Kadın sorunu ve Marksizm’in güncelliği

Sorunu mevcut sistemle bağı ve onun tarihsel toplumsal bağlamı içinde almadığınızda, sorunun güncel görünümlerine odaklanır, sorunu “erkek egemenliğiyle” sınırlayan, şekilsiz ve belirsiz bir program ekseninde hareket edersiniz. Esen rüzgarların etkisiyle Marksizm’in temel esaslarından uzaklaşırsınız.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Kadın
  • |
  • 25 Ağustos 2022
  • 19:00

Yaşadığımız kapitalist düzende her geçen gün ağırlaşan kadın sorunuyla karşı karşıyayız. Kadınlar üzerindeki baskı ve sömürü artarken, kazanılmış haklarına dönük saldırılar da tırmandırılıyor. Bu gerici saldırılara karşı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadın hareketi yükseliyor. Özellikle 21 yıldır dinci-gerici AKP iktidarının kaba cinsiyetçi politikalarının tetiklediği kadın hareketi yükselmeye, sürekliliğini ve dinamizmini korumaya devam ediyor.

Ülkemizde de kadın hareketi feminist hareketin önderliğinde ilerleyen bir seyir izliyor. ‘70’li yıllardan sonra zayıflayan ancak son yıllarda yeniden yükseliş eğilimi gösteren feminist hareket, Avrupa çapında parçalı bir tablo sergiliyor. Kapitalizme kan taşıyan burjuva feminist akımlar kadar, farklı tandanslarda marksist feminist akımlar da ortaya çıktı. “Marksizm’i feminist bir kavrayışla anlama ya da sınıfı feminizmin merkezine marksist bir tavırla yerleştirme (*1) kaygısı taşıyan aydınların/akımların Marksizm’le feminizm arasında ortak paydalar yaratma çabaları olduğu gibi, geniş bir kesim Marksizm’e yönelik eleştirileriyle Marksizm’in “cinsiyet körü” olduğunu savunmuştur.

Gelinen aşamada parçalı tablo varlığını sürdürmesine rağmen “ileri” kapitalist ülkelerde dahi sömürünün, şiddetin, ırkçılığın ve artan sosyal sorunların da etkisiyle toplumsal mücadele dinamikleri ile ortak paydalar yaratmaya çalışan ve “grevler” örgütleyen kadın hareketi kendini belirgin şekilde hissettiriyor. Tam da bu sosyal sorunların ve mücadelenin ihtiyaçlarının dayatmasıyla “kadın hareketinin niteliği” üzerine tartışmalar yoğunlaşmaktadır.

***

Bugün Türkiye’de kadın mücadelesinin önderliğini sürdüren feminist hareketin gelişim süreci ise farklı bir seyir izlemiştir. Türkiye’de feminist hareket, 12 Eylül darbesinin ardından gerici dalga ve tasfiyeciliğin ürünü olarak ortaya çıktı. ‘80 askeri faşist darbenin ardından solda yaşanan tasfiye sürecinde Türkiye’de devrimci örgütlerle yollarını ayıran, bu örgütlerin kadın sorunu karşısında duyarsız ya da sorunu “devrim sonrasına havale eden” tutumlarını kendine dayanak gösteren, ama asıl olarak devrim karşıtlığında birleşen kadınlar tarafından feminist hareketin ilk adımları atıldı.

2000’li yıllarda Kürt hareketinin izlediği tasfiyeci-uzlaşmacı çizgiye paralel olarak, halkçı küçük burjuva devrimci akımların reformizme evrimi ile birlikte feminizme kayma süreci yaşandı. Reformizmin bayrağı altında toplananlar, hızlı bir biçimde feminist çizgide de buluştular. (*2)

Bugün ise Türkiye’de feminist hareketin parçalı tablosuna baktığımızda, sürece önderlik edenler arasında kendini “sosyalist feminist” olarak tanımlayanların bir ağırlığının olduğu görülmektedir. Aynı zamanda marksist olma iddiası taşıyan siyasal öznelerin paralelindeki kadın örgütleri de kendilerini sosyalist feminist olarak tanımlıyor ve Marksizm’e dönük eleştirileri yoğunlaştırıyorlar. Kadın sorunundaki bakış, doğal olarak kadın sorunun çözümü ve kadınların örgütlenmesini de belirlemektedir. Geçmişten bu yana ifade edildiği gibi, Marksizm’in “cinsiyet körü” olduğuna dair söylemlerin yanısıra, kadın sorunu konusunda “devrimci kaygılarla” Marksizm’in “eksik bıraktıkları” üzerine yoğunlaşanların yolları, kadın sorununun çözümü ve örgütlenmesi konusunda burjuva feminizmiyle kesişmektedir. Bu eğilim, Marksizm’den uzaklaşma sonucunu da doğurmaktadır.

