“Rahat nefes almak” mücadele ile mümkündür!

Gerçekçi olmanın ve “rahat bir nefes almanın” bile mücadeleye bağlı olduğunu idrak etmenin büyük önem taşıdığı bir süreç işliyor. Artık ne bu kokuşmuş düzenin reforme edilecek bir tarafı var ne dinci-faşist rejimle ‘taçlanmış’ burjuva cumhuriyeti demokratikleştirmek mümkün.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 09 Haziran 2023
  • 19:00

Kapitalist sistemin ürettiği krizler AKP-MHP koalisyonunun yağmaya/talana dayalı politikalarıyla olabildiğince derinleştirildi. Bu icraatlarla sefalete ittikleri kitleleri ise dinci/ırkçı-şoven propaganda ile zehirleyerek toplumsal bir hareketin gelişmesini önlediler. Ancak beka korkusu yaşayan rejim “dincilik/şovenizm/terör” söylemiyle kutuplaştırma politikasını son noktaya vardırdı. Saray’dan beslenen gazeteci kılıklı tetikçilerle sosyal medyadaki trol ordusunun iğrenç nefret diliyle yaydıkları zehirle ülkenin atmosferi iyice kirletildi. Seçim tarihi netleştikten sonra ise bunlara küfür, hakaret, tehdit dolu vaazlarla sahtekarca hazırlanmış propaganda araçları da eklendi.

Sermaye ve emperyalistler tarafından iktidara taşınan dinci-gericiliğin 20 yılda ülkeyi içine sürüklediği bu “karanlık tünelde” bir “rahat nefes almak” bile zorlaştı. Toplumun geniş kesimlerinde biriken öfke bir toplumsal harekete dönüşemedi. 10 yıl önce patlak veren Haziran Direnişi sonrası dönem büyük ölçüde sessizlikle geçti. Sınıf hareketi cephesinden ise, Metal Fırtınası gibi büyük/önemli ancak siyasallaşamayan bir sektörel direniş ve lokal grev ya da direnişlerin ötesine geçen bir çıkış gerçekleşmedi. Biriken öfke akacak bir kanal bulamadığı gibi yeni bir kanal da açamadı.

Bu atmosfer, MHP ile koalisyon kuran AKP’ye Saray rejimini inşa etme fırsatı sağladı. Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu dinci-faşist rejim sermaye ve emperyalistlerden aldığı doğrudan ve dolaylı desteklerle süreci seçimlere kadar taşıdı. Covid-19 pandemisinin yönetilememesi, 6 Şubat’ta yaşanan depremlerin büyük bir yıkıma ve insan kıyımına neden olmasına rağmen, rejim varlığını sürdürebildi.

***

Düzenin hukuku ayaklar altına alınarak Saray rejimi kurulurken, düzen muhalefetinin kayda değer bir itirazı olmadı. Dış politikada izlenen yayılmacılık politikası ise hemen her zaman desteklendi. Buna karşın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere düzen muhalefetinden bazı figürlerin çabalarıyla “Millet İttifakı” oluşturuldu. Mafyatik düzenden rahatsız olanların “Saray rejiminden kurtulup rahat bir nefes alma” ruh haline girdiği süreçte “6’lı masa” toplantıları başlatıldı. Saray rejiminden yaka silken toplumun yarıdan fazlası bu toplantılarla oyalandı. Her şeyi seçimlere endeksleyen düzen muhalefeti zamanla kitlelerde bir beklenti yarattı.

Rejimin icraatlarına kayda değer bir itiraz yükseltmeden, “bize oy verin biz başa geçince şunları/bunları yapacağız” vaatlerini pazarlayan 6’lı masa, toplumda biriken öfkeyi seçim sandıklarına endeksledi. Parlamenterist hayallere kapılan reformistlerin “denize düşen yılana sarılır” misali bir tutum alarak düzen muhalefetine yedeklenmesi ve olmadık vaatlerde bulunması, “sandığa umut bağlama” ruh halinin pekişmesine hizmet etti.   

***

Dinci-faşist rejimden kurtulup “rahat nefes almak” elbette haklı ve meşru bir taleptir. Sorun şu ki, bu hedefe mücadele etmeden, sadece sandıklara oy pusulası atarak varılacağı beklentisi yaratıldı. Kitlelerin buna angaje olması sağlandı. Düzen muhalefetini temsil eden 6’lı masa sınıfsal niteliği gereği kitlelerin mücadelesinden korkuyor. Sosyal demokrat bile olmayı başaramayacak kadar sağcılaşan CHP dışındaki bileşenler, dinci-faşist rejimin partileriyle aynı kökenden geliyor. Aralarında kayda değer ideolojik-politik bir fark bulunmuyor. Yani dinci-ırkçılık düzen muhalefetine de büyük oradan egemen olan çizgidir. Bunu, kapitalist sistemdeki kriz ve açmazın siyasal alana damga vurması olarak değerlendirmek mümkündür. Zira dinci-ırkçı partiler 1990’lı yıllara kadar marjinal denebilecek sınırlarda tutulan, rejimin güncel ihtiyaçlarına göre kullandığı aparatlardı. Oysa 20 yıllık iktidarın ardından artık düzen siyasetinin büyük bir çoğunluğuna damga vuruyorlar.

