50. ölüm yıldönümünde anmakta olduğumuz Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1929-33 yılları arasında Elâzığ zindanında kaleme aldığı dokuz kitaplık ünlü Yol serisinin ilk kitabını oluşturan Genel Düşünceler’in Sunuş’unu okurlarımıza sunuyoruz. Bu vesileyle bu büyük dava insanının anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyoruz.
SUNUŞ
Bu notları neden kaleme alıyorum? Onu açıklamamak, içine girilmek istenen konunun kapısını açmamak, binaya bacadan dalmak gibi olacak, Uzatmamak için, kaleme sarılışın iki nedenini söyleyelim: 1- Genel neden; 2- Özel neden var.
1- GENEL NEDEN:
Adeta enternasyonal olan nedendir. 3. Enternasyonal’in bütün dünya şubelerine kendisini dayatan nedendir.
Bu nedeni, bugünkü gerçek sosyalizmin, Leninizmin doğarken attığı ve sonuna kadar sıkı sıkıya tutunduğu büyük devrimci ilkesinden alıyoruz. Lenin 1902 Mart sonunda bitirdiği Ne Yapmalı’sıyla Bolşevizm’in sağlam teorisini kurarken şöyle diyordu: “Genç hareketimiz, öteki ülkelerin deneyimlerini içine sindirmedikçe verimli olamaz.”
Ama o başkalarının denemelerini hazmetmek, “temsil etmek ve içine sindirmek” işinin, yalnızca o deneyimleri tanımak, ezberlemek ve kopya etmek olmadığını da ısrarla anlatıyor ve yazıyordu; “Kendi kendini eleştirmeyi ve denetlemeyi bilmeli.” (Lenin, Ne Yapmalı)
Lenin’in “genç” örgütü bu öğüdü beynine çivilediği içindir ki, nesnel koşulların olanaklarından da hız alarak, Avrupa’nın ve 2. Enternasyonal’in iliklerine kadar gerçekten “eski” ve “ihtiyar”, hatta bunak -ve Lenin’in deyimiyle “kocakarı”- örgütlerin geveleye geveleye posa haline sokmak üzere bulundukları devrim doktrinlerine bir daha can verdi. Ve bütün yaşlı dünya partilerinden önce, en büyük devrim dalgasını idmanlı kulaçlarıyla atlayıp geçti. Şimdi Sovyetler köprüsünden sosyalizme koşuyor.
Ruhu aynı ülküyle tutuşmuş devrimci varlıklara bundan büyük ders ve bundan daha uyulacak örnek olur mu?
Bu alandaki “gençliğimiz” kadar, boşluğumuz da besbelli. Ve bu boşluğun derinliği kadar uçurumlaşmış bir hatanın karşısında, bugün birçok erginleşmemiş ya da mekanikleşmiş, taşlaşmış baş dönüyor. Ve ne dediğini, ne yaptığını bilmezcesine, gittikçe fırtınalaşan yaşam dövüşü içinde devrimciler sınıf yolunu şaşırıyorlarsa, bu şaşkınlığın nedenlerinden başlıcasını, “kendi kendini eleştirmeyi ve denetlemeyi” bilmeyişte bulmak olanaklıdır.
Lenin, bir örgütün ne olduğunu anlamak için, hataları karşısında ne tavır aldığına bakın der. Ve her zaman der ki: Bir hatayı görmek ve kavramak, yarı yarıya düzeltmek dernektir.
Hata nedir? Ortada
1- “Diğer ülkelerin deneyimlerini hazım ve temsil” etmemek, kanına ve ruhuna sindirmemektir.
2- O deneyimlerden çıkarılmış derslerle “kendi kendini eleştiri ve denetlemeyi” bilmemektir.
Bir itiraz gelebilir: Canım, eleştiri ve denetleme “baş”ların yapmadığı bir şey mi sanki?
Fakat biz başların -şeflerin anlamına da gelir- “iç”lerinde sinmiş öyle Türkçesi “ne idüğü belirsiz” görüş ve bilgileri kastetmiyoruz.
Birincisi, parti meydanında maskesiz dövüşen ve maskeleri amansızca vurup düşüren, diyalektik, disiplinli düşüncelerden söz ediyoruz.