Yöntem üzerine...

Kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, 19. yüzyılda Karl Marks-Friedrich Engels tarafından formüle edilen Marksizm, kapitalist toplumun temellerini ve işleyiş yasalarını ortaya koymakla birlikte, nasıl aşılabileceğini de formüle eden bir bilimsel düşünce sistemidir.  

Kendinden önce gelen düşünsel birikimin sentezlenmesi ve aşılarak yeniden üretilmesi olan Marksizm, tarihsel materyalizm olarak tanımlanan tarihin işleyiş yasalarını ortaya koyduğu gibi, tarihin özel bir dönemi olan kapitalizmin işleyiş yasalarını da açıklığa kavuşturur. Bunun doğal bir sonucu olarak emek-sermaye çelişkisi ile birlikte, proletaryanın tarihsel devrimci rolünü tanımlar. (*3)

Marksist düşünce sisteminin dayandığı yöntem ise devrimci diyalektiktir. Bu yöntemle tarihsel ve toplumsal sorunlara bilimsel açıklıklar getirir. Tarihin, toplumun, doğanın ve bunlarla bağlantılı tüm sorunların tarihsel seyri içinde bağlantılarını ortaya koyar ve yenileyerek ilerler.

Tüm toplumsal sorunlara olduğu gibi kadın sorununa da diyalektik materyalist yöntemle yaklaşıldığında ve sorun bu yöntemsel bakış çerçevesinde ele alındığında, kadın sorununun tarihsel kökenini anlamamıza ve nasıl çözüleceği konusunda açıklık sağlamamızda anahtar rol oynar. Bu bilimsel yöntemle yaklaşıldığında diğer toplumsal sorunlar gibi kadın sorununun da tarihsel gelişim seyri içinde, belli koşulların ürünü olarak ortaya çıktığını ve bu koşulların ortadan kaldırılmasıyla sorunun aşılacağını anlamamızı sağlar.

Marx ve Engels, düşünsel çalışmaları çerçevesinde kadın sorunu üzerine ‘özel’ değerlendirmeler yapmasalar da bir dizi eserlerinde toplumların ve somutta kapitalizmin işleyiş yasaları çerçevesinde kadınların ezilmesine ve bunun tarihsel kökenine dair değerli katkılar yaptılar. Yaşadıkları tarihsel dönemde kadınların hak ve eşitliğinin yılmaz savunucusu oldular. Sonraki dönem marksistler de bu birikim üzerinden kadın sorununa çok değerli katkılar sundular. Geride bıraktığımız yüzyılda, kadınların en temel kazanımlarının uluslararası işçi hareketinin ve sosyalist hareketin mücadelesiyle kazanılmış olması ise bu mirasın doğal ürünüdür.

Clara Zetkin’in “Kadınlar Karl Marks’a ne borçludur” makalesinde vurguladığı gibi, her şeyin ötesinde kadın sorununu anlamak, incelemek ve kavramak açısından devrimci yöntemi kazandırdılar: 

“Şüphesiz Marx, hiçbir zaman ‘başlı başına’ ve bir ‘sorun olarak’ kadın sorunuyla uğraşmamıştır. Buna rağmen o, yeri doldurulamaz bir şey, kadının tam hakka sahip olma mücadelesinde en önemli olan şeyi yapmıştır. Materyalist tarih anlayışıyla o bize kadın sorunu hakkında hazır reçeteler değil, ama çok daha iyi bir şeyi, onu incelemek ve kavramak için doğru, emin yöntemi verdi. Kadın sorununu genel tarihsel gelişmenin akışı içinde, genel toplumsal bağlantılar ışığında onun tarihsel olarak koşullanmışlığını ve haklılığını kavramayı, onun yöneldiği hedefleri, ortaya çıkan sorunların çözümünün ancak hangi koşullar altında buulunabileceğini bilmeyi ancak materyalist tarih görüşü olanaklı kılmıştır.” (*4)

Marksist düşünce sisteminin devrimci yöntemiyle, kadınların tarihsel ve toplumsal ezilmişliğine dair temel tartışma başlıklarına kısaca göz atalım...

