Türk sermaye devletinin yayılmacılık eğilimi yeni olmamakla birlikte, dinci-gericiliğin iktidara taşınmasından sonra daha belirgin bir hale geldi. Yayılmacılık eğilimi heves olmanın ötesine geçti. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) birçok ülkede işgalci bir güç olarak konumlanmaya başladı. Nitekim halen Kıbrıs, Irak, Suriye, Libya, Katar, Somali gibi ülkelerde TSK’nin birlikleri bulunuyor.
Önceleri emperyalist savaş aygıtı NATO’nun verdiği görevler kapsamında yurtdışına askeri birlik göndermekle yetinilirken, son yıllarda durum değişmeye başladı. TSK artık dış politikanın temel argümanlarından biri haline getirildi. Yayılmacı, işgalci, ilhakçı politikaları, daha çok TSK sahaya sürülerek hayata geçirilmeye başladı. Artık diplomasi, militarist aygıtın açtığı alanda top çeviriyor.
“Ortadoğu halkları nezdinde teşhir oldular”
Emperyalist/Siyonist güçlerin hazırladığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bölgenin bir tür yeniden sömürgeleştirilmesiydi. Tayyip Erdoğan’a eş başkan unvanı veren Neo-con’lar, AKP’yi de ‘ılımlı İslam modeli’ diye bölge halklarına yutturmaya çalıştılar. AKP’yi başa geçirenler, Türk sermaye devletine ‘taşeronluk’ sınırlarında da olsa yağmadan pay vaat ediyordu. AKP şefleri özgüven kazanmış, Irak işgaline verecekleri destek karşılığında alacakları ganimet konusunda oğul George Bush’la ‘at pazarlığı’ yapabilmişlerdi.
Sermayenin temsilcisi sıfatıyla ‘BOP eş başkanı’ unvanı alan Tayyip Erdoğan, burjuvazinin yayılmacı heveslerini körüklemiş, Osmanlı’yı hortlatma girişimlerine başlanmıştı. Dışişleri Bakanlığı’na atanan Ahmet Davutoğlu, “1913’ye ayrı düştüğümüz kardeşlerimizle tekrar buluşacağız” diyebilecek kadar kendinden emin görünüyordu. Yine o dönemlerde, “üç ay içinde Şam’daki Emevi camisinde namaz kılacağız” iddiasını ortaya atacak kadar küstah ama bölge gerçekliğini anlamaktan da bir o kadar acizlerdi.
Cumhuriyet’ten çok Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını yücelten dinci gericiliğin yayılmacı hevesleri olsa da bunlar henüz çok öne çıkartılmıyordu. Emperyalist/Siyonist güçlerin önce ‘eş başkanlık’ bahşetmeleri, ardından ‘ılımlı İslam modeli’ safsatasının ortaya atılması hem burjuvazinin hem devletin dümenini adım adım ele geçiren AKP’nin yayılmacılıkta zıvanadan çıkmasına zemin hazırladı.
Askeri aygıtına dayanarak Türk sermaye devletinin bölgede etkin bir güç olması gerektiğini savunan AKP şefleri, Filistin davasını da istismar ederek, bölge halklarının sempatisini kazanmaya ve buna dayanarak yayılmacı heveslerine bir tür ‘meşruluk’ kazandırmaya çalıştılar. Bir dönem tutmuş gibi görünen bu kirli oyun, dinci rejimin Suriye’nin yakılıp yıkılmasında oynadığı acımasız rolden dolayı sarsıldı. IŞİD, El Nusra, El Kaide gibi cihatçı terör örgütlerini desteklemesi, bir dönem atıp tuttukları İsrail’le arayı düzeltmelerinden dolayı Ortadoğu halkları nezdinde teşhir oldular. AKP şefini bir tür ‘kurtarıcı’ sananlar, Osmanlı’yı hortlatmaya çalışan küstah bir işgalciyle karşı karşıya olduklarını fark ettiler. Ilımlı İslam modeli alıcı bulmadığı gibi, Tayyip Erdoğan’ın eş başkanı olduğu BOP’da Suriye bataklığına gömüldü.
