(TKİP VII. Kongresi Bildirgesi’nin 7. ana bölümüdür...)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. Yılındayız. Bu önemli tarihsel olay, dinsel gericiliğin halen devlet iktidarında, kamu yaşamında ve toplumun genelinde kazandığı çok özel güç nedeniyle, güncel tutum ve mücadelelerin önemli bir konusu haline gelmiş bulunmaktadır. Öylesine ki, bu konu halen, düzen cephesindeki iç çekişmelerin, yaşam tarzı hassasiyeti içindeki kültürlü burjuva ara katmanların, bugünkü durumdan ileriye doğru bir çıkış bulamadıkları ölçüde emekçi sınıfların ilerici kesimlerinin, ulusal inkâr ve köleliği “cumhuriyetin demokratikleşmesi” çizgisiyle aşmaya çalışan Kürt hareketinin ve nihayet Kadro-Yön geleneğinin günümüzdeki uzantısı her türüyle sol kemalistlerin, farklı kapsam, tutum ve konumlar üzerinden temel önemde bir güç, ilham ya da referans kaynağı halini almıştır.
Öte yandan, Tarihsel TKP’den başlayarak sol hareketimizin Cumhuriyete eşlik eden tüm tarihinin de tanıklık ettiği gibi, bu konu, burjuva cumhuriyetinin kuruluş ideolojisi ve programı olan Kemalizm karşısında bağımsız devrimci sınıf konumu ve kimliğinin korunup korunamaması ile de sıkı sıkıya ilişkilidir. Öylesine ki, partimiz için konu artık devrimi ve devrimci birikimimizi savunma mücadelesinin temel önemde ayırılamaz bir öğesidir.
Tüm bu gerçekleri göz önünde bulunduran TKİP VII. Kongresi, 100 yıllık sürecin bütünlüğü içinde konunun tarihsel anlamı ile günümüz Türkiye’sindeki siyasal konum, kutuplaşma ve mücadelelere yansımalarını, temel tezler halinde ayrıca sunmak yoluna gidecektir. Burada ise, partimizin temel değerlendirmelerinden yararlanarak, konuya ilişkin olarak nispeten kısa bir ön çerçeve sunmakla yetineceğiz:
- Kemalist devrim olarak da nitelenen Türk ulusal burjuva devrimi, emperyalizmin sömürgeleştirme girişimine karşı gelişen milli mücadelenin ürünü oldu. Milli direnişin zaferi saltanatın ve hilafetin tasfiyesiyle sonuçlandı. Direnişin başını çeken burjuvazi cumhuriyet biçimi içinde iktidarın hâkim gücü haline geldi. Sözü edilebilir bir sanayi temelinden yoksun o günün Türkiye’sinde burjuvazi, iktisadi yönden henüz tüccar-tefeci nitelikte zayıf bir toplumsal kategori idi. Fakat milli direnişte inisiyatifi ele alması ona, müttefikleri olan büyük toprak sahipleri karşısında özel bir siyasal üstünlük kazandırdı. Monarşik-teokratik Osmanlı devlet düzeni ortadan kaldırılarak cumhuriyet rejimine geçilmesi ve bu tarihsel adımı izleyen öteki üstyapı reformları, bu sayede olanaklı olabildi.
- Yeni cumhuriyet eski monarşik rejimin toplumsal ilişkilerini devraldı. Emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temelleri ile feodal, yarı-feodal ilişkilere esası yönünden dokunulmadı. Köylü-toprak devrimi bir yana, buna yönelik tüm gerçek ve potansiyel dinamikler daha başından itibaren dizginlenip etkisizleştirildi. Bu yönüyle Türk ulusal burjuva devrimi esası yönünden demokratik olmadığı gibi halkçı da değildir. O “yukarıdan” gerçekleşen bir “üst tabaka” devrimidir. Halk kitlelerinin etkin seferberliğine değil, fakat bürokratik bir güdüm altında savaşa sürülmesine dayanmaktadır. Nitekim hareketin ağırlıklı olarak Osmanlı bürokrasisinden arta kalan burjuva asker-sivil unsurlardan oluşan siyasal önderliğinin ilk işi, sürmekte olan milli direniş üzerinde yukarıdan bir bürokratik denetim kurmak olmuştur. Tüm bunların mantıksal bir uzantısı olarak, Türk Devrimi’nin burjuva liderliği kendi solundaki hiçbir siyasal akıma yaşam hakkı tanımamış, daha baştan ezip etkisizleştirmiştir.