Kadın sorununun tarihsel kökeni

Gerici burjuva ideolojiler, esasta kadının mevcut konumunun sürmesi amacıyla, ezilmişliğinin biyolojik yapı ve doğa koşullarına bağlı olduğunu iddia eder ve bunun geçmişte de öyle olduğunu vurgularlar. Dinsel kaynaklara dayanarak, kadının işlediği “ilk günahtan” bugüne kadar devam ettiğini vaaz eder dururlar.

Feminist kaynaklar ise, kadın sorununun özüne değil görünümlerine odaklanırlar. Sorunu tarihsel ve toplumsal bir sorun olarak görmedikleri için, kadın ile erkek arasındaki bir sorun olarak ele alırlar. Tarihin bir döneminde sınıfsız toplumun varlığını ve aynı zamanda bu anaerkil toplumda kadınların özel rolünü reddetmeyenler ise, o dönemde de cinsiyetçi işbölümü olduğunu ifade ederek, kadının ezilmişliğinin cinsel konumundan ve doğurgan yapısından kaynaklı olduğunu iddia ederler. Bu yaklaşımlarıyla gerici burjuva ideolojileri ile dolaylı olarak ortaklaşırlar... Ya da bilimsel ve antropolojik verileri çarpıtma yoluna giderek, Engels’in de ünlü eseri “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde faydalandığı Morgan’ın ünlü eseri “Eski toplum”un, sonraki dönem verileriyle geçersizleştiğini öne sürerler. Şu bir gerçek ki, 19. yy’da Morgan’ın bazı toplumlara dair ortaya koyduğu antropolojik veriler, sonraki dönemlerle yapılan araştırmalarla yenilenmiş olsa bile en temel tespitini, tarihin uzun bir kesitinde analık hukukunun geçerli olduğu sınıfsız toplumun varlığını ve bu toplumda kadınların taşıdığı özel rolü ortadan kaldırmamaktadır.

19. yy’dan itibaren bilimsel verilerin gösterdiği en temel gerçek, tarihin bir döneminde, yaklaşık 6-8 bin yıl öncesinde özel mülkiyetin, sınıfların, devletin olmadığı, kadın ve erkek bireylerin birbirleri üzerinde tahakkümlerinin ve cins ezilmişliğinin bulunmadığı, eşit oldukları bir toplum düzeninin bulunduğudur. Kadın ve erkeğin eşit olduğu, kadınların özel bir konumu olmakla birlikte erkeğin üzerinde tahakküm kurmadığı ilkel komünal toplumda, kadının özel konumu, bizzat üretimde ve yaşamda tuttuğu özel yerden kaynaklanmaktadır. Kadınlar bu ilkel toplumda, analık işlevlerinden dolayı değil, tam da yaşam gereksinmelerinin temel üreticileri oldukları için üstün konumda idiler. Kadınların, sağ kalabilmek ve çocuların bakımını sağlayabilmek için emek faaliyeti içinde bulunmaları, onların toplum içinde daha özel konumda bulunmalarının da temel nedenidir.

“Erkeklerin tüm vakitlerini avcılığa ve savaşçılığa ayırdığı dönemde, toplumsal ilerlemenin temelindeki başlıca alet, ustalık ve tekniklerin birçoğunu kadınlar geliştirmiştir. Yiyecek toplamaktan, basit bahçeciliğe, sonra tarıma geçtiler. Çömlekçilik, dericilik, dokuma, ev yapımı vb. dahil, yaptıkları çeşitli zaanatlardan botanik, kimya, tıp ve diğer bilimsel bilgi dallarının temellerini geliştirdiler. Böylece kadınlar yalnızca ilk çiftçiler ve sanayi işçileri olmakla kalmayıp, aynı zamanda yaptıkları işlerin çeşitliliği sayesinde kafalarını ve zekalarını geliştirerek becerilerini ve kültür birkimlerini yeni kulaklara aktaran temel eğitimciler haline geldiler. (*5)

Toplumun bireylerinin eşit, ama aynı zamanda kadınların daha özel bir rol oynadığı bir toplumdan çıkış nasıl meydana geldi? Kuşkusuz ki, bunun kaynağında uzun bir zaman dilimine yayılan üretimdeki gelişmeler ve üretim ilişkilerindeki değişmeler yatıyordu. Geniş ölçekli tarıma ve yeni bir yaşam tarzına geçiş, tanımlı araziler etrafında tarım ve hayvancılıkla uğraşan insan toplulukların oluşmasına yol açtı. Üretici güçlerdeki gelişmeyle birlikte artı-ürünün oluşması erkeğe daha özel bir konum kazandırırken, bu ürünlere el koymada ifadesini bulan mülkiyet sahipliğinin erkeğin denetimine geçmesi, eski kabile yaşamının parçalanması ve beraberinde yeni mülkiyet yasalarının da oluşması kadının tarihsel yenilgisinin başlangıç adımları oldu. 

