14-28 Mayıs tarihlerinde yapılan parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sermaye düzenin içinde debelendiği ağır ekonomik ve siyasi krize bir nebze de olsun çare olamadı. Gerici-faşist iktidar bloğu her türlü yalan dolan, rüşvet, kumpas ve hırsızlığa dayalı sandık hilelerine rağmen seçimleri kıl payı kazanabildi. Yeni döneme “şaibeli” başlayan iktidarın krizi, son altı ayda hem içerde hem dışarda gelişen olaylarla yeni ve daha derin boyutlar kazandı. Dolaysıyla düzenin tüm aktörleri, yeni döneme göre mevzilenip pozisyon alma yoluna gittiler.
Seçimlerden sonra Tayyip Erdoğan’la Devlet Bahçeli’nin başında bulunduğu gerici-faşist “cumhur ittifakı” kendine irili-ufaklı yeni ırkçı-şeriatçı partiler eklemleyerek yoluna devam etti. Başında Kemal Kılıçdaroğlu ile Meral Akşener’in bulunduğu ve seçimleri kazanacağına kesin gözüyle bakılan Millet ittifakı ise kaybettiği seçimlerin ardından birbirini suçlayarak dağılıp tuzla buz oldu. Yenilginin faturası Kemal Kılıçdaroğlu ile ekibinin sırtına yüklenerek tasfiye edildiler. Saray rejiminin saldırılarının devam ettiği, açlık ve yoksulluğun kol gezdiği ülkede toplum, altı aydır burjuva muhalefetin özellikle CHP kanadının içinde bulunduğu utanç verici durumu seyretmek zorunda bırakıldı.
Şaibeli seçimleri kazanarak yola devam eden dinci-faşist iktidar bloğunun ise ilk yaptığı şey başta temel gıda ürünleri olmak üzere her şeye zam yapmak oldu. Böylece krizin tüm faturasını emekçi kitlelerin sırtına yükledi ve yüklemeye devam ediyor. Kapitalist ekonomiye biraz nefes aldırabilmek için Erdoğan rejiminin elinde bundan başka da bir çıkış yolu bulunmuyor. Uyguladıkları reçetelerin hiçbiri borç batağında debelenen ekonomiye derman olamadı. Para dilendikleri Londra tefecileri ise saray rejimine güvenmedikleri için borç vermeye yanaşmadılar.
Emperyalist tekeller adına iş tutan bazı figürleri kabinesine dahil eden Erdoğan altı aydır dışarıda kapı kapı dolanarak para dileniyor. Fakat hiçbir sonuç elde etmiş değil. Tel Aviv’e gidip siyonist şeflerle görüşmeye hazırlandığı sırada gerçekleşen Aksa Tufanı hareketi, planlarını alt üst etti. 7 Ekim’de kudurmuş bir şekilde Gazze’ye saldıran İsrail, Filistinli direnişçilerden yediği darbenin intikamını sivil halkı, çocukları, kadınları, yaşlıları toplu şekilde öldürerek almaya çalıştı. ABD ile batılı emperyalist devletler Siyonist İsrail’den yana tavır alarak dünyanın geri kalanını da aynı tutumu almaya zorladılar.
Geçmişte İsrail’e esip-gürleyen Tayyip Erdoğan, bu defa dut yemiş bülbül misali uzun süre siyonistlerin Gazze’de yaptığı soykırımı izlemekle yetindi. İsrail saldırganlığı konusunda konuşmak zorunda kaldığında ise, Erdoğan rejimi yine riyakarca iç kamuoyuna hitap eden bir üslup kullandı. Önce Siyonist İsrail’e “ağır” ithamlarda bulundu. Ancak attığı hamaset nutukları dışında ciddiye alınacak hiçbir şey yapmadı. İşi bir iki tumturaklı lafla geçiştirme yoluna gitti. Zira İsrail ile her alanda iş tutan Erdoğan, aynı şekilde ekonomisi ve siyaseti ile de batılı emperyalistlere göbekten bağımlıdır.
***
Dış politikada sıkışan sermaye düzeni iç politikada da sorunlar yaşıyor. Tayyip Erdoğan’ın TİP Hayat Milletvekili Can Atalay’ı hapiste rehin tutmasını, Anayasa Mahkemesi’nin/AYM “hak ihlali” kabul eden bir karar olması iktidarda “kriz” yarattı. AYM’nin kararını tanımayan Yargıtay 3. Ceza Mahkemesi “yargı darbesi” yapmakla suçlandı.
“Yargı darbesi” tartışmalarını fırsata çevirmeye çalışan gerici-faşist Erdoğan rejimi, anayasa konusunu yeniden açtı. 20 yılda ele geçirdiği kurumları/mevkileri anayasal bir çerçeveye oturtmak, böylece kalıcı hale getirmek için hamle üzerine hamle yapıyor. Devlet kurumlarının büyük çoğunluğunu ele geçirerek rejimin aparatı gibi kullanıyor. Şimdi ise geride kalan ufak tefek direnç noktalarını bertaraf etmek için hamleler yapıyor.