İkincisi, yalnız parti “baş”ları arasında geçecek bir kör- dövüşünü saymıyoruz. Partinin kitlesi önünde ve içinde, hiç olmazsa parti kadrosu çerçevesinde, partiliye, “dövüşüyorum demek ki varım” dedirtecek türde çarpışmalardan konuşuyoruz.
Bu tür çarpışmalara bilimsel tartışma denir. Sosyalistçe bilimsel tartışma nasıl olacak? Lenin diyor ki: Parti içinde devrimci niteliğini ve işçi karakterini kaybetmeyen her bilimsel tartışma, doktrince bir ilerleyiş, bir ilerleme işaretidir. (Lenin, Ne Yapmalı)
Demek, Leninci tartışma şu nitelikleri tanıyacak: Partici, devrimci, proleterci... Bu tanımı daha elle tutulur bir duruma getirmek için şöyle açalım: 1- Parti çerçevesi içinde, 2- Parti disiplinine uygun tartışma kavramını burada uzun boylu açmaya gerek görmüyoruz. Tek sözle, mutlak ve soyut ve tartışma için tartışma değil, partinin pratik ya da teorik ilerleyişi için yapılanlara yararlığı dokunacak ve ancak karara varılıncaya kadar sürecek bir tartışmadır. 3- Gerçek sosyalizm ilkelerinden sapmamış devrimci, 4- Proleterci (yani mücadeleci) ve gene proleterci (yani maddeci), 5- Bilimsel, yani olanların gerçekçi ve dinamik çözümlemesi yapılarak, 6- Birkaç “baş”ın esrar parçalayan dehlizleri içinde kaybolmamış ya da pusu kurmamış, soyut ve mutlak değil, tüm bedenin bütün hücrelerinin her zerresini saran, sarsan, kamçılayan ve canlandıran somut tartışma gerekir... Daha doğrusu bize, göz ve kulakla duyulur, fakat daha çok yazılı biçimde, uygarca, akıcı, sürükleyici, saldırıcı tartışma gerek.
Buradaki görülüp tutulma koşulu dostlar içindir. Yoksa elbet tartışmalarımızı düşman görmemelidir. Bunun tersi kimin aklına gelir? Fakat bizde en eksik olan şey, yazıyla düşünce bildirme biçimidir. Peki, herkes ağız içinde gevelenenden ne anlasın? Dedikodu hangi ilke kazancına kapı açabilir?
Bizde bu yok! Bu yoksa, tam “sosyalist” bir parti de yoktur.
Tabii “yok” sözcüğü ortada hiçbir şey bulunmuyor demek değildir. Bir akım, bir hareket, hatta bir örgüt bulunabilir. Fakat bu hareketin ve örgütün Leninci kavrayışla “parti” olabilmesi çok daha başka şeydir. İleride göreceğiz.
Bunu bilmeyen ya da bilip de söylemekten korkan kişi, ya Leninizm’i softaca ezberlemiş bir skolastiktir, medrese kaçkınıdır, ya da oldukça sinsi, oldukça tehlikeli, bir harekette kuyrukçu ya da bozguncudur.
Her iki durumda da, her iki kategori anlayış, proletaryanın devrimci keşif kolu için yalnız ağır bir yüktür. O kadarla da kalmaz. Hareketin kangreni ve düşmanıdır. Öylesi hemen ameliyat edilmeye muhtaçtır.
Bu yanlış! Sosyalist, yanlış karşısında ne katır inadıyla direnir, ne kocakarı bunaklığıyla yamyassı apışıp kalır.
Gerçek sosyalist, yanlışı önünde, o hatayı düzeltinceye kadar çelikten bir yay gibi önce gerilir ve sonra sağlamlaşan ve düzelen taze inancıyla, gerileyişini fersah fersah aşarak, bir hamlede zembereğinden fırlar ve ilerler.
İşte günün gücü! Ve boynumuzun borcu.
“Bireyler için doğru olanı, uygun değişikliklerle siyasete ve partilere de uygulamak mümkündür. Mantıklı olmak yanlışa düşmemekten ibaret değildir. Hatasız insan yoktur ve olamaz. Mantıklı olmak, temel yanlışlara düşmemek ve yanlışları kolayca ve hemen onarmayı bilmektir.” (Lenin, Sol Komünizm..., s.25)
Onun için yaşamı partinin yaşayışıyla hal ve hamur olmuş, saçını orada ağartmış, başını ona adamış bulunan her militan yoldaş, o parti “günah”ının kefaretini böyle açık seçik satırlarla vermeye mecburdur.
