Küresel iklim eşitsizliği üzerine bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışma olan OXFAM raporuna göre dünyanın en zengin yüzde 10'luk kısmı dünyadaki tüm karbon emisyonlarının yüzde 50'sinden sorumlu. En fakir yüzde 50 ise sadece yüzde 8'inden sorumlu. Yüzde 1'lik (80 milyon kişi) en zengin kesimin emisyonu ise en fakir yüzde 66'dan (5 milyar kişi) yüksek. Yani dünyanın en zengin yüzde 1’i süper yatlarıyla, özel jetleriyle, saraylarıyla, sığınaklarıyla, dünyanın en yoksul yüzde 66’sından çok daha fazla karbon salınımına neden oluyor. Rapora göre her bir milyon ton karbon, fazladan 226 ölüme sebep olmuştur. Bu demektir ki, yalnızca yüzde 1'in sebep olduğu emisyonlardan kaynaklı önümüzdeki yıllarda 1,3 milyon insan daha ölecek.
Söz konusu çevresel sorunlar, doğal afetler, salgın hastalıklar, iklim değişikliği olduğu zaman kapitalist devletler ve sisteme hizmet eden kimi kurum veya kişiler küresel sorunlardan ‘tüm insanların eşit derecede tehdit edildiğini’ öne sürerek birtakım bireysel çözümler sunarlar. OXFAM’ın son raporunda yer alan veriler ise iklim krizine sebep olanların aynı zamanda en az etkilenen zenginler; iklim krizine en az etkisi olan ancak en fazla bedel ödeyen ve ödeyecek olanların emekçiler olduğunu ortaya koyuyor. Bu ise iklim krizine ilişkin sorunlara, dolayısıyla çözüm yoluna da ışık tutuyor.
Isıyı emen ve yayan bir gaz çeşidi olan karbon, dünyadaki ısıyı hapsederek yayılmasına ve küresel ısınmaya sebep olur. Yeryüzündeki karbon oranının artırılmasının başta gelen sebeplerinden biri petrol olmak üzere fosil yakıtların yaygın kullanılması ve sınırlı olan dünya kaynaklarının sınırsızca/hoyratça tahrip edilmesidir. Kapitalist devletlere ait kurum ve kuruluşların araştırmaları bile gezegen üzerindeki yaşamı tehdit eden iklim krizine kapitalist tekellerin ve emperyalist devletlerin sebep olduğunu itiraf etmeye başladılar.
ABD merkezli İklim Hesap Verilebilirliği Enstitüsü'nün verilerine göre, aralarında BP ve Shell'in de bulunduğu 20 şirket, 1965'ten 2017'ye kadar 480 milyar ton karbondioksite eşdeğer sera gazı üretti. Bu oran, aynı süre içindeki toplam karbon emisyonlarının yüzde 35'ine tekabül ediyor. Bir başka ifadeyle küresel karbon emisyonlarının üçte birinden fazlasından 20 kapitalist tekel sorumludur.
Yine 2022’de Yeni İklim Enstitüsü ve Karbon Piyasalarını İnceleme adlı bir başka kuruluş, aralarında Google, Amazon, Ikea, Apple, Nestle gibi dev kapitalist tekellerin de bulunduğu 25 şirketi inceledi. Bu şirketlerin net sıfır karbon hedeflerine ulaşmak ve sera gazı emisyonlarını azaltmak için kamuoyuna duyurdukları iklim stratejilerini inceleyen çalışma, şirketlerin büyük çoğunluğunun gerekli önlemleri almadığını ortaya koydu.
İklim değişikliği üzerine araştırmalar yürüten Carbon Brief sitesine göre ise ABD 1850 yılından bu yana atmosfere 509 milyar ton karbondioksit salımı yaptı. Bu, küresel karbondioksit oranının yüzde 20'sine denk geliyor. ABD'den sonra Çin yüzde 11 ile dünyayı en fazla kirleten ikinci ülkedir.
Bu arada geçtiğimiz günlerde Borsa İstanbul’da işlem gören ilk 30 şirketin (BIST 30) ‘iklim karneleri’ incelendi. Buna göre Türkiye’nin en büyük kapitalist şirketleri, “2053 Net-Sıfır Hedefi” için gerekli adımları atmadı. BIST 30’da yer alan bankacılık dışı sektörlerdeki 26 şirketin 16’sı net-sıfır hedefi için tarih bile vermedi. Karbon emisyonlarının başlıca sorumlusu olan dev tekeller emisyonu azaltmak için yine kapitalistler tarafından belirlenmiş adımları atmaktan imtina ediyorlar.
Tüm bunlara karşılık iklim krizinin ölümcül sonuçlarından en çok yoksul kesimler etkileniyor. İklim krizinin sonuçları olan aşırı hava olayları, doğal afetler, su krizi, gıda yoksunluğu, tarımsal verimliliğin düşmesi, hava ve toprak kirliliği gibi birçok olgudan sömürücü/zengin sınıflar kendilerini koruyabilirken, yoksullar adeta ölüme terk edilmektedir. Uluslararası araştırmalara göre dünyada 17,6 milyondan fazla çocuk açlık içinde doğuyor, 2 milyardan fazla kişi ise temiz suya erişemiyor.
***
Kapitalizm, doğa üzerindeki yıkıcı etkilerini arttırırken, aynı zamanda ‘sürdürülemez bir sistem’ olduğunu maskelemek için zirveler toplar, programlar sunar, çözüm bildirgeleri yayınlar. Tüm bunların özünde kapitalizmin işleyişini yeniden düzenleme, esas çelişkilerin üzerini örtme ve yeni pazar alanları açma amacı vardır. Mesela toplanan zirvelerde, krize aşırı tüketimin neden olduğu ve tüketimin düşürülmesiyle karbon emisyonun azaltılacağı yönünde iddialar ortaya atılır. Oysa dünya üzerinde milyarlarca insan temel gıda maddelerine erişmekten bile yoksundur. Hal böyleyken aşırı tüketimden kaynaklı iklim krizine sebep olmaları da beklenemez. Aşırı tüketimin engellenmesi aynı zamanda kapitalizmin ‘kar daha çok kar’ yasasına dayalı işleyişine de ters düşer.
Öte yandan bir talan alanı olarak görülen doğada yaratılan yıkım belli bir sınıra gelip dayanmış durumdadır. Kapitalistlerin kar hırsından azade tek bir orman, akarsu, okyanus, dağ, ova yoktur. Doğanın her yanı bu kokuşmuş sistemin yarattığı tahribattan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmektedir. Bu gidişat durdurulamazsa eğer yakın gelecekte ‘tahmin edilmesi zor yıkımlar’ sürecinin başlaması kaçınılmaz olacaktır.
İklim krizine neden olanlar ve yıkıcı etkilerine maruz kalanlara ilişkin gerçekler göz ardı edilerek öne sürülen sözde çözümler ancak kapitalizmi aklamaya hizmet eder. Dünyanın en büyük küresel sorunu olan iklim krizinin çözümü uğruna verilecek ekoloji mücadele sınıf mücadelesi ile iç içe yürütülebilmelidir. Dolayısıyla “emeğin ve doğanın korunması” talebiyle emperyalist kapitalizme karşı verilecek mücadelenin de ayrılmaz bir parçası olabilmelidir. Aksi takdirde ilkokul sıralarında öğretilen “yeşili sev, doğayı koru” sınırlarında kalınacaktır.
K. Düşgör