Din istismarı üzerinden siyaset yapan sermaye partilerinden AKP, 20 yılı aşkın süreden beri işbaşında bulunuyor. Bu dönemin belli bir aşamasından sonra kurulan yağma/talan rejimi teklemeye başladı. AKP rejimi ilk dönemlerde “ileri demokrasi”, “Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik”, “milli geliri yıllık kişi başına 25 bin dolara çıkartmak” gibi vaatlerle emekçilere sahte hayaller satıyordu. Enflasyonun nispeten düşük olması, toplumun belli bir kesiminin bu palavralara inanmasına zemin hazırlamıştı.
Bu süreç Haziran Direnişi ile kapandı. O dönem AKP’nin Fethullah cemaati ile 11 yıl süren “balayı” sona yaklaşmıştı. 11 yılda kurulan tek parti rejiminin baskılarından bıkan milyonlar ise, Gezi parkında başlayan direnişi ülke sathına yaydılar. Din istismarcısı AKP’nin “demokrat” maskesi paramparça oldu. Sahte de olsa artık demokrasi söylemleri terk edildi. Gençleri katleden rejim, vahşi polis saldırılarıyla karşıladı direnişi. AKP şefi Tayyip Erdoğan, polisin gençleri katletme emrini kendisinin verdiğini ilan etti. Berkin Elvan’ın, Ali İsmail Korkmaz’ın ve diğer gençlerin katilleri, o günden sonra tek adama dayalı dinci-ırkçı bir dikta rejim kurma hedeflerini açık etmeye başladılar.
Elbette polis terörü Haziran Direnişi sürecinde başlamadı. 1 Mayıs’ı Taksim meydanında kutlama kararlığına da yıllarca kolluk kuvvetleri vahşi bir şekilde saldırdı. Yıllar süren direnişin ardından Taksim alanı açıldı. Kitlesel 1 Mayıslar gerçekleştirilince yeniden “yasaklı” ilan edildi. Yine de Haziran Direnişi’ne katılanlara karşı sergilenen vahşetin dozu öncekilerin çok ötesindeydi.
O süreçte sahte demokrasi vaazları bırakıldı, AB’ye üyelik unutturuldu. Gerileme sürecine giren din istismarcısı rejim, “İmralı sürecini” başlatarak Kürt sorununu çözeceği yalanını ortaya attı. Bu manevra ile zayıflayan oy desteğini arttıracağını var saydı. Ancak 7 Haziran 2015 seçimlerinde hezimete uğrayan AKP, sadece dinci değil faşist yüzünü de pervasızca göstermeye başladı. “Barış masasını” devirdi. IŞİD tetikçilerine Suruç’ta ve Ankara’nın göbeğinde bomba patlattırarak büyük katliamlar gerçekleştirdi. “Hendek savaşları” adı altında Kürt halkına karşı iğrenç bir kirli savaş başlattı. Şoven ırkçılık ve din istismarına dayalı propaganda rejimin temel argümanları haline getirildi.
***
Tayyip Erdoğan, seçimlerde uğradığı hezimetin yarattığı travmadan dolayı sarayına kapandı. Ancak Deniz Baykal’ın Saray’a düzenlediği “rahatlatıcı ziyaret” ve MHP şefi Devlet Bahçeli’nin rejime verdiği desteği AKP ile koalisyon kurma düzeyine yükseltince, AKP şefi toparlanıp karşı saldırıya geçti. Kan dökerek 1 Kasım seçimlerinde oylarını arttırdı. Buna karşın Haziran Direnişi’nin yaşattığı travma, AKP şefinin yakasını halen bırakmış değil. Zira her fırsatta “Geziciler” diye söze başlayarak, zorba rejime karşı direnenlere histerik bir şekilde saldırıyor.