Zorunluluğa uydum. Bu gücü ne dereceye kadar başaracağım?
Yalnız, elimden geldiği kadar değil -son Merkez Komitesinin kararına göre- mecbur olduğum dereceye kadar uğraşacağım.
2- ÖZEL NEDEN:
Ulusal nedendir. Öz bizim illettir. Determinizmi ortada, en isterik krizleriyle bar bar bağırıyor! Tabii, genel nedenin dünyaya getirdiği ucube eniktir bu.
Yukarıda bir uçurumdan, bir uçurumun üstünde dönen başlardan, yolunu şaşırmış dolaşık bacaklardan söz ettik. Kuşkusuz o başların içinde koparılması gerekenler kadar, dönmemesi gerekenler de var. Fakat uçurum öylesine sarp ve derin ki...
Kuşku yok, dolaşan bacaklar yalnız başka sınıfların meyhane ve kerhanesinden yeni çıkmış sarhoşların bacakları değildir, Hatta bunların çoğu yolun çetinliğine, taşına, dikenine takıldığı için sapıtıyor ve sendeliyorlar, sapıtmamaları ve sendelememeleri gerek. Bununla birlikte, yol öylesine karanlık ve çorak ki...
Savaş alanına geç gelmiş bir ordu, bir sınıf. Bu yeni sınıfın henüz strateji ve taktik planlarını çizmiş taze bir keşif kolu (öncü parti). Düzenli, planlı, tutkun bir meydan savaşı yerine, hâlâ gelişigüzel çete çarpışmaları oluyor. İşte manzara bu.
Çete savaşı bilinir. Biraz gönüllü savaşmasıdır. Gönüllü demek; hani ya, canı istemiş de gelmiş demek gibi bir şeydir. Öyleyse, canı istedi mi, geldiği gibi gider de.
Gönüllüler içinde savaşın sapılmaz hedefine yaşamsal bir zorunlulukla candan itilmeyenler, herhangi bir ikinci derece hoşnutsuzluktan kopup takılmışlardır. Ya da Lenin’in Almanca’dan aktardığı sözcükle mitlaufer (birlikte yürüyüş ve yol arkadaşı): Bizimle ancak bir konağa kadar gidebilecek ve ondan sonra bizden kendi yolunca ayrılacak yolcular sanıldığından daha çoktur:..
Bu gibileri uzun ve acı tatlı deneyimlerle anladığımıza göre: Onlar yola çıkarken bizden ve herkesten daha kıyak nara atarlar ve eğer hedefe bir iki gün içinde varılıverirse, bu gibiler yaygaralarının önüne geçilemeyen kişiler oluverirler.
Kimden sözettiğimiz anlaşılıyor: Küçükburjuvaziden!
Bir zamanlar işçi sınıfına, hele onun keşif koluna adım uydurmuş olan küçükburjuvazinin ünlü becerisini kanıksamayan bilinçli işçi bilmem kalmış mıdır?
Beceri şudur: Bir küçükburjuva -sınıfça ya da asılca küçükburjuva kafası- parlak bir gönüllü çeteci olabilir. Ancak yaylımı geniş bir meydan savaşında kesin sonuca kadar siperini bırakmamaya gelemez. Hele siperini bırakmamaya “zorunlu” edildiğini görmeye hiç dayanamaz. Onun için, savaşçı ordu disiplini altına sokulacağını sezmek ölümdür.
Küçükburjuva, yukarıdan gelen bir emirle ve aşağıdan vuran bir zorla değil, aklınca “canı istediği” için işçilerle yan yana gidiyordur. O mübarek canı istemedi mi, dilediği gibi hareketine hiçbir şey engel çıkarmamalıdır.
Çete savaşı gelişti de gönüllüler keşifkolu düzeninde bir hizaya getirilmeye başlandı mı, çıngar kopar. Türkçe’deki tiryaki sözüyle: “zor oyunu bozar”. Ancak oyunu bozan aktör, küçükburjuvadır.
Küçükburjuvanın kendine göre muazzam bir”namus”u, müthiş bir “özsaygısı” vardır. O hiçbir zaman açıkça ve mertçe “ben şahımı bu kadar severim!” deyip çekilemez. Buraya kadar birlikteydik, artık ben gidemeyeceğim tarzında bir allahaısmarladıkla ayrılamaz.