Tarihinin en pespaye en etkisiz döneminde bulunan düzenin parlamentosuna odaklanan reformist solun meşru mücadeleden uzak duran, demokratik/sosyal/siyasal sorunların çözümünü seçim sandıklarına endeksleyen tutumu, kitlelerin “temelsiz umutlara” kapılmasında önemli bir rol oynadı. Böylece mücadele etmeden “rahat nefes alma” umudu/beklentisi yine hüsranla sonuçlandı. Beklenti umutsuzluğa dönüşürken, hayaller yerini düş kırıklığına bıraktı.

***

Seçim sonuçları hem sermayenin hem emperyalistlerin pespaye Saray rejimiyle yola devam etme kararı aldıklarını gözler önüne serdi. Yeni kabine oluşturan rejim, Batılı emperyalistlerle ilişkileri sıkı olan figürleri önemli mevkilere yerleştirdi. Emperyalist efendileriyle perde arkasında yaptıkları anlaşmaya uyacaklarını teyit ettiler. Nitekim ilk işleri döviz kurlarını serbest bırakıp emekçilerin sefaletini daha da derinleştiren adımlar atmak oldu. Yani hem ekonomik/sosyal açıdan hem zorbalık bakımından “rahat nefes alınamayan” bir ülke yaratan sistemin hem içerideki hem dışarıdaki efendileridir. Burada Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli gibi figürler ise, sermaye ve emperyalistlerin tetikçiliğini yapan pespaye aparatlardan başka bir şey değiller.

Bu sistemin, bu kokuşmuş Saray rejiminin ve onun uzantısı olan düzen muhalefetinin işçilere, emekçilere eziyetten başka verebilecekleri hiçbir şey yoktur. Bu olgu yeni değildi elbet. Ancak son süreçte daha çarpıcı bir şekilde belirginleşti. Düzene ya da düzenin kurumlarına bağlanan kısa ömürlü umutlar hüsranla sonuçlanıyor. Bunun başka türlü olması da mümkün değil. Pespayelik Türkiye’de uç noktalara varsa da sistem bir bütün olarak despotizme, polis devletine, savaş ve yıkıma dayanan politikalar izliyor. 

Kapitalizm miadını doldurmuş, ancak işçi sınıfı ile müttefikleri onu yıkamadıkları için varlığını sürdüren bir sistemdir. Bu açmaz, insanlık için devasa sorunlar yaratıyor. Çünkü kapitalizm, varlığı insanlığın geleceğini tehdit eden kokuşmuş dev bir ceset gibidir. Her tarafa zehir saçıyor. Artık sadece insan soyu için değil doğada yaşayan tüm canlıların da geleceği tehdit altındadır.

Durum bu iken işçilerin/emekçilerin, ilerici devrimci-güçlerin üretim ve yaşam alanlarında örgütlenip mücadeleyi ilmek ilmek örmek dışında hiçbir çıkar yolları yoktur. Enerjinin, araçların, olanakların zaman yitirmeden bu uğurda seferber edilmesi gereken bir süreçtir söz konusu olan. Ne düzen kurumlarına umut bağlamak ne sermaye partileri arasında cereyan eden seçimlerin sonuçlarına bakarak umutsuzluğa kapılmak çıkar yol olabilir. Her iki durum da egemenlerin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramaz. Oysa gerekli olan o değirmeni parçalamaktır.

Gerçekçi olmanın ve “rahat bir nefes almanın” bile mücadeleye bağlı olduğunu idrak etmenin büyük önem taşıdığı bir süreç işliyor. Artık ne bu kokuşmuş düzenin reforme edilecek bir tarafı var ne dinci-faşist rejimle ‘taçlanmış’ burjuva cumhuriyeti demokratikleştirmek mümkün. Sermayenin kokuşmuş cesedini gömmeden rahat/temiz bir nefes almak olası görünmüyor. Koşullar böyleyken ilerici-öncü işçi ve emekçiler ile samimi ilerici-devrimci güçlerin bu bilinç ve sorumlulukla hareket etmeleri, mücadeleyi bu temelde örgütlemeleri güncel olduğu kadar tarihsel bir sorumluktur aynı zamanda.