- Kemalist devrim, en radikal olduğu ve nispeten önemli adımlar attığı dinin etkisini sınırlama alanında bile, yalnızca “yukardan” bir devrimin sınırları içinde kalmıştır. Dinin ve dinsel gericiliğin eski rejimdeki ekonomik ve sınıfsal temellerine dokunulmamış, hilafet kurumu basitçe bir meclis kararıyla kaldırılmış, tarikatlar ve cemaatler de aynı biçimde basitçe yasaklanmışlardır. Devlet ve din gerçek manada ayrılamamış, yalnızca yeni kurumlaşmalar yoluyla din, kapitalist yönelimin doğasına ve ihtiyaçlarına uygun biçimde denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Bu yapılırken de İslam dininin Sünni yorumu toplumun her türden ayrıcalığa haiz egemen dini sayılmıştır. Tüm cumhuriyet dönemi boyunca devlet bütçesi, buna yönelik kurumlaşmalar ve hizmetler için cömertçe kullanılmıştır.
- Kemalistlerin önderlik ettiği ulusal burjuva devriminin bir üst tabaka devrimi olduğu, bu nedenle emperyalist egemenliğin iktisadi ve sosyal temellerine esası yönünden dokunmadığı, alt sınıfların inisiyatifini ezdiği, feodal toprak mülkiyetini koruduğu, halkçı demokratik bir muhteva taşımadığı, siyasal özgürlük sağlamadığı, Kürtlerin ulusal inkârı ve köleleştirilmesi ile sonuçlandığı vb., tüm bunlar açık tarihsel olgulardır. Yine de tüm bunlar, kemalist ulusal burjuva devriminin tarihsel önemini azaltmaz. Bu devrim Türk burjuvazisini iktidar dümenine oturtmuş ve Türkiye’nin modern kapitalist gelişmesinin önünü açmıştır. Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen reformlar, ağır ve sancılı bir yoldan da olsa, kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bugünün modern Türkiye’sine yolu düzlemiştir.
***
Türk burjuvazisinin iktidar katına yükselmesinin siyasal biçimi olan cumhuriyetin kuruluş aşamasına ilişkin bu çerçeve, buradaki amacımız bakımından yeterlidir. Sürecin 100 yıllık seyrine ve konunun gelinen yerde kazandığı çok özel siyasal anlam ve öneme ilişkin olaraksa, TKİP IV. Kongresi’nin (Kasım 2012) “Çürüyen düzen, tükenen cumhuriyet” başlıklı değerlendirmesinden bazı pasajlara başvuracağız:
“Burjuvazi 1920’ler Türkiye’sinde cumhuriyet biçimi içinde iktidar olurken dinin toplum yaşamındaki etkisini sınırlamış, cemaatleri ve tarikatları yasaklamış, “aklı hür” kuşaklar yetiştirmek iddiasında olmuş, “en hakiki mürşit ilimdir” söylemini sloganlaştırmıştı. Bugünse cemaatlere ve tarikatlara dayanan, dini toplum yaşamının tüm alanlarına ve başta eğitim olmak üzere kamu yaşamına dayatan, “dindar gençlik” yetiştirmekten sözeden ve Diyanet’i fetva kurumu haline getiren bir gericilik odağının arkasında durmaktadır. Bu, burjuva cumhuriyetinin evrimi içinde bugün vardığı yerdir, gerçekteyse resmi tükenişidir. Bu, egemen sınıf olarak burjuvazinin siyasal ve moral iflasıdır. Onun tüm kaygısı sömürü ve soygun koşullarının ne pahasına olursa olsun güvenceye alınmasıdır. Bunun ötesinde hiçbir değer artık onu ilgilendirmemektedir, kendi cumhuriyetinin kuruluş değerleri başta olmak üzere.