Öyle açık görünüş ve açık yürek onun mistik ve esrarengiz ideolojisine ve psikolojisine karşıt olduğu kadar namusuna ve özsaygısına da pek dokunur.
Öyleyse?.. Öyleyse, bütün parti tarihlerinde görülen şu iki kategori eğilim fışkırır:
1- Kaçma eğilimi: Parti içinde kırılacak putlar bulunduğunu, ayrıcalıklı otorite zorbalığına karşı koymak gerektiğini, “denetim, eleştiri” ve ilh. özgürlüklerinin kalmadığını söyler durur küçükburjuva. Bulanmak için fırsat kollayan, karışmaya elverişli düşünceleri büsbütün bulandırmak ve karıştırmak... Lenin’in sık sık kullandığı deyimle “konfüzyonizm” (karmakarışıkçılık) olayının iş ve disiplin alanına dökülmesi alır yürür. Bu durum, daha ünlü adı ve sanıyla anarşidir...
2- Kaçamak eğilimleri: Küçükburjuva yiğidinin kendine göre bir yoğurt yiyişi vardır. Onun öyle derin “kendi kanaatleri”, öyle değeri ağır “kendi bakışları”, o kadar özgün “kendi düşünceleri” vardır ki, mutlaka dikkatli bir gözle ele alınmalıdırlar. Yoksa parti tehlikededir. Yangın var! Bu hal konfüzyonizmin söz ve teori alanına sokulması olur. Bu, daha ünlü adı ve sanıyla oportünizmdir!
Proletaryanın çetin sınıf savaşına dayanamayıp tabanı yağlayanlar sanıldığı kadar tehlikeli değillerdir. O içten karaktersizlere ve korkaklara hatta şöyle bir teşekkür etsek, pek de hesapsız bir iş yapmış sayılmayız.
Büyük tehlike, bu mücadele kaçaklığını bir sürü kaçamakla karmakarışıklaştırmaktır. Kendi bozgununu parti bozgunu gibi görmeye ve göstermeye gitmektir. Asıl tehlike bu kaçamak ve bozgun yapmaya kalkışmış pratik ve teorik sapıklardadır. Yani oportünistlerde ve anarşistlerdedir. Bu sapıklar -bütün onurlu küçükburjuva sapıkları gibi- biz sapıttık diyemezler. Sapıttık demek için doğru yola, devrim yoluna girmeyi göze alabilmek gerekir. Oysa “çeteci” küçükburjuva unsurunun sonuna dek gitmeye ne gücü, ne de niyeti kalmamıştır. Kalmadığı içindir ki, bu sapıtma ortaya çıkmıştır.
O zaman her sapıtma kendi kendisine haklı bir düşünce ya da doğru bir görüş süsü vermeye kalkar. Sözüm yabana düşünce ayrılıkları baş gösterir. Mezhep özentileri, tarikat görüntüleri alır yürür. Örgüt deyimiyle hizipler türer, fraksiyonlar ürer.
Buraya dek açıklamamızın gelişen anlamı bir cümleyle şudur: Çete mücadelesinden parti savaşına geçen örgüt içinde, yeni doğrultumuzdan ve hızımızdan ürken küçükburjuva unsurları fraksiyonlaşır...
Şimdi bu pratik ya da teorik kargaşalıkçılığın özellikle içyüzüne geldik. O içyüz, parti kargaşalıkçılığının alaturka yanıdır.
Alaturka kargaşalıkçılık nedir? Bunu anlamak için, Türkiye’de her yaşayanın (eline bir burjuva gazetesi almayı her adet edinenin diyelim) bildiği ve gördüğü bir örnek vardır. Ünlüdür. Türkiye’de ciddi bir kalem kavgası, polemik tartışması yapmak kimseye nasip olamaz! Ciddi kalem kavgası demek, bilimsel yöntemle nesnel olarak ele alınan somut konuyu olaylarla tarta tarta incelemektir.
Türkiye’de gerek basın, gerek diğer kürsüler, öznel, yani bireysel olmayan, tersine nesnel, yani yalnız sosyal sınıfsal olan bir ağız ya da kalem tartışmasına gelemez. Bir örnek: Kendine sırasında “ciddi” süsü vermeye pek özenen göbekli bir burjuva başyazarı, karşısındaki küçükburjuva palavracısıyla politika mücadelesine tutuşurken söze şöyle başlar: “Şeşi beş gören şaşı gözleri ve şabî köpeği suratıyla... insanın bu bilmem ne maskarası kadar utanmaz bir namussuz olması gerekir.” ve ilh...