Zorbalık 7 Haziran hezimetinden sonra rejimin temel yönetme aracı haline getirildi. Düzen yasalarına göre seçim yapma dönemi kapandı. Şaibeli askeri darbeyi fırsata çeviren rejim, Saraya biat etmeyenlere karşı sürek avlarına başladı. Seçimleri ancak hile/hurda ile gasp ederek kazanıyordu. Pandemi süreciyle birlikte yağma/talan düzeninin çarkları aşındı. Kapitalizmin yarattığı kriz, Saray rejiminin politikalarıyla birlikte içinden çıkılamaz hale getirildi. Artık üç kuruş için Körfez şeyhlerinden para dilenecek duruma düştü “dünya lideri” Tayyip Erdoğan. Ülkeyi pazarlamak için kralların, emirlerin huzuruna çıktı. Asgari ücreti açlık sınırının altına çekti ve bu ücretlerle çalışmayı “olağanlaştırdı”. Açlık sınırının 11 bin 600 lirayı aştığı ülkede, emekli maaşı 7 bin 500 lira olarak belirlendi. Toplumun yarıdan fazlası açlık sınırının altında bir yaşama mahkum edildi. Merkez Bankası ekside, Hazine tam takır. Faizleri düşük bulan Londra’daki “faiz lobisi” halen kesenin ağzını açmadı, Körfez şeyhleri ise, ülkenin varlıklarını kelepir fiyatına alabilmek için nazlanıyor…
***
Böyle bir rejimin sadece zorbalıkla ayakta kalması artık mümkün değil. Başka araçların da kullanılması gerekiyor. Gerçekte yaratabilecekleri yeni bir araç yoktur. Bundan dolayı var olanları daha pervasızca kullanmaya başladılar. Yalan, sahtekarlık, şarlatanlık, riyakarlık gibi “yeteneklerini” son sınırına kadar vardırdılar. Bu süreçte her zaman kullandıkları Diyanet’e (Diyanet İşleri Başkanlığı) çok daha geniş bir alan açtılar. On milyarları bulan bütçesi ile Saray rejiminin en kullanışlı aparatı haline getirildi.
Diyanet her zaman sermaye iktidarının bir aparatı idi. Ancak alanı sınırlı, kadro sayısı az, bütçesi mütevazi sayılırdı. O dönemler Tayyip Erdoğan başta olmak üzere din istismarı üzerinden siyaset yapanlar Diyanetin kapatılmasını savunuyorlardı. Oysa onlar iktidara getirilince kapatmak bir yana, devasa bir kurum haline getirip, Sarayın kullanışlı aparatına çevirdiler.
Diyanet Sarayın aparatı olunca, rejimdeki çürüme ve yozlaşma batağının içinde yüzmeye başladı. DİB’in şefi Ali Erbaş, milyonlarca liralık makam aracına binerken, “müminlere tasarruf yapma, azla yetinip şükretme” konusunda nasihatler veriyordu. Yozlaştırılmış bir dini söylemle işçi sınıfını mücadeleden uzak tutmak, hak arama bilincini köreltmek, sadaka için avuç açan aciz bir yığın derecesine düşürebilmek için fetvalar vermeye başladı.
İktidarın diğer kurumları gibi Diyanet’te de lüks, şatafat, adam kayırmacılık gibi rezillikler bünyeyi kaplamışken, utanmadan emekçilere “nasihatler” vermeye devam ediyorlar. Sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet etmek için dini araç olarak kullanan Diyanet, din istismarını fabrikalara da taşıyarak işçi sınıfını her şeye şükreden, sermayenin gönüllü köleliğini kabul eden bir kitleye düşürmeye çalışıyor. Bu uğursuz rolü hem Saraya hizmet etmek hem de kapitalistler işçileri daha rahat sömürebilsinler diye oynuyor.
Geçen hafta Cuma hutbesinde işçileri “hatırlayan” Diyanet, çalışma saatlerinin ayarlanmasıyla ilgili bir talepte bulundu. Hutbede çalışma saatlerinin uzunluğu, yoğun iş temposu, iş cinayetleri, ücretler düşük olduğu için işçilerin sürekli mesaiye kalmaları gibi sorunlara değinilmedi elbette. Zira bu sorunları dile getirmek kapitalistleri rahatsız ederdi. Diyanetin çalışma saatleriyle ilgili tek talebi fabrikalarda çalışma saatlerinin Cuma namazına göre yeniden düzenlenmesi oldu.
Bu talep, kuşkusuz ki Diyanete yakışıyor. Zira o, sermayenin demir yumruğu olan Saray rejiminin pespaye bir aparatı haline getirilmiştir. İşçilerin kölece çalışma koşulları ve sefalet içinde bir yaşama mahkum edilmesi için dini etkin bir şekilde kullanan DİB, bu koşulların “kalıcı/olağan” hale getirilebilmesi için sistematik şekilde işçilerin dini inançlarını istismar ediyor. Bu nedenle işçilerin, bir tür “kutsal kostüme bürünmüş sermayenin şeytanı” olan Diyanete karşı uyanık olmaları, sahtekarların “din şalı” ile vahşi sömürüyü ve köleliği örtmesine izin vermemesi büyük bir önem taşıyor.