Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Türkiye’de hak ve özgürlükler alanında 1 Ocak ile 31 Ağustos 2020 tarihleri arasında yaşanan hak ihlallerini içeren 168 sayfalık kapsamlı bir rapor yayımladı. “İfade, Toplanma ve Örgütlenme Özgürlükleri İhlal Raporu” başlığı taşıyan rapor, TİHV Dokümantasyon Merkezi çalışanları Eylem Yıldızer, Cihan Deniz Zarakolu ve Coşkun Üsterci tarafından hazırlandı. “Basın Özgürlüğü”, “Toplantı ve Gösteri Yapma Özgürlüğü” ve “Örgütlenme Özgürlüğü” alt başlıklarını taşıyan detaylı rapora bakınca Erdoğan diktatörlüğünün 2. Abdülhamit’in istibdat dönemine rahmet okuttuğunu görüyoruz. Yalnızca “Basın Özgürlüğü” bölümüne bakmak bile Erdoğan’ın adeta o dönemi arattığını yeterli açıklıkta göstermektedir.
İkinci Abdülhamit (1876-1909) 113. İslam Halifesi, 34. Osmanlı padişahıdır. İslamcıların “Ulu Hakan” dedikleri Abdülhamit 33 yıl saltanat sürdü. Tahtta olduğu 1878-1908 kesiti “İstibdat Dönemi” olarak bilinir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde istibdattın kelime anlamı şöyle veriliyor: “Uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm.”
Bazı tarihçi ve yazarlar Abdülhamit döneminin ilk bir buçuk yılını “liberal” olarak değerlendirir. Bu dönemde batıya karşı esnek olan Halife, basın kanunu çıkarmış, basına karşı esnek bir politika gütmüştür. Bu kısacık sükûnet dönemi, Abdülhamit’in saray içi çalkantılara kontrol altına almasıyla son bulur. Sultan bu süreçte bir suikasta uğrar ve kıl payı kurtulur. Zaten saray içerisinde dönen taht kavgalarında paranoyaklaşan, herkesten şüphelenen, korkan şehzadelerin ruh halini taşıyan Abdülhamit, bu suikast sonrasında korku ve paranoyanın esiri olur. Kendini Yıldız Sarayı’na hapseder. Dışarıya adeta adım atmayan Abdülhamit, imparatorluğu 30 yıl boyunca “istibdat” adı verilen baskı ve korku zoruyla idare eder.
Kendini kapattığı bu “hapishanede” iken her şeyden kuşku duymaya başlamış ve her yere gözü kulağı olacak adamlar yerleştirmiştir. Basına yönelik, daha önce kendisinin kaldırmış olduğu sansürü katı bir şekilde geri getirmiş ve basılacak her şeyi sıkı bir denetim altına alma amacıyla basına yönelik kanunlar çıkarmıştır. Birçok tanınmış aydın, yazar ve gazeteci sürgüne yollanmış, birçokları ise dış ülkelere kaçmak zorunda kalmıştır. Muhalif basına karşı bu kadar despot olan 2. Abdülhamit’in basına karşı bir duyarlılığı da vardır. Özellikle fotoğrafçılığı çok önemsemiş ve sarayda bir fotoğraf stüdyosu kurdurmuştur.
Abdülhamit, 1880’lerden itibaren jurnal ağı içerisinde yer alan fotoğrafçıları imparatorluğun her yanına gönderir. Onların gönderdikleri fotoğraflara bakıp sorunları ele alır ve kararlar verir. Öldürüleceği korkusuyla Yıldız Sarayı’ndan dışarı adım atamayan padişah, hapishanedeki tutuklular için af kararlarını da bu jurnalci fotoğrafçıların çekip gönderdikleri tutuklu resimlerine bakarak verir.
Abdülhamit 1909’da “31 Mart Vakası” olarak bilinen ayaklanmanın ertesinde, İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirilir. 27 Nisan 1909’da Selanik’e sürgün edilir. Abdülhamit sürgünlüğün ardından 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda çeşitli sağlık sorunlarından dolayı ölür.
Çok geçmeden halifenin ruhu İttihatçılarda dirildi ve cumhuriyet dönemiyle yaşamaya devam etti. Cumhuriyet döneminde çıkarılan Takrir-i Sükûn ile matbaalara el konuldu, birçok aydın, yazar, çizer ve gazeteci işkenceye tabi tutuldu, çoğuna yıllara varan hapis cezaları verildi. Bu da yetmeyince birçokları faili meçhul adı altında katledildi.
Yaklaşık 18 yıldır iktidarda bulunan Erdoğan AKP’si inşa ettiği tek adam “istibdat rejimi” ile ülkeyi “idare” ediyor.
Bu uzun iktidar süresince ilk yıllarında Abdülhamit’e benzer bir liberal tutum gösteren Erdoğan, liberal yazar ve çizerlerin geniş desteğini ve alkışını almıştı. “Neo-Osmanlıcılık” düşüyle hareket eden Erdoğan, kafasındaki hilafet düşüyle Beştepe’ye 1100 odalık bir kaçak saray dikti. Türk tipi başkanlık rejimi adı altında, parlamenter rejimi etkisiz hale getirerek sembolikleştirdi. Bu başkalaşmanın özeti Marx’ın Napolyon’u iktidara taşıyan koşulları irdelediği şu tespitinde saklıydı: “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker.”