Her kalemşor böyle ince Sulukule edebiyatına sıvanır. Bu tarz her Türkün yumurtadan çıkalı beri mahalle aralarında duyageldiği çekişmelerin ezeli üslubudur Bu tarz sınıfsal, sosyal, hatta bazen doğal sorunların tartışma ve mücadelelerini bayağı kişisellik salyasıyla belirsiz hale getirmektir.
“Alaturka” dediğimiz eleştiri ve tartışma tarzı budur. Bunun nedenini özellikle şu noktalarda görüyoruz:
1- Tarihsel gelenekler;
2- Ülkenin genel kültür düzeyinin düşüklüğü;
3- Ülkede küçükburjuva öğesinin üstünlüğü.
Eğer bir sözcükle söylemek istersek diyebiliriz ki, tarihsel gelenekle yarım yamalak kültür düzeyinin düşüklüğü hep gelir, genellikle tartışma alanını şehir küçükburjuvazisinin çerçevesi içinde toplanabilir.
Doğrusu burjuvazi her alanda gittikçe ağır basmaya başlayalı beri, yukarıda söz ettiğimiz türden çekişme orta oyunları hiç olmazsa kısmen seyrekleşebiliyor.
Türkiye proletaryası bir yandan enternasyonal işçi sınıfının devrimci karakterini kazanıyor, öte yandan içinde doğduğu gübreliğin bazı özelliklerinden henüz yakasını sıyırmış değildir. Hele çete savaşlarındaki mitlauferler, hınk deyicileri, proletaryanın geniş sınıf savaşında birer “yoldaş” değil, birer “yol arkadaşı” olarak kaldıkça, küçükburjuva etkileri her zaman acı acı hissedilecektir. Ve bugün de hissedilen o etkilerdir.
Yani parti içinde gruplaşmalar -istisnalar kuralı bozmayacağına göre- fraksiyon tartışma ve mücadelelerinde alaturka ve küçükburjuvaca işliyorlar. Çete savaşı dönemi için bazen ve bir dereceye kadar mazur görülebilen bu tarz, parti savaşı sırasında en berbat anarşi yaratır.
O kadarla da kalmaz. Alaturka tartışma ve mücadelenin belli başlı karakteri sınıf anlamını kaybetmiş, kapı arkası dedikoduları olmasıdır.
Legal yayını ve kürsüleri bulunmayan bir örgüt içinde oportünizmin ve anarşinin bundan daha uygun ortaya çıkışı olamazdı. Buna benzer sapıtmaları Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin ve ondan sonra Bolşevik Partisi’nin yakın tarihleri içinde ayrıntılarıyla görüyoruz. Menşeviklerden Troçkistlere kadar bütün bilimsel sosyalizm sapıkları bu küçükburjuva yolundan yürüdüler. Açık partici tartışma yerine, kapı arkası dedikodularıyla sıçan yolundan yürüdüler.
16. RSDİP Kongresi’nde sağlı sollu sapıtmalarla gerçek sosyalizmin ilişkilerini karakterize eden Stalin, Bolşevik başarısının sırrı, kulis arası siyaseti yerine ilke siyasetini geçirmesinde yatar diyordu. Bu kısa ihtarın içinde gizlenen şey, bütün bir gerçek sosyalist yöntemdir.
Partinin devrimci savaşında sıçan yolundan dedikodu yürütmeyi ilke siyasetine tercih edenler, yalnız bir disiplin cinayeti işlemekle kalmıyorlar, bu gibiler ayrıca içten ilke savaşçılarına karşı sonsuz bir başarısızlığa da mahkûm oluyorlar. Türkiye proletaryası dünya işçi sınıfının bugünkü başının kısa olduğu kadar güçlü olan öğüdünü yerine getirebilecek bilinçte bulunduğunu gösterecektir.
İşte ikinci neden, ikinci amaç budur, sekter ve kısır dedikodular yerine parti çerçevesi ve parti disiplini içinde bilimsel tartışma kapısını açmak...
Tekrar edelim, yalnızca “kapı açmak”, yoksa bu satırlarla her derde deva reçeteler sunmak için, Marksizm-Leninizmden sapmak gerektiğini biliyoruz.