“Cumhuriyet tarihi bütünlüğü içinde irdelendiğinde, kapitalist gelişmenin değişen koşulları içinde ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara bağlı olarak düzenli ve mantıklı bir evrim yaşadığı görülür. 1920’lerde dini toplum yaşamı içinde sınırlayarak işe başlayan cumhuriyet kurucusu CHP, 1940’ların değişen dünya ve Türkiye koşullarında onun etki alanını bizzat kendisi yeniden genişletme yoluna gitti. Onun bıraktığı yerden aynı işi 1950’lerde bu kez DP yeni bir düzeyde devam ettirdi. 1960’lardaki büyük sosyal uyanış ve bunun sola hızla güç kazandırmasının ardından ise, din ve dinsel gericilik burjuvazinin elinde artık devrime karşı bir dalga kıran olarak iş görmeye başladı. Bu çok bilinçli bir politikaydı ve aklı verense böyle durumlarda hep olduğu gibi emperyalist merkezlerdi.
“‘70’li yıllardaki devrimci yükselişin saldığı büyük korkunun ardından ise, başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ittifak ile başta TÜSİAD olmak üzere tüm kesimleriyle işbirlikçi büyük burjuvazinin tezgahladığı 12 Eylül askeri faşist darbesi, dinin ve dinsel gericiliğin önünü her cephede açtı. Bugünkü koşullarda cisimleşmiş ifadesini AKP şahsında bulan ‘Türk-İslam sentezi’ devletin resmi ideolojisi haline getirildi ve tüm topluma dayatıldı. Aynı politika ‘90’lı yıllarda oluşan yeni dünya koşulları içinde bu kez ‘Ilımlı İslam’ projesi halini aldı, elbette yine emperyalist merkezlerde planlanarak. Sonuç olarak, toplamı içinde bugünkü dinci gerici iktidar, 12 Eylül faşist darbesiyle yaratılan yeni toplumsal, siyasal ve kültürel koşulların, aynı anlama gelmek üzere emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin izlediği politikaların en dolaysız bir ürünü oldu.”
“... AKP’nin yaratmakta olduğu siyasal düzen, evrimi içinde burjuva cumhuriyetinin bugün vardığı yerdir. Bundan dolayıdır ki, AKP’ye karşı mücadeleyi cumhuriyeti savunmak mücadelesi olarak ele almak, tükendiği ve dolayısıyla aşılmayı beklediği bir aşamada onu yeniden diriltmeye çalışmak, gerici bir ütopyadır. Çürüme süreci içinde tükenen burjuva cumhuriyetinin gerçek alternatifi sosyalist işçi-emekçi cumhuriyetidir. Olduğu kadarıyla burjuva cumhuriyetinin kuruluşu sürecinden gelen kazanımları yaşatmanın ve geleceğe taşımanın da bundan başka bir yolu yoktur."
“Tükenen bir cumhuriyetten sözümona bir ‘demokratik cumhuriyet’ çıkarmak peşinde koşmak da aynı ölçüde hayalci ve dolayısıyla gerici bir ütopya ile oyalanmaktır. Bu beklenti dünya olaylarının genel seyrine, girmiş bulunduğumuz tarihsel dönemin genel eğilimlerine, bunun bulunduğumuz bölgeye yansımalarına da aykırıdır. Kendi geçmişinden gelen ilerici değerlerden bile kopan, toplum yaşamının tüm alanlarını ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültüre göre yeniden şekillendirmeye çalışan, iç politikada polis rejimini kurumlaştıran ve dış politikada militarizmi ve saldırganlığı bir politika haline getiren bugünkü cumhuriyet, demokratikleşmeyi değil fakat yıkılmayı, yerini sosyalist bir cumhuriyete bırakmak üzere köklü bir biçimde aşılmayı beklemektedir.” (Her alanda devrime hazırlanıyoruz / TKİP IV. Kongresi Belgeleri, s.63-65)
(Kasım 2023)
www.tkip.org