***

Belirtmek gerekir ki, kadın ezilmişliğinin kökenine, bu ezilmişliğin aileyle birlikte devletin ortaya çıkışına dayandığını dönemin bilimsel verileri ışığında ortaya koyan Engels, aynı zamanda Marks’ın 1880-1882 yıllarında yaptığı araştırma ve notlarının derlendiği Etnoloji Defterleri’nden faydalanmıştır. Marks ve Engels, kadınların ezilmesinin tarihsel kökenleri ve dayanaklarını bilimsel veriler ışığında sonraki kuşaklara miras olarak bırakmışlardır. Söz konusu kaynaklarda da ortaya konan yöntemsel bakış, kadın ezilmişliğini doğuran maddi toplumsal koşulları bilimsel verileyle ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu maddi toplumsal koşullar ortadan kalktığında, kadınların ezilmesinin ve eşitsizliğinin de son bulmasının ön koşullarının yaratılacağı sonucuna işaret edilmektedir:

“Öte yandan bu sorun tarihsel bir sorundur; bu onun tarihsel evrim içinde, belli toplumsal koşullar çerçevesinde, belli üretim ilişkilerinin ürünü olarak ortaya çıktığını anlatır; ve elbette, köklü toplumsal değişim ve dönüşümlerin sonucu olarak ortaya çıkacak yeni koşullar ve ilişkiler içinde de zamanla ortadan kalkacağı anlamına gelir. Tarihsel evrim içinde, onun belli aşamalarında ortaya çıkan her sorun bu evrimin yeni safhalarında, yeni toplumsal ilişkiler ortamında ortadan kalkar, kalkmak zorundadır.” (*6)

Kapitalizm ataerkilliği yeniden üretiyor

Sınıflı toplumlara geçişle birlikte başlayan kadınların ezilmişliği, halen devam ediyor. Kadınlar üzerindeki çok yönlü eşitsizlik, birbirini takip eden her bir toplumsal sisteme devredildi. Her sistemde kadınların ikincil konumu korunarak sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden üretildi. Kapitalizm ise, kendinden önceki sistemlerden devraldığı kadınlar üzerindeki çok yönlü baskı ve eşitsizliği koruyarak, kendi sınıfsal çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirdi.

Kadınlar üzerindeki baskı ve eşitsizliğin bir parçası olan erkek egemenliği, kısa tanımlama ile “ataerki”, binlerce yıllık gelişen sürecin ürünüdür. ‘Ataerki’ sınıflı toplumlar tarihi boyunca korunarak 21. yüzyıla taşındı. Günümüzde erkek egemenliği özel mülkiyet, gelenek-görenek, din, aile vb. ile şekillenmekte, kadınlar üzerinde bir baskı aygıtı olarak varlığını sürdürmektedir.

Bu çağda “ataerki” kapitalist sisteme aittir ve ondan bağımsız bir yapı değildir. Kadınların üzerindeki erkek egemenliği, sınıfsal baskı ve sömürünün bir parçasıdır ve ayrı düşünmek olanaklı değildir. Bu da diğer toplumsal sorunları gibi her gün yeniden üretilmektedir.

Radikal feministlere göre, “ataerki”, erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu bir egemenlik biçimidir, kendine özgü ayrı bir sistemdir. Marksistlerin kadınların ezilmişliğini, üretim ilişkileriyle ve somutta kapitalist sistemle bağı temelinde ele alması, feministler tarafından sınıf indirgemeciliği diye eleştirilmektedir. Bu da doğal. Zira burjuva feministler kapitalist toplumdaki ayrıcalıklarını yitirmek istemezler.

