Dinci-faşist iktidarın gündeminden düşmeyen Kürt halkına düşmanlık ve saldırı, son haftalarda yeniden tırmandırıldı. Erdoğan yönetimindeki tek adam rejimi, büyük bir kinle ve ölçüsüz bir kudurganlıkla Kürt halkına ve hareketine karşı birkez daha savaş başlatmış durumda. Ankara’da İçişleri Bakanlığı’nı hedef alan saldırı bunun bahanesi yapıldı. PKK’nin askeri kanadı olan HPG’nin üstlendiği saldırı, Türk devletinin Kürt halkına ve hareketine karşı hem içeride hem dışarıda bir kez daha ölçü tanımaz saldırganlığını harekete geçirmesine vesile edildi. Erdoğan iktidarı, içerde Kürt halkına ve hareketine soluksuz bırakacak şekilde saldırırken, Suriye ve Irak’ta ise bazı bölgeleri işgal etme politikasını uygulamak için fırsat kolluyor.
***
Kürt halkının çok ağır bedeller ödeyerek bölgesel düzeyde elde ettiği kazanımlar ve Kürt hareketinin büyük fedakarlıklarla ulaştığı gelişme düzeyi, Türk burjuva devletinin kabusu oldu. Rojava kazanımı ise bu kabusu daha da büyüttü. Kabustan kurtulmak ve Kürt halkının-hareketinin bölgesel düzeydeki kazanımlarını yok etmek, Türk sermaye devletinin temel öncelikleri arasında yer alıyor. Bölgenin Kürdistan’ı aralarında bölüşmüş tüm gerici devletleri de Kürtler söz konusu olunca aralarındaki sorunları unutup Kürtlere karşı birleşebiliyorlar.
Sömürgeci Türk sermaye devleti için sadece içerde, yani kendi sınırları içinde değil, dışarda da bir Kürt sorunu olduğu için; Kürtlerin kazanımları AKP-MHP iktidarı tarafından “içe dönük bir tehlike ve tehdit” olarak algılanıyor. Bunun için Kürt halkının kazanımlarından ve Kürt hareketinin gücünden duyulan büyük bir korku, bu korkunun ürünü histerik bir saldırganlık, özellikle de Rojava üzerinden gündeme gelmektedir. 30 km derinliğinde “güvenli bölge” oluşturma, yani bölgeyi işgal etme hedefi bunun ürünüdür.
Ankara saldırısı üzerinden dile getirilen “30 km’lik güvenli bölge” hedefi, Erdoğan tarafından “Yeni adımlarımız hazırlık, zaman, ortam meselesidir” sözleriyle yeniden gündeme getirildi. Sarayın Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise saldırıyı Rojava kazanımını yok etme amacına bağladı. Fidan, “Irak ve Suriye’de PKK/YPG'ye ait bütün altyapı, üstyapı tesisleri, enerji tesisleri bundan sonra güvenlik güçlerimizin, silahlı kuvvetlerimizin, istihbarat unsurlarımızın topyekün meşru hedefidir” dedi ve “Üçüncü tarafların PKK/YPG tesislerinden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum” diyerek tehditler de savurdu. Ancak ABD’nin MİT’e ait olduğu söylenen bir Türk SİHA’sını düşürmesi üzerine kuyruğunu kısmak durumunda kaldı.
Ankara’daki saldırıyı bahane eden Türk devleti, PKK hedeflerini ve sivil yerleşim yerlerini günlerdir bombalıyor. Kürt halkının legal demokratik partisi, kurumları ve tüm mücadele alanları adeta felç edilmek istenircesine toplu tutuklama operasyonlarının ve kuralsız bir zorbalığın hedefi oldu. Bütün kesimleriyle Türk burjuva gericiliği ile düzenin muhalefet partileri de Kürtlere karşı başlatılan topyekün savaşı destekliyorlar. Hepsi de Kürt halkına ve hareketine yönelik saldırganlık ve savaşta dinci-faşist iktidarın etekleri altında saf tutmuş bulunuyorlar. Zira tümü de Kürt halkının bir ulus olmaktan doğan temel ulusal demokratik hak ve özgürlüklerine düşmandırlar.
Kürtlerin yaşadığı toprakları adeta savaş alanına dönüştürüp, elde ettikleri tüm kazanımları yok etmek isteyen AKP-MHP iktidarı, bu saldırganlığı elbette ki iç politikanın bir aracı olarak da kullanıyor: Özellikle yerel seçimlere hazırlık ve “yeni anayasa” oluşturma planı kapsamında… Temeldeki hedefi ise, Kürtlere karşı kudurgan şoven-milliyetçiliği köpürterek, halkları birbirine düşman ederek kendi kirli ve kanlı iktidarını topluma dayatmak ve sürdürebilmektir.
Kürt halkına karşı sorumluluk
Türk sermaye devleti Kürt sorunu konusunda gerçek bir açmaz ve acizlik içindedir. Tüm zorbalığa, on yılları bulan katliam ve sürgünlere, inkarcı politikalara rağmen Kürt sorununu çözmek bir yana, yatıştırma imkanından bile mahrum bulunuyorlar. Kürt hareketini küçük kırıntılara razı edemiyorlar; büyük tavizler ise verebilecek durumda değiller. Böyle olunca kısır ve sonuçsuz bir politika olarak “kaba şiddetle ezme” yoluna gidiyorlar.
Zira, kökleri derinde bulunan tarihsel ve toplumsal bir sorun olarak Kürt sorunu, yerli yerinde duruyor. Yanı sıra, Kürt halkında köklü ve güçlü bir ulusal bilinç oluşmuş bulunuyor, bu nedenle eşitlik ve özgürlük özlemi yok edilemiyor. Kürt hareketi ise küçük kırıntılara razı olacak durumda değil. Tersine elde ettiği kazanımları anayasal güvenceye kavuşturma arayışında. Ne var ki Türk sermaye iktidarı ve onun adına ülkeyi yöneten AKP-MHP rejimi, Kürtlerin temel ulusal haklarını inkar ediyor, Kürt hareketine ise teslimiyet ve tasfiyeyi dayatıyor. Dolaysıyla da sorun çözülemediği gibi döne döne azgın bir şovenizmin ve savaşçı politikaların gerekçesi yapılıyor. Bu ise soruna yeni boyutlar katıyor.
Ne var ki Kürt sorununun özgürlüğe ve eşitliğe dayalı demokratik çözümü gerçekleşmediği ve Kürt halkının özlemleri karşılanmadığı sürece, eşitlik ve özgürlük mücadelesi sürecek, sömürgeci rejimin açmaz ve acizliği de derinleşecektir. Sermaye devletinin Kürt sorunu konusundaki çaresizliğini ve acizliğini derinleştirmek, onun kabusunu büyütmek ve kardeş Kürt halkının eşitlik ve özgürlük talebini gerçekleştirmekte sorumluluk almak, Türkiye işçi ve emekçilerinin de görevidir. İlerici-devrimci akımlar ise Kürt sorununun Türkiye devriminin temel sorunlarından biri olduğu gerçeğinin bilinciyle davranmak durumundadır. Bir başka ulusun inkar edilmesine, zorbalıkla tüm hak ve özgürlüklerinin gasp edilerek kölelik altında tutulmasına ve kirli savaş politikalarına karşı mücadele etmek Türkiye işçi sınıfının ve onun politik temsilcilerinin tarihsel ve güncel sorumluluğudur.