Yargıdaki sorun her ne kadar AYM’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay için verdiği “hak ihlali” kararına Yargıtay’ın uymamasından kaynaklanmış gibi görünse de bunu, “Erdoğan rejiminin yaşadığı krizin ihtiyaçlarına çare bulma hamlesi” olarak görenler de var. Dolaysıyla bu krizi aşmak için yürürlükteki AYM’yi ya toptan kapatmak ya da yeni rejimin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmak istediklerini, faşist partinin başı Devlet Bahçeli aracılığıyla dile getirdiler. İktidar tarafından topluma dayatılan bu zorbalığa, daha önce olduğu gibi burjuva muhalefet kanadından kayda değer herhangi bir tepki gelmedi.
Tabi ki CHP ana muhalefet partisi olarak birtakım girişimlerde bulundu. Nihayet çiçeği burnunda yeni genel başkanları Özgür Özel, ‘sert’ ve ‘heyecanlı’ bir konuşma yaparak cumhur ittifakının AYM’ye yönelik hamlesini, “Erdoğan’ın önderliğinde bir darbe girişimi” olarak nitelendirdi. CHP’nin buna direneceğini ilan etti, toplumu da her alanda ve her yerde buna karşı koymak için direnişe çağırdı. Doğal olarak bu ‘sert’ çıkışın ardından CHP’nin bir şeyler yapacağına dair toplumda bir beklenti oluştu. Ancak görüldük ki, yapabildikleri şey, Meclisin sıcak ve konforlu salonlarını “terk etmeme” eyleminden ibaret kaldı. Bunu da iki üç kişilik guruplar halinde dönüşümlü yapıp bitirdiler.
CHP’nin yeni yönetimi, tepkilerinin oturma eyleminden ibaret olmadığını, sokağa çıkmak isteyenlerin veya buna karşı yapılacak değişik eylemlerin de arkasında olacaklarını iddia ediyorlar. Yani utanmadan kitlelere “siz sokağa çıkın biz sizin arkanızdan geliriz” mealinde şeyler söylüyorlar. Oysa daha altı ay önce seçimler vesilesiyle kendilerine oy vermiş milyonlarca insanı ortada bırakıp rezil bir iç iktidar kavgasına girdiler. Daha da ötesi çok bilinçli ve sinsi bir tutumla, seçimler sürecinde milyonlarca insanda birikmiş öfke ve enerjiyi boşa akıttılar. Mücadeleyi sokaklara taşımak isteyen on binlerce insanın önünü, “aman provokasyonlara gelmeyin” diyerek kesip adeta toplumsal travma yaşatıp hayal kırıklığına uğrattılar. Kendileri ise gönül rahatlığıyla parlamentoda koltuklarına oturup keyif çatıyorlar.
***
Bugün AKP-MHP ittifakında somut ifadesini bulan Türkiye’nin gerici, faşist rejimi bir avuç asalak sermayedara hizmet ediyor. Bu rejim, toplumun farklı kesimlerinden gelen hak taleplerini ise faşist zor yoluyla acımasız bir şiddetle ezip susturmaya çalışıyor. Zorbalığa boyun eğmeyenlere polis ve yargı sopasıyla saldırıyor. Katilleri, mafya babaların sokaklara salıyor, gazetecileri hapse kapatıyor. İlerici devrimci güçlere, Kürt hareketine, hak arayan işçilere, direnen kadın ve gençlere göz açtırmıyor.
Böylesine acımasız, soysuz bir rejimle öyle şatafatlı salonlarda ve meclisin deri koltuklarında oturup heyecanlı nutuklar atarak başa çıkılmaz. Nitekim seçim sonuçlarına bağlı olarak 15 Mayıs’ta “cennet ülke” vaat edenlerin kendileri hüsrana uğradı. Bu rejimin saldırıları ancak emekçi kitlelerin örgütlü mücadelesiyle püskürtülebilir. Sol/sosyalist olma iddiasında samimi olanların öncelikle yapmaları gereken şey işçileri/emekçileri örgütlü mücadeleye kazanmak için çaba harcamaktır.
Belirtmek gerekiyor ki, bu sistem var oldukça, belli haklar kazanılabilse de bunların hiçbiri garanti altında olmayacaktır. Kendi anayasasını bile ayaklar altında çiğneyen sermaye iktidarı gerçeği orta yerde duruyor. Hal böyleyken parlamentarist/reformist hayallerle bir yere varılamaz. Gerçek hak ve özgürlükleri kazanıp güvence altına almanın artık biricik yolu var; o da toplumsal devrimdir.
Bu devrim ise, maddi toplumsal temeline oturmuş, o zeminde militanını/kadrosunu bulmuş, mücadelesini ve kültürünü yaratmış, devrimci bir sınıf hareketi hedefine odaklanmış, bu sınıfla etle tırnak gibi kaynaşmış öncü devrimci sınıf partisinin yol göstericiliğinde başarılabilir ancak.
Yakınlarda VII. Kongresi'ni ilan eden devrimci sınıf partisinin “Devrimi ve devrimci birikimimizi savunuyoruz!” şiarını yükseltmesi tam da bu ihtiyaca yapılan bir vurgudur:
“TKİP VII. Kongresi’nin Devrimi ve devrimci birikimimizi savunuyoruz!” şiarı, yeni tasfiyeci savrulmalara ve devrimci mücadeleden kaçışlara karşı da net ve tok bir direnme tutumu ve çağrısıdır…
Partimiz bu yeni dönemi de başarıyla göğüsleyerek geleceğe yürüyecektir. Bu geçmiş devrimci kuşaklara karşı borcumuz, Türkiye’nin devrimci geleceğine karşı sorumluluğumuzdur.”
A. Gül