Marx’ın tarihsel gelişimdeki devamlılığa yaptığı bu vurgu Türkiye üzerinden test edilebilir. II. Abdülhamit, Mustafa Kemal ve Erdoğan’ın dönemlerine bakıldığında insan adeta “dejavu” (Fransızcada “zaten görülmüş” demektir) duygusuyla karşı karşıya kalıyor. Tarihsel bir bilince sahip olanlar kendi kendisine birçok kez “Ben bunu sanki daha önce yaşadım” diyebiliyor.
“Yeni Osmanlıcılık” hevesleri güden, fetih hevesiyle Libya’dan Ortadoğu çöllerine ve Kafkasya’ya, başıbozuk çerileri hatırlatan paralı cihadistleriyle üç kıtada at koşturup sonu hüsranla biten seferler düzenleyen AKP-Erdoğan iktidarının ilk saldırdığı ve de önemsediği şey basın ve medya oluyor.
Erdoğan’ın “Yalan Rüzgarı” serilerine ihtiyacı olduğu için “sahibinin sesi” olan bir medyayı kurması gerekiyordu. Nitekim kendi medyasını peyderpey iktidarını sağlamlaştırma adımlarıyla inşa etti. Tabii bu “Yalan Rüzgarı” serilerinin hayat bulması için karşıt, muhalif, devrimci, ilerici medya odaklarının da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Sonuçta Erdoğan, “gerçeği öldürmek” üzerine inşa ettiği koca bir medya gücüne kavuştu.
Her gün devlet kanallarında, onlarca özel TV’de, basılı gazete ve dergilerde, yanı sıra internet ve sosyal medyada beslediği binlerce kişilik troller ordusu, tetikçi kalemşorlar sürüsü bu çürümüş düzeni aklayıp paklayarak, işçi ve emekçileri maniple edip yanlış bilinç oluşturuyor. Gelinen yerde Erdoğan’ın basın ve medya üzerinde oluşturduğu baskı birçok noktada övgüler dizdiği “Ulu Hakan 2. Abdülhamit Han”ın dönemine benzerlik arz etse de birçok noktada da o istibdat dönemini aratıyor. Abdülhamit’in İstibdat Dönemi’nin temel üç simgesi vardı: Sansür, jurnalcilik ve cezalandırma. Bugün Erdoğan sansür aşamasını aşan bir mekanizma işletiyor. Gazete ve yayın şirketlerine el koyma, süresiz kapatma, milyarlarca liralık para cezaları, gazetecilerin ağır para ve on yılları aşan hapis cezalarına çarptırılmaları ve tutuklanmaları söz konusudur. Hafiyeden ve jurnalden geçilmiyor zaten. Cem Küçük, Ahmet Hakan, jöleli jölesiz yüzlerce tetikçi, jurnalci ve hafiye bulunuyor.
Mevcut tüm yasaların artık bir anlam ifade etmediğini söz konusu raporda verilen verilere baktığımızda açık bir şekilde görüyoruz. Yaşanan hak ihlallerini dile getirmeye çalışan bir avuç kadar kalmış basın kuruluşları ve çalışanları devletin baskı ve şiddetine maruz kalıyor.
Medya gücünün yüzde 80’nini elinde tutan Erdoğan, denetim altına almakta zorlandığı sosyal medyaya baskıyı yeni yasalarla ayyuka çıkardı. Yetkisiz kıldığı Meclis’te artık dikte ettirdiği yasaları bir bir çıkarıyor. Sarayın ihtiyaçları doğrultusunda, 29 Temmuz 2020 tarihinde, “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” TBMM Genel Kurulunda kabul edildi. Bu kanunla birlikte, raporda dile getirildiği gibi, “sosyal medya paylaşımları ve internet ortamında yapılacak yayınlar üzerinde kontrol ve baskının daha da arttığı gözlenmektedir.”
Devletin basın kuruluşlarına ve basın çalışanı gazetecilere yönelik 1 Ocak 2020 ile 31 Ağustos 2020 tarihleri arasında Türkiye’de yaşanan durum raporda şöyle sıralanıyor:
• 31 Ağustos 2020 itibarıyla 146 gazeteci cezaevinde tutuluyor.
• 38 gazeteci ve 1 yazar gözaltına alındı. 17 gazeteci tutuklanırken 9 gazeteci adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
• 4 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteciye saldırı girişiminde bulunuldu. 2 gazeteci tehdit edildi. 1 gazeteci ise kendilerini istihbaratçı olarak tanıtan kişilerce ajanlık dayatmasına maruz kaldı. 2 basın kuruluşuna, 1 ilde ise Gazeteciler Cemiyeti’ne ait araca saldırılar düzenlendi.