Ataerkinin kapitalizmle bağı, bilimsel bir temele, tarihsel materyalizme dayanmaktadır. Maddi ekonomik koşullar ve toplumsal üst-yapı birbirine bağlıdır ve bu ilişkide ekonomik koşullar belirleyicidir. Ekonomik yapı, toplumsal yapının üzerinde yükseldiği temeli oluşturur. İkincisi, birincisine bağlıdır. Özetle, toplumsal yapı içinde cinsel, ırksal, dinsel vs. toplumsal ilişki biçimleri, kendi içinde bağımsız olgular değildir. Bir sisteme, üretim ilişkilerine bağlıdır. Tersinden ise, o ilişkilerin yeniden üretilmesine katkı sunarlar.  

Bugünün toplumunda erkek, baskı ve sömürü düzeninin taşıyıcısı ve aktörü konumundadır. Kadınların cins kimliği ile ezilmesi, horlanması, geleneklerle baskılanması gibi sorunları kapitalizm yeniden üretmektedir. Böylelikle emek sömürüsüne dayalı sistemin sürekliliği sağlanmakta, kapitalizm bu tahakküm ilişkilerinden beslenerek ömrünü uzatmaya çalışmaktadır.

İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda bir bütün olarak kadın cinsi, cinsel ezilmişlikle karşı karşıya kalmakla birlikte, bu sorunu burjuva kadın ve emekçi kadın farklı düzeylerde yaşamaktadır. Erkek egemenliğinin tüm görünümleri, sınıfsal ezilmişliğe dayanarak, emekçi kadınlar üzerinde baskıyı, sömürüyü derinleştiren bir rol oynamaktadır.

Ataerkil kültürün, geleneklerin ve tüm egemenlik ilişkilerinin tasfiyesi, diğer bir ifadeyle kadın sorununu yaratan maddi toplumsal zeminin ortadan kaldırılmasıyla sorunun köklü çözümünün yolu da açılacaktır.

“Zira, bahsettiğimiz, sadece kapitalizmin yarattığı sonuç olmaktan öte, binlerce yıllık kökleşmiş, her bir toplum tarafından korunmuş ve yeniden üretilmiş toplumsal ilişkiler zeminidir. Maddi koşulların ortadan kalkması, kadının çok yönlü ezilmişliğinin ortadan kalkmasının ön koşulunu oluşturmakta, binlerce yıllık ideoloji kültür, geleneklerin kökünün kazınması için maddi zeminin yaratılması anlamına gelmektedir. Sosyalizmin tarihsel deneyimleri de bize bu konuda fikir vermektedir.” (*7)

Ev içi emek ve kapitalizm

Egemen kapitalist toplumda kadınlar ikinci cins görülmekle birlikte, aynı zamanda ataerkil kültür ve değerlerle ezilmekte ve baskı altına alınmaktadır. Bunların yanısıra, kadınlar ev içi işlerin yükünü taşımak zorunda kalmakta, çocuk bakımı da dahil olmak üzere ev işlerinin tüm bunaltıcı ve köleleştirici yükleri kadınların omuzlarına yıkılmaktadır.

Kadınların özgürleşmesinin en temel koşulları, üretim ve toplumsal yaşama aktif olarak katılması, ataerkil kültür ve geleneklerin baskısından kurtulması ve kadını körelten ev içi işlerin toplumsal bir sorumluluk olarak ele alınmasından geçmektedir.

Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasından sonra tüm bu önlemlerin hayata geçirilmesinin ön koşulu olarak, sınıfsal eşitsizlikler ve kadınların çok yönlü baskı ve ezilmişliğinin maddi koşulları ortadan kaldırılmıştır. Devrimin ardından bizzat Jenotyeller aracılığıyla, kadınların üretime, toplumsal siyasal yaşama etkin katılımı için kapsamlı çalışmalar yürütülmüştür. Burjuva devletlerin 100 yılda yapamadıkları köklü düzenlemeler, Sovyet iktidarında kısa süre içinde hayata geçirilmiştir. Aynı dönemlerde burjuva kadın hareketinin, esasta burjuva kadınların mülkiyet hakkını güvenceleyen “oy hakkı” kampanyaları sürerken, Rusya’da kadınların tam hak eşitliğini sağlayan hukuksal düzenlemeler, kadınlar üzerindeki erkek egemen baskı ve eşitsizlikleri, çocuk bakımı, ev içi işleri vb. sorumlulukları toplumsal kurumlaşmalar yoluyla kaldırmaya dönük köklü adımlar atılmıştır.