“Çetelerden müteşekkil bir ordu kartı”
Emevi Camisi’nde namaz kılma hevesleri kursaklarında kaldı. Ilımlı İslam modeli kelepir fiyatına da olsa alıcı bulamadığı için çöpe atıldı. BOP çökünce de eş başkanlık unvanı berhava oldu. Osmanlı’yı hortlatma çabaları fiyaskoyla sonuçlanınca, salt militarist aygıtlarla iş görme dönemine geçiş yaptılar. Artık işler, belirgin bir şekilde TSK ile aparat olarak kullandıkları cihatçı terör örgütleri üzerinden yürütülmeye başladı.
Cihatçılar kullanılarak Suriye topraklarının Türkiye sınırına yakın bazı şehirleri adım adım işgal edildi. İşgal edilen bölgelerdeki tüm düzenlemeler ilhaka zemin hazırlamayı amaçladı. Cihatçılardan bir ordu teşkil edildi, on binlerce kişi maaşa bağlandı ve yayılmacılık politikasının tetikçileri olarak kullanılmaya başladı. Bu cihatçıların bir kısmı yine yayılmacılık politikası kapsamında Libya’ya taşındı. Bundan dolayı AKP-MHP rejimi, uluslararası alanda ‘cihatçı terörist transferi’ yapmakla suçlandı. Buna rağmen pazarlık masasına oturduğunda AKP şefinin elinde sadece ‘TSK kartı’ değil, yanı sıra cihatçı ‘çetelerden müteşekkil bir ordu kartı’ da oluyor.
“Osmanlı’yı hortlatmaya çalışan adam”
AKP-MHP rejimi bölge politikasını militarist aygıtlar üzerine inşa edince, Suriye’yi yıkmak için birlikte çalıştığı gerici Arap rejimleriyle de araları bozuldu. Tayyip Erdoğan, ‘Osmanlı’yı hortlatmaya çalışan adam’ olarak anılmaya başladı Arap medyasında. Suriye’ye, Irak’a, Libya’ya, Katar üzerinden Körfez’e küstahça müdahale eden, ordusunu ve beslediği cihatçı çeteleri kullanarak bu ülkelerin topraklarını işgal eden, üsler kuran rejim, doğal olarak bölge açısından bir tehdit olarak algılanmaya başladı.
Bir tür ABD askeri üssü olan Katar dışta bırakılırsa, diğer üç ülke savaşla yakılıp/yıkılmış, zayıflatılmış durumda. Hal böyleyken NATO’nun ikinci büyük ordusu ile cihatçı çeteleri kullanarak yapılan müdahaleler engellenemiyordu. Emperyalist işgalcileri taklit eden bu küstahlık, Türkiye’nin ‘stratejik konumunu’ hem ABD-NATO cephesine hem Rusya’ya pazarlayarak elde edilen avantajlarla pekiştirildi.
Geçen sürede kurduğu planlar çökse de bozgunculuk yapabilecek gücü olan dinci-faşist rejim hem Suriye hem Irak topraklarından parçalar koparma niyetini ilan edecek kadar pervasızlaştı. Bu pervasızlığın bir yanında içeride iflas etmiş rejimin ömrünü uzatma planları var. Öte yandan ise, palazlanan sermaye sınıfının yayılmacı işgalci heveslerine tercüman da oluyorlar. Dış politika konusunda düzen muhalefetinin birçok noktada saray rejimiyle aynı safta yer alması, meselenin sınıfsal arka planının yansımasından başka bir şey değil.
Zıvanadan çıkan yayılmacılık politikasının sınırları
MGK’yı topladıktan sonra AKP şefinin “Suriye’den yeni topraklar işgal etmek için askeri harekat yapacağız” diye ilan etmesinden sonra yaşana iki gelişme zıvanadan çıkan yayılmacılık politikasının sınırına geldiği izlenimini güçlendirdi.
İlki Tahran’da gerçekleştirilen Putin-Reisi-Erdoğan zirvesi, diğeri ise Türk devletinin Dahok’ta giriştiği vahşi sivil katliamdır.
