(Kızıl Bayrak, Sayı:33, 22 Mart 1997)
Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve isyanlara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz.
‘90’lı yıllara “tarihin sonu” üzerine gürültülü bir emperyalist propaganda ile girmiştik. Oysa daha birkaç yıl sonra, 1994 yılının ilk günü Chiapas’ta patlak veren halk isyanı, tarihin yeni bir sayfasının açılmakta olduğunun ilk işaretlerin vermişti bize. Avrupa’nın dönek solcu aydınlarının “Elveda Proletarya” dedikleri günlerde, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel eylemlerini yaşamaktaydı. Arjantin’den Hindistan’a dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının ardı arkası kesilmeyen eylem dalgaları vardı. Bunun geri ve bağımlı ülkelere özgü olduğu, emperyalist metropollerde sınıf hareketinin gerçekten bittiğinin sanılabileceği bir sırada ise, Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İspanya’da, Yunanistan’da yeni proleter kitle hareketinin, yaygın grev hareketlerinin önemli örnekleri peş peşe ortaya çıkmaya başlamıştı.
İtalyan işçi sınıfının 1994 sonbaharında haftalar boyu süren büyük eylem dalgası, İtalya’da parlatılan “yeni politikacı tipi” Berlusconi’yi daha bir yılı bile dolmadan politik yaşamdan sildi. Derken Fransa’da işçi sınıfının ‘95 yılının son aylarını kaplayan büyük eylem dalgası, kapitalist düzenin sözcülerine bile proleter kitle hareketinin yeni ve sarsıcı bir çıkışı olarak göründü. Fransız proletaryasının verdiği örneğin ardından Alman işçileri eylem ve direnişlerinde yaygın olarak “Fransız işçilerinin yürüdüğü yoldan!” anlamına gelen şiarları attılar. Ve Alman madencilerinin geride kalan günlerdeki militan eylem dalgası, bunun hiç de boş bir iddia olmadığını gösterdi. Alman madencilerinin eylemlerine İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’da örneği görülmemiş bir militan kararlılık egemendi. Bir Alman madencisinin “Bonn’u başlarına yıkarız!” sözünün sembolik değerini tam olarak değerlendirebilmek için, Alman işçi hareketinin geride kalan on yıllardaki ılımlı ve barışçıl karakterini gözönünde bulundurmak gerekir.
Emperyalist metropollerde “sosyal devlet”le birlikte “sosyal barış” dönemi de artık bitmiştir. Ekonomik bunalım ve keskinleşen uluslararası rekabet ortamında “reform”, “uyum” ya da “yeniden yapılanma” adı altında işçi sınıfına ve emekçilere yöneltilen saldırılar çelişkileri keskinleştirmekte, hoşnutsuzlukları derinleştirmektedir. Bunun bugünkü meyvesi emperyalist metropollerdeki proleter kitle hareketinin günden güne büyüyüp yaygınlaşmasıdır.
Sermayenin dünya çapındaki saldırılarının iktisadi, sosyal ve siyasal sonuçlarını çok daha ağır bir biçimde yaşayan bağımlı ülkelerde durumun ne olduğuna en taze örnek ise Güney Kore işçilerinin ayağa kalkmasıdır. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda kapitalizme kölece uyum örneği sayılan Güney Kore proletaryası, bugün militan, kararlı ve disiplinli bir proleter kitle direnişinin örneği durumundadır. Latin Amerika’da Arjantin’den Ekvator’a, grevsiz gün ve genel grevsiz yıl geçmiyor. Rusya ve Ukrayna başta olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri yıllardır işçilerin grev, direniş ve gösterilerine sahne oluyor.
Halk isyanlarına gelince; ‘94 yılma Chiapas’taki köylü isyanı ile giren dünya, ‘97 yılını Arnavutluk’taki silahlı halk ayaklanması ile karşıladı. Aradaki dönemi Ürdün’deki “ekmek isyanı”, 30 yıllık suskunluktan sonra Endonezya’daki kitle başkaldırıları türünden birçok irili ufaklı örnekler kaplamaktadır. Halklar her yerde IMF ve Dünya Bankası’nın hayatı çekilmez hale getiren politikalarına, bu politikaların uygulayıcısı durumundaki hain ve işbirlikçi diktatörlük rejimlerine çeşitli biçimlerde başkaldırıyorlar. Bu satırların kaleme alındığı sırada Pasifik’teki Papua Yeni Gine’de halkın isyan ettiği ve mağazaları yağmaladığı haberleri geliyordu. Açlığa ve sefalete mahkûm edilen ezilen halk yığınlarının öfkesinin artık dizginlenemediğine son bir örnektir bu.
Bütün bu hareketlerin, direnişlerin ve isyanların, istisnai durumlar dışında, devrimci bir önderlikten, devrimci bir politik yön ve programdan yoksunlukları açık bir olgudur. Kendiliğindenlik, örgütsüzlük ve birbirinden kopukluk, hakim özellik durumundadır. Fakat dünya komünist ve devrimci hareketinin geride bıraktığı tarihsel yıkım olgusu düşünülürse, bunda şaşılacak bir yan da yoktur.
