksiksiz kıldığı ölçüde güçlendirebilir. ‘Bilgiçlik’ taslamaktan kurtarıp, ‘bilginlik’ten çok üstün olan ‘ÂRİF OLMAK’ mertebesine yeder.

“Eksik gediklerimizi bize gösterenler, ÖZ DÜŞMAN’larımız bile olsalar, onlara en derin teşekkürlerimizi borçlu oluruz. Yanlışımızı göstermekle, mânen veya maddeten ölmedikse, yanlışlarımızı düzeltmemize, olgunlaşmamıza, daha güçlü yaşamamıza yol açtıkları için, düşmanlarımız bize en büyük DOSTLUĞU yapmış demektirler. Uyarmak, uyandırılmak gücümüze gitmemeli. Acı da gelse, hoşumuza gitmeli. Hekimlikte ‘ACILAR’ iştah açıcı sayılırlar.” 31

Bu noktada şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: Acaba, eksik gediklerini gösterenlere teşekkür borçlu olacağını belirterek hepimize olumlu bir ders veren Kıvılcımlı kendisini nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyordu? Onun, kendisinden sonra gelen devrimci kuşakların ve özellikle 1960’lı yılların devrimcilerinin herşeyi sıfırdan başlatma ve kendisi gibi kıdemli devrimcilerin katkılarını görmezden ve bilmezden gelme yolundaki tutumlarından duyduğu rahatsızlığı zaman zaman dile getirdiğini biliyoruz. Yazdıklarından Kıvılcımlı’nın kendisini -Şefik Hüsnü Deymer/ Değimer ile birlikte- Türkiye’nin en eski iki sosyalistinden biri saydığını biliyoruz. Bununla birlikte ben onun, kendisini Marks ve Engels düzeyinde bir devrimci ve teorisyen olarak gördüğünü ima eden bir sözüne rastlamadım. Bu bakımdan Kıvılcımlı’yı Marksizmin kurucularıyla kıyaslama kötü geleneğinin “Doktorcular” tarafından yaratılmış olduğunu söyleyebiliriz. Hatta o, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama adlı yapıtında, her devrimcinin kulağına küpe etmesi gereken şu sözleri söylemişti:

“Mezhebimizce: yanlış okşanmaz, kazınır. Onun için yanlış saydıklarımızın üzerine kalem efendisinin çelebi kalemtraşı ile değil, sevimli halk filozofumuz Nasreddin Hoca’nın yatağanı ile saldırmak meşrebimizi düzeltmedik. Ve yanılan ne denli bize yakın, daha çok sevdiğimizse, yatağanı o denli derine kıyasıya batırdık...

“70’ine geldim. Hiçbir zaman kendimi beğenemedim. Daima, sonsuz eksiklerimle cenkleşirim... Denemelerim çoğaldıkça, kendini beğenmenin bir yaldızlı paravan olduğunu; arkasında acıklı yoksullukların yaşandığını hep gördüm.” 32

Bana gelince... Ben hataları ortaya koyar ve devrimci eleştiri silâhını kullanırken bir yandan haksızlık yapmamaya çok büyük bir özen göstermek, ama bir yandan da doğruya doğru ve eğriye eğri demekten hiçbir biçimde kaçınmamak gerektiği kanısındayım ve burada da öyle yapmaya ve Kıvılcımlı’nın, yukarda aktardığım alıntılarda dile getirdiği yaklaşıma uygun davranmaya çalışacağım.