İki sözcük daha. 10-15 yıllık deneyimlerle dolu sosyalizm tarihçemize ve Türkiye’de varolan en eski burjuva partilerinden daha eski bir örgüt geleneklerine, geçirilmiş uzun mücadele konaklarına karşın, henüz Türkiye sosyalist hareketinin topunu bütünüyle gözden geçiren eleştirel analizlerden, taslak kabilinden olsun, ya da derme çatma parçalar halinde bulunsun, eser var mıdır? Hayır.
Bu durum belki de en büyük ideoloji boşluğumuzu oluşturuyor. Geçmişin savaşları, geleceğin kavgasından kopmuş, gelecekte devam etmeyen ve gelişmeyen tozlu arşivler halinde, şunun bunun kafasından unutulmaya mahkûm kalıyor.
1- Bu uzun mücadele konaklarında ne oldu, ne bitti? Bunu akılca değil, Kuran gibi “aktarmalı” ve ortaçağvari ağızdan ağıza geçerek yeni kuşaklara taşımak, göreneğe kul olmak değil midir?
2- Biri kalkıp da, sayılan bir elin parmaklarından öteye pek geçmeyen eski yoldaşlarımızdan birine sorsa: “Parti tarihçemizde belli başlı yanlışlar ve onlardan çıkan dersler hangileridir?” dese, acaba “efradını cami, ağyarını mani” sistematik bir cevapla tatmin edilebilir mi?
Öyle bir mucizeye bir an inanmak isteyecek olsak bile, böyle tatmin edici bir cevabın, görgülü yoldaşlar arasında doğacak bilimsel ve kollektif mücadele sonucunda gelişeceği, hiç olmazsa daha sistemleşmiş, daha geniş ve tatmin edeceği olacağı kesin değil midir?
Böyle bir iş ve eser var mıdır? Yoktur. Bu durumu gören kişi, belki de Türkiye sosyalizm hareketinin papa kadar “yanlış yapmaz” olduğunu sanacak. Oysa en büyük yanlışımız ve kusurumuz budur. Leninizm’de yanlışsızın ne demek olduğu açıktır: hareketsizlik! İş yapan yanlış da yapar. Eğer bizde bir yanlış yoksa, mutlaka bir iş de yapılmamıştır.
Oysa bunun tersi kesindir. Türkiye sosyalizmi oldukça çorak bir çevrede çetin yürüyüşünü hiç kaybetmemiş bir hareket ve bir dinamizmdir. Demek yanlışlara karşı, şimdiye kadar güdülen kavganın bazı özellikleri yüzünden, kimi zorunluluktan, kimi ihmalden doğmuş bir kaygısızlık vardır. Ama örgütün son gelişimiyle dayandığı yeni aşamasında bu kaygısızlık ölmelidir.
Lenin diyor ki:
“Bir siyasi partinin yanlışları karşısında takındığı tavır, o partinin ciddi olup olmadığını, sınıfına ve emekçi yığınlara karşı olan görevlerini yerine getirip getirmediğini yargılamak için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Hatasını açıkça tanımak, yanlış nedenlerini keşfetmek, yanlışı doğuran koşul ve durumları çözümlemek, o hatayı düzeltme araçlarını dikkatle incelemek, işte ciddi bir partinin belirtileri budur. İşte böyle bir parti için görevlerinin üstesinden gelmek, sınıfı ve dolayısıyla kitleleri eğitmek denilen şey budur.” (Lenin, Sol Komünizm..., s. 46)
Sorun açık: 1- Görevini ciddiyetle yapan; 2- Sınıfı ve kitleleri eğiten bir parti olmak için, hatalardan ürkmemek, yanlışları dişlemek ve işlemek şarttır.
Lenin Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı adlı kitabında hemen baştanbaşa şu gerçeği tekrarlar: Sözde kalmayan öz devrimcilik, durgunluk ve görenekle kopuşmaktan korkmamaktır. Zararlı olan ve zamanı geçen herşeyi kırmaktır. Bunun tersini yapmak bürokratlık ve gericiliktir.