Sosyalizmin ilk deneyiminin pratikte attığı adımlar muazzam önemdedir.  Sovyetler Birliği’nde sergilenen bu pratik tutumlara ise, kadın sorununa, kadının toplumsal konumuna, kadının özgürleşmesine dönük bakış kaynaklık etmektedir.

Sonrasında, tam da sosyalizmin inşa sürecinde yaşanan sorunlara paralel olarak, kadınların özgürleşmesi, kadınların ev içi ve çocuk bakımının yükünün toplumsallaştırılması yönündeki adımların akamete uğramış olması, sorunun çözümü noktasındaki bakışı ve atılan adımların muazzam tarihsel önemini ortadan kaldırmamaktadır.

***

Bu deneyimlerin öğreticiliğini bir yana koyarak güncel tartışmalara dönecek olursak, farklı kanatlarıyla feminist hareket, marksistlerin yeniden üretimi ve burada kadınların ev içi emeklerini görmediğini, bunu yok saydığını ve bu sorunun üzerinden atladığını, sorunu üretim alanında varolan kadın işçilerin sorunu sınırlarında ele aldığını söylemekte, bu açıdan “cinsiyet körü” olduğu iddiasını ortaya atmaktadırlar.

“Bir toplumda üretim sürecinin şekli ne olursa olsun, bu sürecin devamlı olması, devresel olarak aynı evrelerden geçerek sürüp gitmesi gerekir. Bir toplum tüketmekten nasıl vazgeçemezse, üretmekten de öyle vazgeçemez. Bunun için birbiriyle ilişkili bir bütün, devamlı yenilemelerle akıp giden bir olay olarak görüldüğünde, her toplumsal üretim süreci, aynı zamanda, bir yeniden-üretim sürecidir.” (Karl Marks) (*8)

Marx’ın da ifade ettiği gibi, üretim ve yeniden üretim, bütünsel sürecin parçalarıdır. Maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi, birbiriyle ilişkili, diyalektik olarak birbirine bağlı süreçlerdir.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde şöyle ifade etmektedir:

“Materyalist anlayışa göre, tarihte son kertede belirleyici etken, dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu ise yine ikili bir karaktere sahiptir. Bir yandan yaşam araçlarının, gıda, giyim, barınak ve bunlar için gerekli aletlerin üretimi, diğer yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi…” (*9)

Emek gücünün yeniden üretiminde, kadınların harcadığı ev içi emek, bir yandan yeni neslin üretimi (çocuk bakımı da dahildir buna) öbür yandan ise, kapitalist üretim sürecinde aktif rol alan erkek emek gücünün, bir sonraki gün iş gücü üretimine aktif bir şekilde katılabilmesi için harcanan emek (yemek, ev işleri vs.) olarak tanımlanır. Bu işlerin hepsi, kapitalizmle erkek egemenliğinin ilişkisinden dolayı kadınların görevi olarak ifade edilmektedir.

Burjuvazi, kendinden önceki toplumlardan devraldığı, kapitalizm tarafından yeniden üretilen ataerkiye yaslanarak bu sorumlulukların maliyetini emekçi kadınlara ödetmekte, kadınların fiziksel, zihinsel emeği üzerinden kârını arttırmaktadır. Aynı zamanda, piyasadan alınması gereken bu hizmetlerin sorumluluğu kadınların üzerine yüklenerek, ücretleri düşürerek de kârına kâr katmaktadır. Özetle, kadınların ev içi sorumlukları kadın ve erkek arasında bir sorun değil, bizzat kadınla kapitalist sistem arasındadır.

Kadınların harcadıkları ev içi emek de sınıfsaldır ve asıl olarak işçi-emekçi kadınlar için bir yüktür. Kapitalist toplumda kadın sorunu özünde emekçi kadın sorunu olduğu gibi, emek gücünün yeniden üretilmesinden kaynaklanan sorumluluklar da işçi ve emekçi kadınların sorunu olarak yaşanmaktadır. Burjuva kadın, bu toplumda cins olarak ezilse bile, onun için ev içinde yüklerden bahsetmek olanaklı değil. Satın aldıkları bu hizmetlerin karşılığında ise, bizzat işçi kadınlar, sefalet ücretlerine ve çalışma koşullarına mahkum edilmektedir.

Kadın sorununun çözümü ve kadınların özgürleşmesi mücadelesi

Kadın sorununu nasıl ele alırsanız, kadın sorununda kurtuluş programınızı ve mücadele hattınızı da ona göre şekillendirirsiniz...