Bu bölümü bitirirken Türkiye devrimci hareketinin Kıvılcımlı’ya bir başka özeleştiri borcu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim: 1960’ların ve 1970’lerin genç Türkiye devrimci hareketi, içinde yaşadığı toplumu ve onun tarihsel evrimini tanıma çabası bakımından Kıvılcımlı’nınkine benzer bir yönelime sahip olmuş olsaydı, içine düştüğü derin yanılgılardan kurtulması biraz daha tez ya da içinde debelendiği yüzeysellikten sıyrılması biraz daha kolay olabilirdi. Böylesi bir yönelim, bu harekete gereksiz ve anlamsız çekişme ve bölünmelerden ve aldığı ağır taktiksel yenilgilerin en azından bir bölümünden/ bir ölçüde kaçınma ve/ ya da bu yenilgilerin yıkıcı etkisini biraz daha hafif bir biçimde atlatma olanağı verebilirdi. Bu yönelimin çok zayıf kalmasının bir diğer olumsuz sonucu, genç Türkiye devrimci hareketinin bellibaşlı uluslararası devrimci odaklardan gereğinden fazla etkilenmesi ve bu odaklar arasındaki anlaşmazlıkları Türkiye’de izlediği siyasal çizgiye ve hatta taktiklere gereğinden fazla yansıtması olmuştur. Bu söylediklerim; Sovyetler Birliği, Çin, Arnavutluk, Küba gibi ülkelerin partilerinin temsil ettiği çizgiler arasındaki anlaşmazlık ve çatışmaların önemsiz olduğu anlamına gelmediği gibi, Kıvılcımlı’nın Osmanlı ve Türkiye analizlerini ve önerdiği devrim stratejisini ve onun 1960’larda ve 1970-71’de söyledikleri ve önerdiklerini doğru bulduğum ve onadığım anlamına da gelmiyor. Söylemek istediğim şu: Dönemin Türkiye devrimci hareketi, içinde yaşadığı toplumu, onun tarihini ve çeşitli özelliklerini incelemek ve öğrenmek için çok daha fazla çaba harcamalı ve uluslararası alandaki saflaşmalara kafayı daha az takmalıydı. Bunun böyle olmuş, yani “daha Kıvılcımlıcı” bir yol ve metot izlemiş olması hâlinde, devrimci hareket çok anlamlı olmayan iç çatışmaların yıkıcı etkisini azaltabilecek, işçi sınıfı ve emekçi yığınlarına yakınlaşma konusunda daha başarılı olabilecek ve burjuvazinin ve onun devletinin saldırılarının yarattığı zararı daha kolay giderebilecekti. Burada, Kıvılcımlı hakkındaki genel değerlendirmesini doğru bulmadığım Mehmet Güneş’in şu saptamasına büyük ölçüde katıldığımı belirtmek isterim:

“Doktor’un görüşlerine yeniden yönelmenin Doktor’a kazandıracağı bir şey yok. Ama bu, kriz ve çöküş içindeki devrimci harekete çok şey kazandıracaktır. Devrimci hareket Doktor’un üzerinden atlayamaz. Bu yaşamın gerçeklerine olduğu gibi bilimin gerçeklerine de terstir. Bilim daha önce geleni yok sayarak gelişemez. Devrimci hareket Doktor’u kabul etmek için değil reddetmek için bile yeterli çabayı gösterebilseydi, teorik birikim olarak bugünkünden çok ileri bir yerde dururdu.” 33

(…)

(Metnin devamında yer alan özel bir bölüme buradaki yayında yer vermedik…-KB)

Dip Notlar

(20) Emekçi-Birikim ‘in Dr. Hikmet Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine, s. 95.”

(21) YOL 1, s. 1.

(22) “M. Oruçoğlu Yalan Yazıyor”, Devrimci Mücadele, Sayı: 48, 1 Mart 2005.

(23) Toplum Biçimlerinin Gelişimi.

(24) aynı yerde.

(25) “Neden Kıvılcımlı?”

(26) Türk Solu (1960-1971), s. 31-32.

(27) Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu, s. 85.

(28) Bkz. Türk Solu (1960-1971), s. 145-46.

(29) YOL 2, s. 331.

(30) Devlet ve İhtilal, s. 45.

(31) Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama, s.151.

(32) aynı yerde, s. 357-58.

(33) “Kilit Halka: Hikmet Kıvılcımlı”, Teori ve Politika, Sayı: 40, Güz 2015-Kış 2016, s. 82.