Sermaye düzeni ve AKP iktidarı işçi sınıfına yönelik saldırılarını aralıksız sürdürüyor. Kıdem tazminatına yönelik saldırı her zamanki güncelliğini korurken, diğer hak gaspları belli bir takvime göre sırayla hayata geçiriliyor. Açıklanan “yeni ekonomik programlar” bu saldırılara vesile yapılırken, bunu ihtiyaca göre parça parça geçirilen diğer hak gaspları izliyor.
AKP hükümetleri dönemi, işçi sınıfı için 12 Eylül ile başlayıp bugüne kadar yoğunlaşarak süren kayıplar döneminin en büyük kesitini oluşturuyor. Kayıplar sadece kaybedilen haklarla sınırlı değil. Eylem yapma yeteneğini yitirmeye başlayan, eylem deneyimlerinden yoksun kalan bir sınıf tablosu duruyor önümüzde. Geçmişle kıyaslandığında, yapılan grev sayısında ve bu grevlere katılan işçi sayısındaki azalma, tablonun bu yönünü yeterince açıklıyor. “Yasal grevler” dışında fiili eylem ve direnişlerde de aynı sonuçla karşı karşıyayız.
İşçi sınıfının saldırılar karşısındaki bu “edilgenliğinin” gerisinde elbette çok yönlü nedenler var. Daha başlamadan grevlerin yasaklanması, direnişe geçen işçilere yönelik saldırılar vb. bunların başında geliyor. Üstüne sendikal ihanetler de cabası... Meselenin bu yanına değinmeden, sınıfın eylemsel pratiğinin sınırlarına bakacak olursak, göreceğimiz olgu bunca saldırı karşısında gösterilen direncin zayıflığıdır.
İşçileri sermaye sınıfı ve onun hükümetleri karşısında savunmasız bırakan en büyük neden onun sınıf bilincinden yoksun olmasıdır. AKP döneminin en büyük başarısı da buradadır. Alt kimliklere bölünmüş, sınıfsal aidiyeti unutturulmuş, bir bölümü şovenizmin bir bölümü de din tüccarlarının etkisine bırakılmış işçiler, kendi haklı davaları için dövüşmek yerine kendilerini sömürenlerin tuzaklarına düşmektedirler. Hal böyle olunca ortaya kendi gelecekleri için birleşemeyen, insanca çalışma ve yaşama koşulları için örgütlü kavga veremeyen, haklarına yönelik saldırılarla karşılaştığında direnişi seçmeyen bir işçi bölüğü ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan bu gerçeklik, işçi sınıfının sermayeye öfkesinin yatıştığı ya da tümüyle bastırıldığı anlamına da gelmiyor. SEKA, Tekel, Greif, Metal Fırtına vb. direnişler geçmiş ve gelecek arasında işçi sınıfının eylemlerle ördüğü köprüdür. Her ne kadar işçi sınıfının tamamının gözünde aynı netlikle görünemese de bu köprü dimdik ayaktadır.
Sahte kutuplaşmaların çemberinde sıkıştırılan, düzen güçlerinin birinin ya da diğerinin ayağına dayanak yapılmaya çalışılan, deyim yerindeyse boğulacak duruma getirilip kendisine en yakın yılana sarılmaya zorlanan işçi sınıfı bu şartlar altında dahi kötürümleşmiş değildir. Şu son dönemde, bunca elverişsiz koşullarda gerçekleşen işçi direnişleri bile bunu doğrulamaktadır. İşçi sınıfı her ne kadar parçalı, birbirinden kopuk ve sınırlı da olsa mücadele refleksini yitirmiş değildir. İşçi sınıfının kendi bağımsız tutumuyla tarih sahnesine çıkacağına olan inancı sağlamlaştıran bu direnişler aynı zamanda onun ihtiyaç duyduğu önemli sorunları da ortaya çıkarmaktadır: Birlik ve dayanışma…
Bu zor şartlarda gerçekleşen işçi direnişlerinin her zamankinden daha fazla birliğe, her zamankinden daha fazla dayanışmaya ihtiyacı vardır. Birlik ve dayanışma, destekçi güçler için olduğu kadar direnişçi işçiler için de önemlidir. Direnişleri ortaklaştırmayı başarmak, dayanışmayı bu birliktelikle büyütmek direnen işçilere büyük bir moral, bu direnişleri takip ederek ondan umut bekleyen diğer işçilere de örnek olacaktır. İşçi sınıfının parçalı, bölük pörçük tablosuna son vermek için de eyleme geçmiş direnişçi işçilerin yan yana gelebilmesi zorunludur. Direnişçi işçilerin oluşturacağı birliktelik dayanışma güçlerini de birleştirecektir. Şili meydanlarında yeniden yankılanan şiarlar gibi; direne direne, birleşe birleşe ilerleyen işçileri hiçbir güç durduramaz. “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!”