Belediye işçisi kendi tarihinden öğrenir ve mücadele geleneklerine sahip çıkarsa kazanır!

En acil görev, kendilerinin de işçi sınıfının bir parçası olduğundan hareketle sermaye ve onun temsilcilerinin saldırılarına karşı bir bütün olarak durmak ve sınıfa karşı sınıf bakışıyla bir mücadele programı oluşturmaktır. Yoksa işçi sınıfı, filler tepişirken ezilen çimen olmaktan kurtulamayacaktır.

  • Mücadele postası
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 12 Temmuz 2019
  • 20:44
ikon

Türkiye’de her seçimden sonra belediyeler işçi çıkarmalarla gündeme gelir. Bunun temel nedenlerinden biri de düzen partilerinin, belediye işçilerini her seçim dönemi oy deposu olarak görmeleridir. Bir başka deyişle belediyelerde işçi çıkartıp yerine kendi kadrosunu alma politikası geçerlidir. Bu politika, Genel-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu işyerlerinde de sıklıkla hayata geçirilmektedir.

Belediye işçilerinin örgütlü olduğu Türkiye Genel Hizmetler İşçileri Sendikası (Genel-İş), 22 Nisan 1962’de kuruldu. Genel-İş kısa sürede gelişti ve merkezini Ankara’ya taşıyarak, Türk-İş’e üye oldu. İlk genel kurulunu 8 bin 354 üyeyi temsilen 93 delege ile 15-16 Kasım 1962’de yaptı.

Dünyada ve Türkiye’deki toplumsal atmosfer, sınıf mücadelesinin gelişmesi ve Türk-İş’in sınıftan uzak mücadele anlayışından duyulan rahatsızlık, bir süre sonra belediye işçilerinde de yankısını buldu. Genel-İş üyesi işçiler 3 Ağustos 1975 günü toplanan Olağanüstü Genel Kurul’da 226 delegeden 223’ünün oylarıyla Türk-İş’ten ayrıldılar. Çalışmalarını on ay bağımsız yürüttükten sonra, 5 Haziran 1976’da toplanan Olağanüstü Genel Kurul’da, o dönem sendikacılığı bir sınıf hareketi olarak gören ve toplumun sınıf mücadelesi ile değiştirileceğine inanan DİSK’e (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) katılma kararı verdiler. 83 bin belediye işçisi, 54 bin kapıcı ve kaloriferci olmak üzere 130 bin üyesiyle Genel-İş Sendikası DİSK’e katıldı. 22-26 Aralık 1977’de toplanan DİSK 6. Genel Kurulu’nda Abdullah Baştürk, DİSK Genel Başkanlığına seçildi. Genel-İş Sendikası, DİSK’e geçtikten sonraki 1975-78 yılları arasında 19 grev; 1978-80 yılları arasında 44 işyerinde grev gerçekleştirdi.

İşçiler ilk kez Genel-İş çatısı altında üyelere ek sosyal güvenlik sağlayan Genel-İş Emekli Sandığı ile tanıştılar. Bu sandığın amaçları; iş kazası, meslek hastalığı, malul ve emekli olanlara ya da ölen işçinin kanuni mirasçılarına yardım; evlenme, doğum ve ölüm yardımı; işçi çocuklarına burs ve yurt sağlamak, üretim, tüketim ve meslek kooperatifleri kurmak, işçilerin dinlenme tesislerini kurmaktı.

Genel-İş Emekli Sandığı, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra kayyum yönetimi tarafından tasfiye edildi. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe ile sendikanın çalışmaları durduruldu, yönetimi kayyuma devredildi. Yöneticiler idamla yargılandılar, sıkıyönetim mahkemeleri tarafından mahkum edildiler. Ancak 1991 yılında Askeri Yargıtay beraat kararı verdi. 1-2 Şubat 1992 tarihinde toplanan 9. Genel Kurul ile Genel-İş, çalışmalarına yeniden başladı.

1980 askeri darbesi ile bütün ilerici, devrimci, sendikacılar tutuklanmış, sendikalar kapatılmıştı. 1980’den sonra DİSK de sermayeye teslim olmaya başlamış, dişe diş mücadelelerle hakları kazanmanın yerini “iş huzuru, iş barışı” adı altında uzlaşmacı tutumlar almıştı.

Genel-İş bürokratları, özellikle CHP’nin olduğu belediyelerde örgütlenme çalışmalarını belediye başkanlarıyla kol kola yürütmeye devam ettiler. Toplu sözleşme süreçleri geldiğinde ise belediye başkanlarını birer patron olarak değil, kendi partilerinin adamları olarak gördükleri için, her zaman belediye başkanlarıyla uzlaşan, uzlaştıkça da işçilerin haklarına sahip çıkmaktan uzaklaşan bir anlayışa evrildiler. Özellikle sendika başkanları, son dönemlerde örgütlü oldukları yerlerde işçi sınıfının çıkarlarını, haklarını savunmayı bir kenara bırakıp, belediye seçimlerinde parti rolünü üstlenmişlerdir. Seçim çalışması yürüten sendikacılar işçi sınıfına dönük saldırılar karşısında sessiz kalarak, özellikle kıdem tazminatının gaspı “bizim kırmızı çizgimizdir” demenin ötesine geçememişlerdir. Sendikaların bu uğursuz rolünü bundan önceki sınıfa dönük saldırılar karşısında göstermelik eylemlerinde de (taşeron yasası, BES, kiralık işçi büroları, mezarda emeklilik yasası vb.) gördük.