Bizde kopuşulacak ve kırılacak olan zararlı ve zamanı geçmiş durgunluk ve görenek nerededir? Gelmiş geçmiş sosyalist hareketlerin değil, bizzat partinin bile hayatında fışkırmış yanlışları parti bilincine geçirmemektir. Ulusal işçi -sosyalist- parti hareketlerinin iyi kötü geleneklerini paslanmaya bırakmaktır.
Şimdiye kadar olan türlü türlü özlü parti sorunlarında gruplaşma yeteneğini gösteren zümrelerin taktikleri, (bilinen kuyrukçu ve denetçilerin soysuzlaştırdıkları deyimle) “tak-tika”ları şu üç tarzda olurdu:
1- Susmak;
2- Parti disiplin ve legalitesinden gizli kapaklı dedikodular fısıldaşmak;
3- Çetrefil ve çetin sorunları alaya almak...
Lenin’in bu üç nokta üzerinde üç açık düşüncesini saptayalım:
1- Susuş: “Toyca bir hiledir”.
2- Gizli dedikodu yok: “Düşünce mücadelesine büyük bir önem verildiği zaman açıkça savaş ilan etmek gerekir, yoksa saklanmak değildir.”
3- Alay: “Alaya almak, işin içinden sıvışıvermenin, havadan sıyrılıp çıkıvermenin ucuz aracıdır.” (Lenin, Rus Devrimi ve Proletaryanın Görevi)
Şimdiye kadar sağlı sollu ayrı fikirliler tarafından yapılan mücadele geleneği buydu ve bu olacağa benzer. Bu bakımdan sözde kalmayan devrimcilerin boyunlarının borcu, bu öldürücü gelenek ve durgunluk sapıtmalarına karşı gelmektir. Bunun için şu üç şart gözetilmelidir: 1- Ciddi davranmak; 2- Toyca susmamak; 3- Kavgada gizli kapaklı kaçanlara parti meydanını değil, büyük ya da küçükburjuvaziye doğru yol veren sıçan deliklerini ısmarlamak ve Lenin’in öğüdüyle “açıkça savaş ilân etmek” gerekir. Zaten fikir çarpışmasında açıkça savaş ilân etmek bilimsel sosyalizmin öz geleneklerinden biridir. Marks ile Engels’in ilk Komünist Manifesto’su şöyle bitiyor: “Gerçek sosyalistler görüş ve amaçlarını gizleyecek kadar alçalmazlar.”
Gene İngiliz İşçi hareketini kangrenleştiren, 2. Enternasyonali yatalak eden barsak hastalığının, yani oportünizmin mikrobu, işçi asilzadeliğiyle birlikte tradünyonizm başlarken, Marks saldırı ve iftiralara uğrayacağını biliyordu. Bununla birlikte oportünist başların koparılması için haykırmaktan geri kalmadı. O günlerde şunu yazıyordu:
“Sanayi işçileri, herşeyden önce şimdiki başlarından yakalarını sıyırmak zorundadırlar. Lahey Kongresi’nde bu heriflere vurduğum zaman, salt bu yüzden herkesin hoşnutsuzluğunu, iftiraları ve ilh. üzerime çekeceğimi biliyordum. Fakat bu gibi şeylere hiç aldırmadım. Çeşitli yerlerde bu adamlara vurmakla bir görevi yerine getirmekten başka bir şey yapmış olmadığım anlaşılmaya başlıyor.” (K. Marks, Kugelmann’a Mektuplar, Paris 1930, s.175)
Küçükburjuva eğilim ve duygularını okşayarak “adam kandırmak” proleterce propaganda demek değildir. Artık birbirimize yol göstermeliyiz. Kuru kalabalığı değil, Lenin’in son vasiyetine uyarak “az fakat öz” keşif kolunu (öncüyü) kurmak zorundayız.
Yol karşımızda. Uçurum önümüzde. Sarp uçurumu atlayacağız, çetin yolumuzu tutacağız ve acımak nedir bilmeksizin yol arkadaşlarını öz yoldaşlardan ayıracağız. Çeteleşenleri ordulaştıracağız.
Bu notları neden kaleme alıyorum?
1- Devrimci teori mücadelesini somutlaştırmaya çağırmak için;
2- Pratik mücadelede Lenin’in çizgisi yönünde yürüyen bütün proletarya devrimcilerini, sağlı sollu bütün küçük burjuva “çeteci” sapıtmalarını gömmeye çağrılı bulunan ölüm çanı olmak için...
(Sosyal İnsan Yayınları, Ekim 2009)