Tahran zirvesinde AKP şefinin Suriye kentlerini işgal etme talebi reddedildi. Putin, saray rejimiyle arayı iyi tutuma politikası izlemesine rağmen, saldırıya onay vermedi. Astana görüşmeleri kapsamında üstlendiği sorumlulukları Erdoğan’a hatırlatan Putin, Suriye topraklarına askeri saldırının teröre hizmet edeceğini söyledi.
İran tarafı ise, Putin’den daha net bir şekilde askeri saldırıya karşı çıktı. Hem dini lider Ali Hamaney hem cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, net vurgularla askeri saldırıya karşı olduklarını dile getirdiler. Bunu sadece ikili görüşmelerde değil, basına ve kamuoyuna da açıkladılar. Bu bağlamda AKP şefi Tahran’dan zılgıt yemiş bir halde omuzları düşmüş olarak döndü.
Dahok katliamı ise, dinci-faşist rejimin beklediğinden çok daha sert tepkileri tetikledi. Bir tatil kasabasında sivillerin vurulması, aralarında çocukların da bulunduğu 9 kişinin öldürülmesi, 20’yi aşkın kişinin ise yaralanması, Irak’ta tüm taraflarca büyük bir tepkiyle karşılandı. Tepki verenler arasında saray rejimiyle arası iyi olan bazı güçler de var. PKK’yi bahane eden TSK’nin Irak topraklarında cirit atması, sık sık bombalamalar yapması, geçen yıl 40 olan askeri noktaları 100’e çıkarması tepkilere farklı boyutlar kattı.
Sarayın dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Iraklılarla alay eden küstahça açıklaması, öfkeyi daha büyüttü. Saray bakanının “sorduk, askerler biz yapmadık dediler” türünden lakayt bir açıklama yapması, pervasızlık derecesinin boyut hakkında fikir veriyor. Güya üste çıkmak adına, Irak yönetiminin PKK’nin etkisinde kalarak tepki gösterdiği türünden laflar da edildi. Birkaç gün sonra ise, saldırıyı PKK’nin yaptığı yalanı piyasaya sürüldü. Saray beslemesi medya, güya analizler yaparak saldırıyı İran’ın üstüne yıkmaya çalışıyor. Oysa Irak yönetimi saldırının kimler tarafından yapıldığını tartışmıyor. Onlar Türk devletinin açıkça özür dilemesini talep ediyorlar.
Ağır bir suç işleyen rejimin, Irak’tan özür dilemek yerine bu kabalıklara başvurması, haklı olarak Iraklıları daha da öfkelendirdi. Saldırıyı Birleşmiş Milletler (BM) gündemine taşıyan Irak yönetimi, TSK’nin işgalci birliklerinin Irak’tan çekilmesi talebini de dile getirdi. Irak’ta ilk defa katliam ve TSK’ye bağlı işgalci birliklerin çekilmesi konusunda tüm taraflar benzer bir tutum aldı.
Saldırganlık eskisi kadar kolay sürdürülemez!
Bu gelişmelerden sonra dinci-faşist rejimin aynı küstahlıkla işgalci saldırılara devam etmesi kolay değil. Zira bölgede hesapladıkları gibi, Türk devletinin dolduracağı bir boşluk olmuş değil. Zayıf düşmüş ülkelere acımasızca saldırarak bazı bölgeleri işgal etmek bir boşluk doldurma değil. Bunlar yayılmacı zihniyetin ‘fırsat bulmuşken saldıralım’ diyerek gerçekleştirdiği gayri meşru işgallerdir. Son gelişmelerle birlikte, işgal edilen bölgeleri ilhak etme planlarının hayata geçirilmesi de kolay değil.
Yaşanan gelişmeler yayılmacı histerinin duvara tosladığına işaret ediyor. O küstahlık, o saldırganlık eskisi kadar kolay sürdürülemez. Ancak bu, saray rejiminin yayılmacılıktan vaz geçeceği anlamına gelmiyor. Yine de yaşanan gelişmeler, yayılmacı histerinin gelip bir sınıra dayandığı, daha fazla genişleme imkanından yoksun olduğu ve olası yeni saldırılara girişmesi durumunda çok daha sert tepkilerle karşılaşacağı kanısını güçlendiriyor.