Zamanla sendika yöneticiliğinin mesleğe dönüştüğü Genel-İş’te şube başkanı genel merkeze geçmek için yarışır. Sonra genel başkanlık aşaması gelir. Ardından da milletvekili olmak için sendikayı kendisine bir basamak olarak kullanır.

Bunlar bir yana, Genel-İş’in bu duruma gelmesindeki en büyük pay işçilerindir. Belediye başkanını bir patron değil de parti başkanı olarak görmeleri, parti aracılığı ile işe başlamaları, her seçim döneminde belediyede çalışmak için seçim çalışması yürütmeleri, ahbap-çavuş ilişkisiyle, torpille işe başlamaları belediye işçilerinin hem sınıf mücadelesindeki yerini hem de bilincini eriten bir rol oynamaktadır. Belediyelerdeki çıkar ve menfaate dayalı bu ilişkiler işçilerin sınıf kimliklerini erozyona uğratmaktadır.

Belediye işçilerinin aldıkları ücretlerin başka işkollarına göre daha iyi olması, daha rahat çalışıyor olmaları, sınıf kimliğinin oturmayışı, karşı karşıya kalınan saldırılarda alacakları her türlü tutumun ya da başvuracakları mücadele yönteminin/programının engeline dönüşmektedir. Örneğin, bir fabrikada işçi, patronunun ya da müdürün hangi partiye oy verdiğini düşünmez, hangi koşullarda çalıştığını düşünür. Oysa belediyelerde tam tersidir. İşçi önce kendi partisinden olan kişinin ya da parti içi hesaplara göre desteklediği kişinin belediye başkanı olmasını istiyor. Bu da belediye işçilerinin gerçek bir sınıf mücadelesinden uzaklaşmalarına neden olmaktadır. Kendilerine yönelik her saldırı ve hak gaspına karşı patronu değil, sadece sendikayı eleştiren ama işçilerin payının ne olduğunu düşünmeyen bir duruma itmektedir.

Bu tabloda her seçimden sonra belediyelerden yüzlerce işçi çıkartılır. Yeni gelen belediye başkanları atılanların yerine kendi kadrolarını işe alırlar. Bu çıkışlar sadece belediyelerin CHP’den MHP ya da AKP’ye geçtiği durumlarla sınırlı değil. Özellikle İzmir genelinde birçok ilçenin belediye başkanı CHP’lidir ve bir sonraki seçimlerde yine bir başka CHP’li belediye başkanı oluyor. Yine de yeni gelen başkan kendi kadrosuna yer açmak için işçi atmaya başlıyor. Siyasetçiler kendi rant ve menfaatleri için birbirinin ayağını kaydırırken, niyetleri asla halka en iyi hizmeti vermek, çalışanların refah seviyesini geliştirmek olmuyor. Geneli kendime ve yakınlarıma daha ne kadar rant sağlayabilirim derdindedir. Tıpkı bu ülkeyi yönetenler gibi…

Belediye işçilerinin iş güvenceli, daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için, kirli ilişkilerin bir parçası olmadan, kendi sınıfsal talepleriyle bir araya gelmeleri, sendikayı bu çerçevede bir mücadele çizgisine çekmeleri gerekmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi tarihimizde bunun örnekleri çok.

Örneğin, Yıl 1992 Ocak ayı, SHP’li Belediye Başkanı Yüksel Çakmur’un işten çıkarttığı 400 işçiden 350’si “Kar, soğuk, fırtına geliyoruz Ankara!” sloganlarını haykırarak yola düştüler. 7 Ocak 1992 sabahı “ölüm yürüyüşçüleri”, eş ve çocukları, sendikalar ve kitle örgütleri ve işçileri destekleyen halkla birlikte Belediye Sarayı’nın çevresini sarmışlardı. Valinin, emniyet güçlerinin baskılarına, gözaltı tehditlerine rağmen, işçiler son derece kararlı ve ısrarlı olduklarını gösterdiler. “Ölüm yürüyüşüne” çıkan işçilerin talepleri sadece kendilerinin işe iade edilmesi değildi. Bunun yanı sıra 13. ve 17. maddelerin kaldırılması, iş güvencesi, 1 Mayıs’ın yasallaşması, Anti-Terör Yasası’nın iptali, ücretlerden kesilen zorunlu tasarruf ve konut fonu uygulamasına son verilmesi, Keçiören, Silvan, Mamak, Kartal belediyelerinde işten atılan 900’e yakın belediye işçisinin ve temsilcilerinin derhal işine iade edilmesi idi.

Bugün belediye işçilerinin yapması gereken bellidir. Genel-İş nasıl kurulduysa, nasıl ki geçmişte işçiler parti içi hesaplara, sendikal bürokrasiye takılmadan mücadele ettilerse, bundan sonra yapmaları gereken de odur. En acil görev, kendilerinin de işçi sınıfının bir parçası olduğundan hareketle sermaye ve onun temsilcilerinin saldırılarına karşı bir bütün olarak durmak ve sınıfa karşı sınıf bakışıyla bir mücadele programı oluşturmaktır. Yoksa işçi sınıfı, filler tepişirken ezilen çimen olmaktan kurtulamayacaktır.

İzmir’den bir sınıf devrimcisi