• 162 gazeteci ve basın çalışanı haklarında açılan 73 davada yargılandılar. Sonuçlanan davalarda 17 gazeteci toplam 59 yıl 8 ay 22 gün hapis cezası ve 14.160 TL para cezası ile cezalandırıldı. Ayrıca 31 gazeteci hakkında soruşturma başlatıldı.
• 53 habere, 75 internet sitesine, 2 internet sayfasına ve 5 sosyal medya hesabına, 59 internet içeriğine ve 143 internet adresine erişim mahkeme kararlarıyla engellendi. Ayrıca henüz basılmamış olan bir kitap ile bir gazete sayısı da mahkeme kararıyla yasaklandı.
• Basın İlan Kurumu (BİK) tarafından 6 gazeteye toplam 107 gün ilan kesme cezası verildi. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) tarafından 19 basın-yayın kuruluşuna toplam 23 kez program durdurma, 5 gün yayın durdurma, 23 kez ise idari yaptırım cezaları verildi.
• İçişleri Bakanlığı verilerine5 göre 1 Ocak 2020 ile 14 Ağustos 2020 tarihleri arasında toplam 14 bin 186 sosyal medya hesabı hakkında inceleme yapıldı, 6 bin 743 sosyal medya kullanıcısı hakkında ise adli işlem başlatıldı.
• İçişleri Bakanlığı’nın 5 Mayıs 2020 tarihinde yaptığı açıklamaya6 göre sadece Covid-19 salgını ile ilgili olarak Türkiye genelinde toplam 7.127 sosyal medya hesabı incelendi. Covid-19 salgını ile ilgili sosyal medya paylaşımları gerekçesiyle 496 kişi gözaltına alındı ve bu kişilerden 10’u tutuklandı.
• “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla en az 24 kişi gözaltına alındı, 3 kişi tutuklandı, 1 kişi hakkında soruşturma başlatıldı. 1 kişi ise hakkında bu gerekçeyle açılan davada Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu düzenleyen 299. madde uyarınca değil, hakaret suçunu düzenleyen 125. madde uyarınca 5 ay hapis cezası ile cezalandırıldı. Ayrıca, 5 gazeteci “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla haklarında açılan davalarda yargılandılar, 2 gazeteci beraat etti, 1 gazeteci ise 11 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırıldı. 31 Ağustos 2020 tarihine dek tamamlanmış olan yargılamalarda 5 kişi 5 yıl 6 ay 10 gün hapis cezası ile 2 kişi de para cezası ile cezalandırıldı.
• “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki yasaya muhalefet” gerekçesiyle 1 kişi tutuklandı.
• 18 sanatçı hakkında “örgüt propagandasını yapmak”, “Cumhurbaşkanına hakaret” vb. gerekçeler ile açılmış olan davaların görülmesine devam edildi, 2 sanatçı hakkında hazırlanan iddianame mahkeme tarafından kabul edildi.
Toplumun parçalanması üzerine kendi iktidarını inşa eden Erdoğan ülkenin dört bir yanında inşa ettiği “gönüllü muhbir ağı”nın da iflas ettiğini kendi Adalet Bakanı Abdülhamit Gül açıklıyordu. Gül, “Lekelenmeme hakkı kapsamında, 2017 Eylül’den bugüne kadar 261 bin 843 kişi hakkında soruşturma yapılmasına yer olmadığı kararı verildi” diyor. Bu jurnal ağının toplumu korkuya boğmak ve teslim almaktan öte bir işlevinin olmadığının da bir göstergesidir.
Erdoğan bugün beslemesi olan, geçmişin Saadet’lisi Numan Kurtulmuş’un deyimiyle, “Harun gibi gelip karunlaştı.” Ancak artık “Ulu Hakan”ları 2. Abdülhamit gibi bir saraya sıkışmış bulunuyor. Kimseye güvenmiyor, saray entrikadan geçilmiyor ve toplumsal baskı neticesinde damadını Maliye Bakanlığı’ndan azletti. 2. Abdülhamit gibi “saraya tıkalı” denilebilir ama her dışarı çıktığında 250’ye yakın koruma Erdoğan’ın etrafında etten duvar örüyor. Çevre ve güvenlik için binlerce polis konuşlandırıyor. Ve bugün bunun tam sayısı muhalefetin başvurularına karşın AKP tarafından açıklanamıyor.
Kısacası sarayda korku hat safhada. Zulüm ve baskının artması bu korkunun gizlenme uğraşısından ileri geliyor. Bu korku ve baskı beyhudedir. Toplumsal mücadeleler tarihi göstermiştir ki, “gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” Aydınlığın muştusu 14 yıldır gasp edilmek istenen tazminat hakları için Manisa’dan Ankara’ya yürüyen Somalı madencilerin tek adam rejiminin kolluk kuvvetlerince engellenmesi üzerine bir madencinin söylediği “vallahi de korkmuyoruz, billahi de korkmuyoruz sizden” sözünde saklıdır. Karanlık iktidarın örmek istediği korku duvarları adım adım aşılıyor. Yaşar Kemal’in dile getirdiği bir Anadolu halk deyişinde olduğu gibi: “Zulmün artsın ki tez zeval bulasın.”