Temel önemdeki bu zaafın yarattığı sorunlara rağmen dünya ölçüsündeki bu mücadelelerin büyük bir politik öneme sahip olduğu gerçeği tartışılamaz. Her şey bir yana, günden güne yaygınlaşan bu eylem ve isyan hareketleri, ‘89 çöküşünü izleyen dünya ölçüsündeki gerici atmosfere ve ondan beslenen propagandaya muazzam bir darbedir. İnsanlık ne ‘tarihin sonu’na gelmiştir ve ne de kapitalist düzen insanlığın ezici çoğunluğuna bir şey verecek durumdadır. Tam tersine, kapitalist sistemin onulmaz temel çelişkileri, varlığını sürdürmenin ötesinde, gitgide daha da keskinleştiği içindir ki, bizzat bunun harekete geçirdiği yığınlar, tarihin yeni bir evresini müjdelemektedir. Muazzam zenginliklerin biriktiği metropollerde bile işçisine iş ve konut veremeyen, onun bugüne kadarki sınırlı kazanımlarını bile sonu gelmeyen paketlerle peş peşe gaspeden bir sistem, yeni sosyal mücadelelerle ve bunların varacağı yeni patlamalarla kaçınılmaz bir biçimde yüzyüze kalmaktadır ve kalacaktır. Bugün Avrupa’nın hemen kıyıcığında, Arnavutluk’ta, tam da kapitalizmin soyguncu sonuçlarına karşı silahlı ayaklanma yoluna girmiş bir halk hareketi gerçeği durmaktadır. Almanya’da geride bıraktığımız günlerdeki işçi eylemleri dalgasını sermaye medyası bile, ‘son on yılların ender rastlanan eylem biçimleri’ olarak tanımlayabilmektedir.
Önemli olan bugün için bunların yaşanması ve bunların söylenmesidir. Bu süreç bir yandan gerici burjuva propagandayı darbelerken, öte yandan yeni devrimci akımların filizlenmesine, var olanların moral ve maddi açıdan toparlanmasına ve güçlenmesine uygun bir zemin hazırlamaktadır. Devrimci akımların yön verebileceği yeni süreçlere ulaşabilmek için insanlık bu tarihsel ara evreden geçmek zorundadır. Dünya devrimci ve komünist hareketinin yaşadığı büyük tarihsel tahribatın ve bunun dünya ölçüsünde işçi sınıfı ve halklar üzerindeki yıkıcı etkilerinin ardından, bu yaşanılması kaçınılmaz bir tarihsel ara evredir. Bir yıl önce Fransız işçilerinin büyük eylem dalgasını değerlendirirken de ifade ettiğimiz gibi, “... biz bugünün Avrupa’sında (ve dünyasında), mümkün ya da muhtemel sınıf (ve halk) hareketlerine devrimci bir müdahaleyi değil, olsa olsa, sınıf (ve halk) hareketindeki bu tür çıkışların ve patlamaların devrimci oluşumlar için uygun bir moral ve maddi ortam oluşturmalarını umabiliriz.”
Emperyalist metropollerde ve bağımlı ülkelerde son yıllarda hızla birbirine eklenen eylem ve isyan halkaları, sözü edilen bu moral ve maddi ortamı gitgide gücendirmektedir. Bu dünya devrimci hareketinin yeniden güçlenmesi için koşulların oluşması ve olgunlaşması demektir. Mevcut mücadeleler yeni dönemin henüz ilk kıvılcımlarıdır. Bu kıvılcımların bir yangına doğru büyüyeceği gelecek dönemlere ulaşıldığında, inanıyoruz ki, geçmişin dersleriyle de donanmış devrimci sınıf önderlikleri birçok ülkede inisiyatifi ele alacak düzeyde toparlanmış ve güçlenmiş olacaklardır.
‘89-90 çöküşünün ardından dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm davasının artık öldüğü üzerine kulakları sağır edici bir gerici propaganda kampanyasının sürdüğü günlerde, 1990 Mart’ında, komünistler dünyadaki duruma ilişkin değerlendirmelerini şöyle noktalamışlardı:
“Burjuva ideologların büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni bir döneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunu gösteriyor.” (EKİM 1. Genel Konferansı Değerlendirmeleri)
Sonraki gelişmeler bu konuda bir tereddütte yer bırakmamıştır. İşçi sınıfı ve halklar kapitalizmin ne demek olduğunu yaşayarak görüyorlar ve onun sonuçlarına karşı gitgide büyüyen ve yayılan mücadelelere atılıyorlar. Bizzat onun kendisini hedef alan asıl büyük ve bilinçli devrimci mücadeleleri önümüzde uzanan 2000’li yıllarda yaşayacağız.