Kadın sorunu, özel mülkiyetle birlikte ortaya çıktığı gibi, ardı ardına gelen tüm sınıflı toplumlar bu sorunu devraldı. Özünü koruyarak, kendine göre şekillendirerek bugünlere taşıdı. Sorunun ortadan kalkmasının koşullarının oluşması, ancak sorunu doğuran maddi toplumsal koşulların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bununla birlikte hayatın her alanında köklü bir şekilde silinebilmesi de uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerektirecektir. Elbette bu kadınların demokratik haklar ve eşitlik için verdikleri mücadelenin önemini azaltmıyor. Tersine, sadece bu mücadelenin nihai kurtuluşa ulaşabilmesinin koşullarına dikkat çekiyor.  

Kapitalist toplumda kadın sorununun görünümlerine değil kaynağına, yani kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele, kadınların kurtuluş mücadelesinin ana eksenini oluşturmaktadır.

“Tüm temel toplumsal sorunlar gibi kadın sorununun çözümü için de kuşkusuz toplumsal devrim gereklidir. Fakat toplumsal devrimin başarısı için de işçi sınıfının ve emekçilerin, dolayısıyla onların kadınlarının mücadeleye geniş çaplı ve etkili bir katılımı gereklidir. Kadın bu mücadele içinde kendini bulacak, özgüven kazanacak, hükmedici erkek egemenliğinden kurtulacak, bağımsızlaşacaktır. Mücadeleye etkin ve inisiyatifli katılım kadının kendini ikinci sınıf insan olarak görmesine, böyle algılamasına etkili darbeler vuracaktır.

Mücadele kadının kendisine bakışını değiştirmekle kalmayacak, erkek emekçinin kadına bakışını da değiştirecektir. Toplumsal mücadele erkek emekçiyi bir dizi başka konuda olduğu gibi kadın sorununda da yeniden eğitecek, onun gerici, ataerkil, darkafalı burjuva ve küçük-burjuva önyargılarına büyük darbeler indirecektir.

Bundan dolayıdır ki, toplumsal mücadelenin bizzat kendisi, kadın sorununun çözüm sürecinde en temel halka durumundadır.” (*10)

Sorunu mevcut sistemle bağı ve onun tarihsel toplumsal bağlamı içinde almadığınızda, sorunun güncel görünümlerine odaklanır, sorunu “erkek egemenliğiyle” sınırlayan, şekilsiz ve belirsiz bir program ekseninde hareket edersiniz. Esen rüzgarların etkisiyle Marksizm’in temel esaslarından uzaklaşırsınız. Sosyalist-feminist öznelerin ve paralelindeki “sosyalist” yapıların “sınıf dışı sosyalizm” anlayışları, bu yanılgının kaynağını oluşturmaktadır. 

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadın sorunu her geçen gün derinleşiyor. Zira kriz içindeki kapitalizm demokratik/siyasal alanlar üzerindeki baskıyı arttırdıkça kadın sorunu da yeni boyutlar kazanıyor. ABD’de kürtajın yasaklanması çarpıcı bir örnektir. Bu sorun, esasta emekçi kadın sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekleşen kadın cinayetlerine baktığımızda, yaşanan örneklerden dahi sorunun sınıfsal boyutu açık bir şekilde görülebilmektedir.

İdeolojik tahribatın aşılabilmesi için olduğu kadar, yükselen kadın hareketinin sağlam bir zemine oturabilmesi için de sınıfsal mücadelenin güçlenmesi, bunun bir parçası olarak proleter kadın hareketinin güçlenmesi temel bir ihtiyaçtır.

Kaynaklar:

1- Marksizm ve Feminizm- Shahrzad Mojab

2- EKK- Devrimci Kadın Kurultayı tebliği- 2 (10 Şubat 2013)

3- Karl Marks’ın 200. Doğum Yılı- H. FıratKızıl Bayrak- 2018/24

4- Kadın sorunu üzerine seçme yazılar - İnter yayınları shf 147-154

5- Kadın özgürlüğünün sorunları - Evelyn Reed - Shf 20

6- Kadın sorunu üzerine konferanslar -  H. Fırat

7- Kadın sorunu üzerine konferanslar -  H. Fırat

8- K. Marks- Kapital- Cilt 3

9- Ailenin özel mülkiyetin devletin kökeni - F. Engels (sy. 271)

10- Kadın sorunu üzerine konferanslar - H. Fırat